İslam Devleti’nin ortadan kalkmasının ardından ümmetin arasındaki en önemli mefhumlardan biri kaybolmuş ve onun kaybolması, Allah’ın indirdikleriyle yönetimin devre dışı kalması, ümmetin bütünlüğünün parçalanması ve emir sahibinin kendinin dışında olması gibi ümmetin başına gelen acı gerçeği kabul etmesine katkı sağlamıştır. Bu mefhum ise çobanlık (yönetim) mefhumu olup en basit şekliyle ümmetin yöneticinin sadece kendi çobanı (yöneticisi) olduğunu idrak etmesidir. Buna göre çobanın (yöneticinin), hiçbir ihmalkarlık ve kusur göstermeksizin ümmetin büyük küçük tüm işlerini gözetmesi gerekir, aksi taktirde ümmet onu sorumlu tutup muhasebe etmelidir; diğer yandan yöneticinin, ümmetin cemaat ve fertle ilgili dahili ve harici işlerini gözetmesi gereken bir çoban (yönetici) olduğunu ve kendisinin bu gözetimden sorumlu olduğunu idrak etmesi gerekir. Zira çoban (yönetici), dünyada ümmet önünde hesap verecek ahirette ise Allah Azze ve Celle’nin önünde hesap verecektir. Nitekim Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: كلكم راع وكلكم مسؤول عن رعيته… والإمام الذي على الناس راع وهو مسؤول عن رعيته “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (tebaanızdan) sorumlusunuz… İnsanlar üzerinde imam olan kimse de çobandır, rayesinden/tebaasından sorumludur.” Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ümmet için öğrettiği ve asırlarca ümmet içinde kök salan şey işte budur. Bazı dönemlerde meydana gelen karışıklık ve kargaşalara rağmen tebaalık-rayelik, Allah’ın indirdikleriyle yönetim ortadan kalkıncaya kadar bu çoban (yönetici) ile tebaa arasında var olmaya devam etti, Allah’ın indirdikleriyle yönetimin ortadan kalkmasıyla birlikte o da ortadan kalktı ve onun yerini vatandaşlık mefhumu aldı. Böylece insanlar arasındaki ilişkiler, iman kardeşliği üzerine değil de, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşamaları, tek bir yönetici tarafından yönetilmeleri ve başlarının üzerinde İslam bayrağı değil vatan bayraklarının dalgalanması şeklinde olmaya başladı. Dolayısıyla ümmet, çobanlık yapamayan, dahası bir koyun sürüsüne bile çobanlık yapmaya elverişli olmayan yöneticilerle imtihan edildi. Zira bu yöneticiler, Allah’a, Rasulü’ne ve onların emanetlerine ihanet ettiler, ümmeti helaka sürüklediler, ganimetleri yediler, onları Allah’ın düşmanlarına teslim ettiler, ümmet hakkında bir ahit ve anlaşma gözetmediler, hak ve görevler noktasında insanlar arasında eşit davranmadılar, onlardan bazılarını yandaş yaptılar, muhaliflerden olan bazılarını da aşağıladılar. Hatta Allah’ın indirdikleriyle hükmetseler bile belki de çoklukları bile başlı başına bir felakettir; çünkü mesele, birçok çobanla (yönetici) değil, tek bir çobanla ilgilidir. İşte bu, tebaalık mefhumunun en önemli yönlerinden biridir. Bu da Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinden dolayıdır: إِذَا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ فَاقْتُلُوا الآخَرَ مِنْهُمَا “İki Halife’ye biat edilirse, onlardan sonuncusunu öldürün.” Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ardından Sahabesi Rıdvanullahi Aleyhim’in de buna dair icması vardır.

=====================================================

Zulüm ve despotlukla dolu bir atmosferin, İslam’ın yokluğunun, kültürel istilanın, ümmetin tarihinden ve hadaratından koparılmasının gölgesinde, tebaalık mefhumu sönüp gitmiş ve böylece bu yöneticiler üzerinde kendi işlerini gözetmesi ve onları muhasebe etme hakkının olduğunu görmemeye başlamıştır; bu, açıklamaya ihtiyaç duymayan somut bir sahnedir. Ancak bu hususun tecelli ettiği iki hususun olduğuna dikkat çekmek gerekir. Birincisi: Yoksul, muhtaç, hasta, yetim, insanların eğitim ve benzeri işleriyle ilgilenen ve insanları ihtiyaçlarını karşılaması için bunlara yönlendiren kişi, grup veya yabancı odakların desteklediği kurum ve derneklerin yaygınlaşması; bu ise, ümmete bu hizmetleri sunacak olan devletin ortadan kalkmasından sonra olmuştur; çünkü bu hizmetler, yöneticilerin öncelikleri ve görevlerinden biridir.

İkincisi: Yönetici, fakire yemek yedirmek, hastayı ve yetimi barındırmak, hastaları tedavi etmek veya benzerleri gibi hususlara dikkat ettiğinde ümmetin gösterildiği nezaketten dolayı sevinmesi ve ferahlaması ve sanki yönetici bunları kendisi parasından veya babasının malından harcıyormuş gibi ve sanki ümmetin onun üzerinde bir hakkı yokmuş gibi bu harcamaları tebaalık durumu olarak değil de insani bir durum olarak adlandırması ve ümmetin de bu adlandırmayı kabul etmesi. Aynı zamanda ümmetin, işlerini gözetmede kusur göstermesi, haklarını ihlal etmesi ve ona yüklediği emanete ihanet etmesi durumunda, sanki yöneticide asıl olan buymuş gibi onu muhasebe etmek için harekete geçmemesi.

Acı gerçeği nitelendirmek için uzatmadan ve konudan uzaklaşmadan, Müminlerin Emiri Ömer İbn Hattab Radıyallahu Anh’ın bir hutbesinde tasvir edildiği gibi İslam’da ümmetin işlerinin gözetilmesine yönelik bir resmi sunmak istiyoruz; buna müteakip onun öne çıkan bazı unsurlarını okuyarak okuyucuyu, Allah’ın indirdikleriyle hükmeden bir yöneticinin gerçekliği ile Allah’ın yolundan alıkoyan tiran yöneticilerin gerçekliği arasında dürüstçe karşılaştırma fırsatıyla baş başa bırakacağız. Ebu Yusuf Rahımehullah Harac’ında şöyle diyor: Bana, Muhammed İbn İshak rivayet etti; dedi ki; Talha İbn Ma’dan el-Ömeri’nin şöyle dediğini işittim diyen biri rivayet etti: Ömer İbn Hattab Radıyallahu Anh bize bir hutbe verdi; Allahu Teala’ya hamdu senada bulundu, sonra Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e salat ve selam getirdi, Ebu Bekir’i andı, onun için mağfiret diledi, ardından da şöyle dedi: “Ey insanlar! Herhangi bir hak sahibi, hakkını elde et­mek için, kimseden Allah’a âsî olmasını iste­yemez. Bence, bu malı, ancak şu (üç haslet) ıslah edebilir: Hak ile alınması, hak üzere sarf edilmesi, (alınmasında ve sarf edilmesinde) batıldan kaçınılması. Benim, malınızla alâkam, bîr yetimin velisi olan kimsenin, o yetimle olan alâkası gibidir. (Eğer kendi gelirim sayesinde Beytu’l Mâl’den) müstağni olursam ondan hiçbir şey harcamam. İhtiyacım olursa, maruf olan şekilde harcarım. Herhangi bir kimsenin, diğer bir kimseye zulüm ve haksızlık etmesine ve tecavüzde bulunmasına asla müsaade etmem. Haksızı yere serip, hakka boyun eğinceye kadar ayağımın altında ezerim. Ey insanlar. Sizin benden talep edeceğiniz bazı haklarınız vardır. Onları size sayacağım. Bu haklarınıza sımsıkı sarılıp onlara sahip çıkınız. Benim size karşı vazifem: Sizden toplayacağım harâc ve sair gelirleri hak ve adalet üzere tahsil etmemdir. Mal benim elime geçtiği zaman, hakkın dışında bir yolla onu elimden çıkarmamamdır. Sizin gelir ve erzakınızı çoğaltmam, (Allah’ın izniyle) kale ve hudutları korumam ve müdafaa etmemdir. Sizi tehlikeye maruz bırakmamam, uzun müddet kalelerde tutmamamdır. Sizin için, güvenilir kişilerin az, (Kur’an) okuyanların çok, fakihlerin az, ümit edenlerin çok olduğu zaman yaklaştı; öyle kimseler vardır ki, görünüşte âhiret için amel ederler, aslında o kimseler bu amelleri ile de dünyanın ve uzayıp giden dünyalık arzusunun peşindedirler. Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, bu şekildeki ameller de sahibinin dinini yer bitirir. Dikkat ediniz, sizden kim bu şekilde davranan adamlara yetişirse, Rabbi olan Allah’tan korksun, O’na sığınsın ve sabretsin. Ey İnsanlar! Muhakkak ki, Allah kendi hakkını, halkın hakkından yüce tutmuştur, zira Allah şöyle buyurmuştur: وَلَا يَأْمُرَكُمْ اَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلٰٓئِكَةَ وَالنَّبِيّ۪نَ اَرْبَابًاۜ اَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ اِذْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ۟ “O size, “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, hiç o size kalkıp da kâfir olmayı emreder mi?” [Al-i İmran 80] Dikkat ediniz, ben sizi emirler veya zalim kişiler olarak göndermiyorum. Ben sizi, ancak halkı doğru yola sevk eden imamlar ve idareciler olarak gönderiyorum. Müslümanların haklarını acilen veriniz. Onları döverek, zillete düşürmeyiniz. Fazlaca övüp şımarmalarına ve fitneye düşmelerine de sebep olmayınız. Onlara kapılarınızı kapatmayınız, böyle yaparsanız, kuvvetliler zayıfları yer. Bazılarını diğer bazılarına tercih etmeyiniz, böyle yaparsanız, zulmetmiş olursunuz. Onlar hakkında cahil ve gafil olmayınız. Takatleri nispetinde onları kafirlerle savaşmaya sevk ediniz. Düşmanla karşılaştıkları zaman zaafa düşeceklerini anladıklarınızı savaşa göndermeyiniz. En iyi savaş, düşmana karşı zayıf ve korkak olanları göndermemektir. Ey İnsanlar! Sizi, şehirlerdeki emirlere şahit kılıyorum. Ben onları, ancak insanlara dinlerini en iyi şekilde öğretmeleri, feylerini taksim etmeleri ve aralarında adaletle hükmetmeleri için gönderiyorum. Kendilerine müşkil gelip, halledemedikleri zor şeyleri bana havale etsinler.”

Bu, Ömer İbn Hattab Radıyallahu Anh’ın, birkaç satırdan oluşan devlet anayasasına dair bir hutbesi olup bu hutbe belagat, hukuk ve adalet damıtmaktadır; bu onu, Allah için bir yönetici, alim ve beliğ bir hatip olduğunu göstermektedir; aman Allah’ım bugünkü Müslümanların minberlerinde kalbi ve dili Acem olan insanların atmosferi nasıl oldu acaba?

Başarı Allah’tandır diyoruz:

1- Radıyallahu Anh’ın hutbesinin tamamı, bir yönetici olan Ömer’in, ümmete, gerek kendisi, gerek emirleri, gerekse valileri üzerinde hakları olduğunu bildirmek istediğini söylemesidir; işte o, toplumun ileri gelenlerine siyasetini resmediyor ve insanların önünde emirlerine nasihat ediyor; bu gerek onun gerekse onların doğruluğunun garantisi olmuş, ümmetin kendisine olan güvenini pekiştirmiş, ümmeti hor görülmekten, aşağılanmadan, alaya alınmaktan ve cehaletten uzaklaştırmış ve onun yönetici üzerindeki gözetleyicilik rolünü etkinleştirmiştir; görmüyor musunuz o şöyle diyor: “Ey insanlar. Sizin benden talep edeceğiniz bazı haklarınız vardır. Onları size sayacağım. Bu haklarınıza sımsıkı sarılıp onlara sahip çıkınız. Benim size karşı vazifem şöyle, şöyledir…” Dolayısıyla, ihmal veya muhalefet etmesi halinde ümmeti, kendisini muhasebe etme hakkının olduğu konusunda aydınlatırken hiç tereddüt etmediğini görüyoruz; zira sadece şöyle diyor: “Bu haklarınıza sımsıkı sarılıp onlara sahip çıkınız.”

2- Radıyallahu Anh, insanlara, işlerini gözetmede dayandığı temeli ve itaat etmelerini hak etmesi için gerekli olan hususları gösteriyor ve hutbesinde bunu ön plana çıkarıyor; zira şöyle diyor: “Ey insanlar! Herhangi bir hak sahibi, hakkını elde et­mek için, kimseden Allah’a âsî olmasını iste­yemez.” Subhanallah, kendisine itaat hakkını hatırlatarak ümmete bunu ne zaman hak ettiğini bildiriyor; sanki bununla şöyle demek istiyor: Allah’ın Kitabı’na ve Rasulü’nün sünnetine bağlı kaldığım sürece bana itaat ediniz; yani Radıyallahu Anh, hutbesinde onlara, bir kez daha Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesini hatırlatmayı ihmal etmiyor ama bunu başka bir üslupla yapıyor; zira şu ayeti kerimeyi hatırlatmakla yetiniyor; Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَا يَأْمُرَكُمْ اَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلٰٓئِكَةَ وَالنَّبِيّ۪نَ اَرْبَابًاۜ اَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ اِذْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ۟ “O size, “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, hiç o size kalkıp da kâfir olmayı emreder mi?” [Al-i İmran 80] Allah’ın indirdiği ile hükmetmek, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük haklarından biridir; dolayısıyla Allah’ı Rabb olarak kabul etmek, O’nun emir ve yasaklarına uymak ve O’nun şeriatıyla hükmetmekle olur. Zaten uluhiyet ve rububiyetin anlamı arasındaki fark size gizli değildir; dolayısıyla bu ayetin zikredilmesi gereken yer de burasıdır.

3- Ömer, mali politikasının dayandığı temelleri belirliyor ve burada nakit paraları kastetmiyor, aksine taşınabilir veya taşınmaz her şeyi kastediyor; işleri gözetmenin temel direklerinden biri olmasından dolayı malın yönetimdeki önemi bir sır değildir; zira Ömer, şöyle diyor: “Bence, bu malı, ancak şu (üç haslet) ıslah edebilir: Hak ile alınması, hak üzere sarf edilmesi, (alınmasında ve sarf edilmesinde) batıldan kaçınılması.” Ayrıca ferdi mülkiyetin elde edilmesinin ve tasarrufta bulunulmasının meşru nedenleri olduğu gibi faiz, anonim şirketler, israf veya saçıp savurma gibi sarf edilmesinin ve geliştirilmesinin yasaklandığı batıl yönleri de vardır. Aynı şekilde devlet mülkiyetinin de elde edilmesinin sebepleri vardır ve bunların aşılması caiz değildir; zira devlet mülkiyetinin harcanan yönleri vardır ve şeriat bunları, Müslümanların, fertlerin ve grupların maslahatına olan her şey için belirlemiştir; ayrıca yönetici veya temsilcisi tarafından saçıp savrulması ya da ondan düşmana (harcama) imkanı verilmesi gibi (devlet mülkiyetinin) sarf edilmesi haram olan yönleri de vardır. Zira Ömer’in, “hak üzere sarf edilmesi” şeklindeki sözü “(alınmasında ve sarf edilmesinde) batıldan kaçınılması” sözü eş anlamlı değildir ve yöneticinin her zaman onu (devlet mülkiyetini) kötü bir şekilde sarf edebileceğinden veya tekelleştirebileceğinden şüphelenilmiştir; zira Radıyallahu Anh’ın şöyle dediğini görüyoruz: “Benim, malınızla alâkam, bir yetimin velisi olan kimsenin, o yetimle olan alâkası gibidir. (Eğer kendi gelirim sayesinde Beytu’l Mâl’den) müstağni olursam ondan hiçbir şey harcamam. İhtiyacım olursa, maruf olan şekilde harcarım.” Dolayısıyla Radıyallahu Anh, rızkını kazanmak için çalışmaktan alıkonulması ve kendisini devletin işlerine adamasından dolayı aldığı bu mallardaki hakkını iki şey ile sınırlandırmıştır: İhtiyaç olursa “fakirleşirse”, maruf olan şekilde harcamak. Ömer, insanlara haklarını hatırlatma konusundaki hutbesinin kıvrımlarında paranın kendisiyle ıslah olacağı üç hasleti vurgulamak için geri dönüyor: “Benim size karşı vazifem: Sizden toplayacağım harac ve sair gelirleri hak ve adalet üzere tahsil etmemdir. Mal benim elime geçtiği zaman, hakkın dışında bir yolla onu elimden çıkarmamamdır.” İşte bu mal, devlet yani Müslümanların malıdır, ancak bu malların idare ve sarf edilmesi Halife’ye aittir; Halife de, (bu malların) toplanması ve sarf edilmesi yönlerinde şeriatın hükümleriyle kayıtlıdır. Sonra Radıyallahu Anh, bu malların sarf edildiği üç alanı belirtiyor: “Sizin gelir ve erzakınızı çoğaltmam, (Allah’ın izniyle) kale ve hudutları korumam ve müdafaa etmemdir.” Bu (malların-paraların) sarf edildiği üç olan: Ümmet, devlet ve ordudur. Gelirlerin tüm Müslümanlar ve bireyleri için olup bunun yoksullukla mücadele, ihtiyaçların karşılanması, ülkenin zenginliklerinin kullanılması ve benzerleri için olduğu bir sır değildir. Erzaklara gelince; bunlar devlet memurları ve işçileri ile askerler için olup bunda büyük bir maslahat vardır; zira bu cihaza tebaalık görevlerini yerine getirme imkanı vermektedir. Kale ve hudutları korunması ve müdafaa edilmesine gelince; bu, daveti taşımak ve varlığı korumakla ilgili olup kuvvet, adamlar ve teçhizat hazırlanmadıkça kale ve hudutlar korunamaz. Aynı şekil bu, malların sarf edildiği en önemli yönlerden biridir.

4- Ömer, iç cephenin gücünü ve bütünlüğünü sağlayan bir güvenlik politikası belirliyor; bu ise insanlara casusluk yapan ve onları taciz eden onlarca güvenlik ve istihbarat teşkilatının oluşturulmasına dayanmıyor, aksine insanlar arasındaki zulmün engellenmesine dayanıyor. Bu da insanların canlarını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini korumak içindir ki böylece ülkenin ekonomik, siyasi, bilimsel ve diğer durumları ıslah edilmiş olmaktadır. Nitekim Radıyallahu Anh, şöyle diyor: “Herhangi bir kimsenin, diğer bir kimseye zulüm ve haksızlık etmesine ve tecavüzde bulunmasına asla müsaade etmem. Haksızı yere serip, hakka boyun eğinceye kadar ayağımın altında ezerim.” Ömer, diğer şehirler ve devletin çevresinde bunu sağlamak için valilerine ve emirlerine bu konudan gafil olmamalarını tavsiye ediyor: “Onlara kapılarınızı kapatmayınız, böyle yaparsanız, kuvvetliler zayıfları yer.” Ayrıca Şam’da olan Ebu Ubeyde’ye gönderdiği bir mektupta şöyle diyor: “… Sonra zayıf olana yaklaş ki dili açılsın, kalbine cesaret gelsin ve yabancı da gözetsin; çünkü uzun süre içine kapanık kalırsa, ihtiyacını terk eder ve ailesine gider…” Yine Ebu Musa el-Eş’ari’ye şöyle bir mektup yazdı: İnsanlar senin meclisinde ve huzurunda eşit olsunlar ki zayıflar adaletinden ümitsizliğe kapılmasın ve ileri gelenler de senin adaletsizliğine tamah etmesin.

5- Sonra Radıyallahu Anh, iki maddede topladığı cihadi bir politika çiziyor:

– Finansman: ordu ile kale ve hudutlar için harcama yapmak, devletin mallarının ana harcamalarından biridir, Zira şöyle diyor: “Benim size karşı vazifem, sizin gelir ve erzakınızı çoğaltmam, Allah’ın izniyle kale ve hudutları korumam ve müdafaa etmemdir.”

– Cihadın öğesi olan insan gücünü muhafaza etmek: “Sizi tehlikeye maruz bırakmamamdır.” Ayrıca askerlere güçlerinin üzerinde görev yüklememek; zira şöyle diyor: “Uzun müddet kalelerde tutmamamdır.” -et-Tecmîr-التجمير-, onları kale ve sınırlarda toplamak ve onların ailelerine dönmesini engellemektir; bu yüzden emirlerine tavsiye ederek şöyle diyor: “Takatleri nispetinde onları kafirlerle savaşmaya sevk ediniz. Düşmanla karşılaştıkları zaman zaafa düşeceklerini anladıklarınızı savaşa göndermeyiniz. En iyi savaş, düşmana karşı zayıf ve korkak olanları göndermemektir.”

6- Ömer, görevlerini anlatmayı bitirdikten sonra valilere ve emirlere dönüyor; zira onlara insanları nasıl siyaset edeceklerini (yöneteceklerini) gösteriyor, onların halka karşı görevlerini belirliyor ve onlara müşkil gelip halledemedikleri zor şeyleri kendisine havale etmelerini belirtmeyi de ihmal etmiyor: Onlar için çizdiği siyasete gelince; Radıyallahu Anh bunları, aşağıdaki hususlarda topluyor:

a- İnsanların haklarını korumak ve bunları kolay ve basit bir şekilde yapmalarını sağlamak. (Zira şöyle diyor): “Müslümanların haklarını acilen veriniz.” “أدروا-acilen verin” kelimesinde, Müslümanlara haklarının ulaştırılması noktasında çokluk, basitlik ve kolaylık arasında değişen büyük bir anlam olduğu bir sır değildir.

b- Onların psikolojilerinin gözetilmesi ve onur ve haysiyetlerinin korunması: “Onları döverek, zillete düşürmeyiniz.” “Fazlaca övüp şımarmalarına ve fitneye düşmelerine de sebep olmayınız.”

c- Aralarındaki husumetleri önleyerek güvenliklerini sağlamak ve birbirleriyle olan ilişkilerini gözetmek: “Onlara kapılarınızı kapatmayınız, böyle yaparsanız, kuvvetliler zayıfları yer.”

d- Mallarını korumak: “Bazılarını diğer bazılarına tercih etmeyiniz, böyle yaparsanız, zulmetmiş olursunuz.”

e- Onların arasında cihadi ruhu korumak: “Takatleri nispetinde onları kafirlerle savaşmaya sevk ediniz. Düşmanla karşılaştıkları zaman zaafa düşeceklerini anladıklarınızı savaşa göndermeyiniz. En iyi savaş, düşmana karşı zayıf ve korkak olanları göndermemektir.”

Onların (vali ve emirlerin) görevleri ise üçtür:

a- İnsanlara dinlerinin emirlerini öğretmek: “Ben onları, ancak insanlara dinlerini en iyi şekilde öğretmeleri için gönderiyorum.”

b- Onların ekonomik işlerini gözetmek: “Onlara feylerini taksim etmeleri (için gönderiyorum).”

Yargı: Yani insanlar arasındaki ilişkileri gözetmek, “aralarında hüküm vermeleri.” Valilerin ve emirlerin ona, yani Ömer İbn Hattab’a, yani Halife’ye başvurmalarına gelince: “Kendilerine müşkil gelip, halledemedikleri zor şeyleri bana havale etsinler.”

7- Radıyallahu Anh, onlara dinlerinin emirlerini hatırlatmayı ve fitne karşısında onları doğru yola sevk etmeyi unutmuyor; zira Ömer’in nazarında emanetin eksikliğinden ve onu zayi etmekten daha şiddetli bir fitne yoktur ve insanların emanetlerini korumaya en layık olanlar ise emirler (yöneticiler) ve alimlerdir. Zira Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: صنفان من الناس إذا صلحا صلح الناس وإذا فسدا فسد الناس: الأمراء والعلماء “İki sınıf insan vardır ki onlar düzelirlerse insanlar da düzelir, onlar bozulurlarsa insanlar da bozulur: Bunlar alimler ve amirlerdir (yöneticiler).” Sonra (Kur’an) okuyanlar çoğaldı, fakihler azaldı; böylece din meselelerine cehalet egemen oldu. Sonra ümit edenler çoğaldı; zira ümmet cihattan, canları ve malları feda etmekten vazgeçti ve böylece mukaddesatları çiğnenerek düşmanları için bir av haline geldi, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktan geri durdu ve yöneticileri de günah ve düşmanlıkla amel ettiler; böylece ümmeti küçük düşürdüler ve helak çukurlarına sürüklediler; işte böyle bir atmosferde görünüşte ahiret için amel eden amelleriyle dünyayı talep eden insanların ortaya çıkması kaçınılmazdı ki bu kimseler; yöneticinin dünyası için dinlerini satan saray mollalarıdır. Nitekim Ömer Radıyallahu Anh, şöyle diyor: “Sizin için, güvenilir kişilerin az, (Kur’an) okuyanların çok, fakihlerin az, ümit edenlerin çok olduğu zaman yaklaştı; öyle kimseler vardır ki, görünüşte ahiret için amel ederler, aslında o kimseler bu amelleri ile de dünyanın ve uzayıp giden dünyalık arzusunun peşindedirler. Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, bu şekildeki ameller de sahibinin dinini yer bitirir.”

Peki Ömer onlara ne tavsiye etti, daha doğrusu bizim zamanımız için nelerden bahsetti? Zira şöyle diyor: “Dikkat ediniz, sizden kim bu şekilde davranan adamlara yetişirse, Rabbi olan Allah’tan korksun, O’na sığınsın ve sabretsin.” İşte İbn Hattab bize iki şeyi tavsiye ediyor ki bunlar; takva ve sabırdır. Takvaya gelince; Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı kalmaktır; Allah’ın bu zamanda bağlı kalınması gereken emirlerinin ilki ve en önemlisi, kaybedilen güveni korumak amacıyla değişim için çalışmaktır. Bu ise Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek ve insanların dinlerinin emirlerini anlamaları için çaba sarf etmektir. Bu ise ancak bir fakihler ve müçtehitler ordusu ve İslam davetini dünyaya taşımakla olur ki bu da ancak cihatla olur. Cihat ve çok ümitkar olmak ise, kesinlikle bir araya gelmesi imkansız olan iki husustur. Takva ise insanlardan izole olmak ve değişim için çalışmaktan geri durmak değildir ve bunların sabırla bağlantıları olduğuna dair bir bir delil de yoktur. Çünkü sabır, sadece itaate, masiyete, can, mal ve evlatlarla ilgili musibetlere sabretmek değildir. Bilakis aynı şekilde değişim için çalışmak üzere sabretmek “ısrar etmek” ve böyle bir zamanda böyle bir çalışmanın gerektirdiği eziyetlere sabretmektir. Zira bu zamanımızdaki takva ehlinin, eziyet, takibat, baskı ve işkenceyle karşı karşı kaldığı ve bunlara karşı silahlarının da sabır olduğu bir sır değildir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: والعصر * إن الإنسان لفي خسر * إلا الذين آمنوا وعملوا الصالحات وتواصواْ بالحق وتواصوْا بالصبر “Asra (zamana) yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).” [Asr 1-3]

Sonuç olarak yöneticilerimizin ve emirlerimizin gerçek resmi işte budur ve gerçek gözetim ancak bu şekilde olur; ey İbn Hattab! Şayet hutbeni yorumlarken hata ettiysem Allah’tan bağışlanma diliyorum; sonra senden özür diliyorum; çünkü ben, senin tarif ettiğin zamanın çocuklarından biriyim. Senden razı olması ve seni hoşnut etmesi ve bizlere de senin amelin gibi amel eden ve senin taşıdığın gibi emaneti taşıyan bir yönetici ihsan etmesi için Allah’a dua ediyorum. (Bu ise aziz olan Allah’a hiç de zor değildir).