Bu konunun üzerinde durmak için konuyu iki açıdan ele alacağım; Birincisi, zimmet ehlinin anlamı, onların İslam’ın yönetimi altındaki hakları ve yerleri, ardından da Müslümanların beldelerindeki tarihleri boyunca bu hükmün pratik uygulamalarını ele alacağım.
Zimmiler, İslam Devleti’nin tebaası olan ve İslam’dan başka bir dine mensup olan kimselerdir. Bu ismi, ahit anlamına gelen zimmet kelimesinden almışlardır. Dolayısıyla onlar, bizim zimmetimizin, yani devlete ilk kez girdiklerinde ve tâbiiyetlerini elde ettiklerinde onlara verdiğimiz ahdimizin ehlidirler.
İslam, zimmet ehli için çeşitli hükümler getirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır; dinleri konusunda imtihana tabi tutulmazlar ve İslam’a girmeleri için zorlanmazlar. Dahası inandıkları, ibadet ettikleri ve yedikleri şey üzere bırakılırlar. Cihat, zekat ve “zaruri ihtiyaç halinde toplanan vergiler” gibi Müslümanların sorumlu oldukları hiçbir şeyden sorumlu tutulmazlar. Ayrıca onlar savaşmaya zorlanmazlar ancak onlardan dileyen birinin kendi seçimiyle Müslümanların ordusunda savaşması caizdir. Zimmiler sadece cizye öderler. Zira Aleyhissalatu ve’s Selam’dan şöyle rivayet edilmiştir: أنه من كان على يهوديته أو نصرانيته فإنه لا يفتن عنها وعليه الجزية “Her kim de Yahudiliği ve Nasraniliği üzere kalırsa bu konuda imtihana tabi tutulmaz.” Ayrıca cizye, Allahu Teala’nın şu kavlinden dolayı ergenlik çağına girmiş gücü yeten erkeklerden alınan miktardır: حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ “Küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar.” [Tevbe 29] El, güçten kinayedir. Dolayısıyla kadın ve çocuklardan alınmaz. Şayet zimmi İslam’a girer veya fakir olursa cizye ondan düşer. Son durumda devlet ona Beytü’l-Mal’den harcama yapar.
Zimmet ehline iyi muamelede bulunulur, yönetici ve kadı önünde, işleri gözetilirken, muamelat ve ukubat uygulanırken hiçbir ayırım yapılmaksızın Müslümanlara nasıl davranılıyorsa onlara da öyle davranılır ve Müslümanlar gibi onlar da İslam’ın hükümlerine tabi olurlar.
Nitekim İslam, zimmi olan birine en iyi şekilde davranılmasını tavsiye etmiştir. Dolayısıyla ona iyi davranılacak, işlerine yardım edilecek, Müslümanlar onu, malını ve namusunu koruyacak ve onun yiyeceği, giyeceği ve meskeni garanti altına alınacaktır. Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: أَطْعِمُوا الْجَائِعَ وَعُودُوا الْمَرِيضَ وَفُكُّوا الْعَانِيَ “Aç kalanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri kurtarın.”
Dolayısıyla zimmiler, diğer tebaalar gibi İslam Devleti’nin tebaasıdırlar ve onların, tebaa, korunma, geçimlerini garantileme, iyi muamelede bulunma, nazik ve yumuşak davranma hakları vardır. Ayrıca zimmiler, Müslümanların ordusuna katılıp onlarla savaşabilirler. Ancak onların üzerine savaş vacip olmadığı gibi cizye dışında mali sorumlulukları da yoktur. Dolayısıyla Müslümanlar üzerine zorunlu olan paralar onlar için zorunlu değildir. İnsaftan (merhamet ve adaletten) Müslümanlar için olanlar onlar için de vardır. İnsaftan (merhamet ve adaletten) Müslümanlara uygulananlar onlara da uygulanır. Müslümanlara karşı adil olmak vacip olduğu gibi onlara karşı da adil olmak vaciptir. Ayrıca tabiiyeti taşıyan ve kadın veya erkek olsun ya da Müslüman veya gayrimüslim olsun, yeterliliğe sahip olan herkes, maslahatlardan herhangi bir maslahat veya herhangi bir idare için müdür olarak atanabilir ve orada muvazzaf olabilir.
Devlet onlarla, Müslümanlar gibi tabiiyet vasfıyla muamele eder. Zira devlette, bugünlerde yaygın olarak kullanılan azınlık ve çoğunluk tanımlaması yoktur. Dolayısıyla İslam, kendi nizamına göre yönetilen cemaati, mezhebi ve cinsiyeti ne olursa olsun insani bir birim olarak kabul eder ve sadece ona tabiiyet, yani yerleşme ve devlete bağlılık şartı koşar. Zira devlette azınlıklar yoktur. Bilakis tüm insanlar, sadece bir insan olması itibariyle tabiiyeti taşıdıkları sürece İslam Devleti’nin tebaasından sayılırlar.
İslam Devleti’nin dahili siyaseti, Müslüman veya gayrimüslim olsun tabiiyeti olan herkese İslam şeriatının uygulanmasıdır. Dolayısıyla İslam tabiiyetini taşıyan herkes, ister Müslüman ister gayrimüslim olsun İslam Devleti’nin tebaasındandır, onun devlet üzerinde hakları vardır, şeriata göre hak ettiği şekilde devlete karşı yükümlülükleri vardır ve devlet, ondan, kefaletinden, onun ve mal ve namusunun korunmasından ve Müslüman ve gayrimüslim farkı gözetmeksizin onun güvenlik, geçim, refah, adalet ve huzurunun sağlanmasından sorumludur. Zira İslam’da, azınlıklar veya varlık anlamında bir şey yoktur. Devlet karşısında herkes, bir tarağın dişleri gibi eşittir.
Zimmiler, yüzyıllarca bu hükümlerin altında yaşadılar ve bu süre zarfında, Şam beldesindeki Hıristiyanları, Haçlılarla yaptıkları savaşlarda Müslümanlara katılmalarına sevk eden iyi bir muamele ve güzel bir gözetim gördüler. Ayrıca zimmet ehlinin gördüğü iyi muamele ve hakların garanti altına alındığını yurtdışındaki insanlar da duymuşlar, bu da İspanya Yahudilerini Endülüs’ün fethinde Müslümanlara yardım etmeye sevk etmiştir. İşte tüm bunlar, mağlup edilen halkların haklarının heder edildiği ve o dönemde dünyadaki diğer ülkeler tarafından korunmadığı bir zamanda olmuştur.
Ömer İbn-i Hattab Radıyallahu Anhu’dan şöyle rivayet edildi: Zimmet ehlinden yaşlı birinin yanından geçerken ona insanların kapılarında neden dilendiğini sordu. Sonra ona, seni bu gördüklerime sevk eden şey nedir dedi? O da şöyle dedi: Cizye, yaş ve ihtiyaç. Bunun üzerine (Ömer) ona dedi ki: Biz sana insaflı davranmadık. Gençliğinde senden cizye aldık ama İhtiyarlık halinde seni böyle perişan ettik. Sonra onu alıp evine götürerek ihtiyaçlarını gidermiş ve Beytü’l Mâl sorumlusuna gönderip ondan cizyenin kaldırtılmasını ve ona Beytü’l Mâl’den maaş bağlanmasını emretmiştir. Mısır valisi Amr İbn-i Âs’ın Kıptilere yaptığı haksızlığın kaldırılmasına ilişkin Ömer İbn-i Hattab’ın bu kıssası, Halife’nin Kıpti’ye valinin oğlundan babasının önünde kendisi için kısas uygulamasını emrettiğinde meşhur olmuştur! Aynı şekilde zimminin aldığı kalkanı ile ilgili Kâdi Şureyh’in hakem olduğu Ali Bin Ebi Talibîn kıssası da, yargı önünde adalet ve eşitliğin olduğu hususunda meşhur olmuştur.
İslam Devleti’nin zimmilere olan iyiliğinin kanıtlarının sayılamayacak kadar çok olması, İtalya’daki Sicilya halkı ile diğer birçok bölge halklarının bugüne kadar ne İslam’ın ne de Müslümanların uzun süredir üzerlerinde bir etkisi olmadığını hatırlatıyor.
Nitekim zimmet ehli, bu insaf ve adaleti bir noktaya kadar hissedince, İslam Devletini ve Müslümanlar arasında yaşamayı Batı ülkelerinde yaşamaya veya onlarla iş birliği yapmaya tercih etmişlerdir. Zira Haçlı seferlerinde doğu Nasranileri Müslümanların yanında yer almışlar ve Haçlılara karşı onlarla birlikte savaşmışlardır. Haçlıların onları, cezbetme ve bir derece kadar İslam Devleti’ne karşı kışkırtma girişimlerine rağmen Haçlılar, Müslümanları hezimete uğratmak için güvenmiş oldukları kartlardan birini kaybetmişlerdir.
Aynı şekilde İspanya Yahudileri, Müslümanların oradaki yenilgisinden sonra buradan kaçmayı tercih ettiler ve dönme Yahudileri olarak bilinen Müslümanların yerleştiği yere sığındılar. Zira onlar, Müslümanların yönetimi altında adalet ve insaf içinde bir hayat yaşadılar. Bir keresinde Yahudi bir tüccar, emiri Muhammed İbn Abdurrahmanı, kâdi Süleyman İbn Esved’e şikayet etti; çünkü onun bedelini ödemeden cariyesini aldı veya cariyeyi ona geri vermedi.
Latin bir tarihçi, 861 yılında Müslümanların Barselona şehrini fethetmeye yönelik hamlesinden bahsediyor ve Yahudilerin Müslümanların şehre girmesine yardım ettiğini söylüyor. Bu da İspanya’nın kuzeyinde Nasranilerin yönetimi altında yaşayan Yahudilerin, Müslümanların yönetimini Nasranilerin yönetimine tercih ettiklerini gösteriyor.
Nitekim bazı insaflı Nasraniler, İslam Devleti’nin erdemlerini ve Nasranilerin bu devlette benzeri hiç görülmemiş adaletli ve onurlu bir hayat yaşadıklarını yazmışlardır.
İngiliz tarihçi Sir Thomas Arnold, “İslam’a Çağrı” adlı kitabında şöyle diyor: “Muzaffer olan Müslümanlar, göçün birinci yüzyılından itibaren Arap Hıristiyanlara büyük bir hoşgörü ile davrandılar ve bu hoşgörü birbirini izleyen yüzyıllarda da devam etti. İslam’a giren Nasrani kabilelerin, onu kendi özgür seçim ve iradeleriyle kucakladıklarına hükmedebiliriz. Zamanımızda Müslümanlar arasında yaşayan Nasrani Araplar, bu hoşgörünün bir kanıtıdır.”
Alman Oryantalist Sigrid Hunke şöyle diyor: “Araplar, mağlup olan halkları İslam’a girmeye zorlamadılar. İslam’dan önceki Hıristiyanlar, Zerdüştler ve Yahudiler, dini taassubun en korkunç örnekleriyle karşı karşıya kaldılar. Hepsine, herhangi bir engel olmaksızın dinlerinin ritüellerini uygulamalarına izin verildi. Müslümanlar, en küçük bir zarar dahi vermeden İbadethanelerini, manastırlarını, rahiplerini ve hahamlarını onlara bıraktılar. Bu, büyük bir hoşgörü değil midir? Tarih bu tür eylemleri nerede ve ne zaman anlattı?”
El-Harboutli, “İslam Tarihine Bakışlar” adlı kitabında oryantalist Dozy’den şu sözünü aktarıyor: “Müslümanların zimmet ehline karşı hoşgörülü ve güzel davranmaları, onların İslam’ı kabul etmelerine yol açmış ve daha önceki dinlerinde görmedikleri kolaylığı ve sadeliği görmüşlerdir.”
Gustave Le Bon, “Arapların Medeniyeti” adlı kitabında şöyle diyor: “Güç, Kur’an’ın yayılmasında bir faktör olmamıştır. Araplar, mağlup olanları dinlerinde özgür bırakmışlardır… Bazı Nasrani Arapların İslam’ı taklit etmeleri ve Arapçayı kendi dilleri olarak almaları, galip gelen Arapların insanların hiçbir dönemde benzeri görülmemiş adalet biçimleriyle karakterize olmalarından dolayıdır. Zira İslam, diğer dinlerin bilmediği kolaylıklar sağlamıştır.”
Will Durant şöyle diyor: “Hıristiyanlar, Zerdüştler, Yahudiler ve Sabiinler’den oluşan zimmet ehli, Emevi Hilafet’i döneminde, bugünlerdeki Nasrani ülkelerde benzerini görmediğimiz bir hoşgörü derecesini yaşamışlardır. Zira dini ritüellerini uygulamada özgür olmuşlar ve kiliselerini ve tapınaklarını korumuşlardır.”
Böylece İslam’ın, zimmet ehline nasıl adaleti sağladığını, onlara İslam Devleti’nde onuru ve adaleti nasıl garanti ettiğini ve İslami yönetim yıllarında zimmet ehlinin bunu nasıl deneyimlediğini ve buna nasıl şahit olduğunu görüyoruz.
Bu nedenle gayrimüslimlerin İslam’ın gelişinden dolayı korkutulması, arkasında çıkarcı sömürgecinin maksatları için şüpheci parmakların durduğu dürüst olmayan ve onursuz bir komplodur. Zira gayrimüslimlerin gelmekte olan Hilafet Devleti altındaki hayatı, zalim yöneticileri ve sömürgecinin ajanlarının altındaki hayatlarından bin kat daha iyidir. Dolayısıyla kutsalları, kanları ve ırzlarını koruyacak ve mazlumlara ve ezilenlere insaf edecek olan İslam’dır ve insanlar arasındaki adalet, sadece gelmekte olan İslam Devleti’nin altında gerçekleşecektir. Çünkü İslam, alemlere rahmet olarak gelmiştir.
Zimmet ehlinin de Hilafetin bir an önce kurulması için çalışması gerekir. Çünkü Hilafet Devleti, onları ve tüm dünyayı, kapitalizmin zulmünden, laikliğin adaletsizliğinden ve diktatörlüğün vahşetinden kurtaracaktır.