Hilafet ve İmamet, ayet-i kerimlerde ve sahih hadislerde aynı anlamda geçen iki kelimedir; dolayısıyla bizzat bu lafza bağlı kalmak gerekmez, bilakis gerekli olan onun delalet ettiği manaya bağlı kalmaktır ki o da; İslam şeriatının hükümlerini ikame etmek ve İslam davetini dünyaya taşımak için dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Müminlerin emiri ve müminlerin emirliği kelimesine gelince; bunlar da aynı şekilde aynı anlam ve mefhumda varit olmuştur.

Lafızlar ve medlûlleri/anlamlarıyla ilgili durum budur. İslami hareketler ve bu lafızlar ve anlamları bağlamında siyasi çalışmanın gerekliliğiyle ilgili duruma gelince; bunlardan her biri için muayyen lafızlar ve belirli anlamlar benimsenmesi gerekir, aksi takdirde billurluk ve netlikten yoksun kalacaktır. Dolayısıyla üç lafız (Hilafet, İmamet ve Müminlerin Emirliği), İslam’da yönetim sisteminden bahsederken aynı şerî anlamı taşıdığı sürece, aynı anlama delalet ettiği için bunların hepsini birlikte alıp benimsemek, sınırlama, netleştirme ve billurlaştırma bakımından daha iyi ve daha evla mıdır yoksa onlardan biri mi alınıp benimsenmelidir? Sonra Hilafet kelimesi, lügat ve şerî anlamı ve tarihsel gerçekliği bakımından diğer iki kelimeden, özellikle de Müslümanlar arasında mezhepçiliğin etkisiyle takip edilen İmamet kelimesinden daha açık ve daha belirgin olduğu sürece; ki İmamet kelimesi, kendisine işaret edilen anlamın bazı yönlerinden uzaklaşmaktadır; tıpkı İmametin, namaz imametiyle ortak lafızlardan biri olması gibi; Hilafet ve Müminlerin Emirliği kelimelerinin de, İslami asırlar boyunca uygulamanın sıhhatine bakılmaksızın herhangi bir mezhepsel etki olmadan bahsi geçen anlamı koruması gibi; evet mesele bu şekilde olduğu sürece Hilafet veya Müminlerin Emirliği kelimesinin kullanılıp benimsenmesi daha evladır. Ancak hadisi-i şerifte geçen Hilafet kelimesinin, Raşid Halifelerin dönemini vasfetmek için olduğu doğrudur; tıpkı Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurması gibi: فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “…O zaman sünnetime ve doğru yolum üzerinde bulunan Raşid Halifelerimin sünnetine sarılınız. Bu sünnetlere azı dişlerinizle sımsıkı sarılın.” Ancak buna rağmen onların tarihsel gerçeklikteki adlandırmaları, Halife ve Müminlerin Emiri ile Halife ve İmam arasında farklılık göstermiştir. Ama bu hadisin, özellikle lügat ve zihinsel vakıanın bu isimlendirmeye yönlendirmesi ve onu taşıyan kimseye de, ister veraset, ister despotluk, ister de başkaları olsun mevcut diğer sistemlere hükmetmede İslam Nizamını karakterize eden bir hususiyet vermesinden dolayı diğerlerine göre onun (Raşid Halifeler) kullanılmasını öncelediği kesindir…

Bu adlandırma açısındandı. Bu adlandırmanın vakıası ve anlamı açısından olana gelince; daha önce belirttiğimiz gibi İslam şeriatının hükümlerini ikame etmek ve İslam davetini dünyaya taşımak için dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Peki bu anlam nereden geldi ve bu başkanlığın kurulması tüm Müslümanlar için farz mıdır? Ve onun kurulması nasıl gerçekleşecek?

Bu anlamın kaynağı açısından olana gelince; Kitap, sünnet, sahabenin icması ve şerî kaideler bizim için en güzel cevaptır. Kerim Kitab’a gelince; Allahu Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ “Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına dair vaatte bulunmuştur.” [Nur 55] Ayet, Hilafet ve istihlaf kelimesini, Allah’a iman eden ve bu imanın gerektirdiği salih amellere bağlı kalan tüm insanlar için vurguladığı gibi bu iman üzere olduğu ve kendisini yönetecek birini görevlendirdiği sürece İslam ümmetinin topraklarındaki otorite ve yönetimi de vurgulamıştır; tıpkı Rasul Aleyhissalatu ve’s Selam’ın, Rabbinin bildirdiği yere intikal eder etmez ve uygulamanın sıhhatine bakılmaksızın İslami dönemler boyunca yapıldığı gibi.

Ayrıca Allahu Tela bu hususta şöyle buyurmuştur: فَاحْكُم بَيْنَهُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ عَمَّا جَاءكَ مِنَ الْحَقِّ “Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet ve sana gelen haktan (sapıp da) sakın onların hevalarına tabi olma.” [Maide 48] Ve şöyle buyurmuştur: وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ  “Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet. Onların hevalarına tabi olma ve Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın.” [Maide 49] Her iki ayetteki hitap şekli, Rasul Aleyhisselam’a yönetilmiş olsa da O’na has değildir, aksine tüm Müslümanlar için geneldir; bu da Allah’ın indirdikleriyle hükmetmelerinin Müslümanların da üzerine farz olduğunu göstermektedir. Tıpkı Rasul Aleyhissalatu ve’s Selam’dan sonra doğru yol üzere olan Raşid halifelerin hükmettiği, onların ardından da adil Halife Ömer İbn Abdulaziz’in -Allah hepsinden razı olsun- hükmettiği gibi. Böylece yeryüzünde İslami yönetimi ikame etmek, yani İslam ile yöneten Halife’yi ikame etmek ve İslam şeriatını tatbik edecek ve İslam davetini dünyaya taşıyacak Hilafeti ikame etmek Müslümanların üzerine farz olmaktadır.

Ayrıca Allahu Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin).” [Nisa 59] Bu emir, emir sahibine itaat etmektir; emir sahibi ise, Kitab’a (Allah’a itaat) ve sünnete (Rasul’e itaat) göre hükmeden yöneticidir. Bu ona itaat etme emri, onun varlığını farz kıldığı gibi onu icat etmek emrini de vacip kılmaktadır; çünkü Subhanehu’nun var olmayan bir şeye veya varlığı vacip değil de mendup olan bir kimseye itaat etmeyi farz kılması imkansızıdır. Özellikle de emir sahibinin varlığı yeryüzünde Allah’ın şeriatının hükümlerinin ikame edilmesine yol açarken onun yokluğu da İslam şeriatının yeryüzünde yok olmasına yol açıyorsa.

Bu ayetler ve benzerleri, Hilafet kelimesinin anlamının tüm Müslümanların genel başkanlığı olduğuna dair ilk delil olarak gelmiştir; nitekim Müslümanlar, bu dünyada kendilerini Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünnetine göre yönetecek birine biat edip onu kendi adlarına seçerler ve onun liderliğinde İslam davetini tüm insanlara taşırlar. َمَنْ أَحْسَنُ قَوْلاً مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve gerçekten ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” [Fussilet 33] اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ “(Rasulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” [Nahl 125] Ayrıca bu ve benzeri ayetler, insanlık tarihi boyunca Allah’ın insan aklı için kolaylaştırdığı maddi gelişmeye bağlı olarak farklı araç ve üsluplara bakılmaksızın bu tüm Müslümanların genel başkanlığının Rasul Aleyhissalatu ve’s Selam’ın belirlemiş olduğu metotla ikame edilmesinin vacip olduğuna dair ilk delil olarak gelmiştir.

Şimdi üzerinde olduğumuz hususla ilgili nâssları görmek için Sünnetü’l Mutahhara’ya geçiyoruz; orada Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu görüyoruz: من خلع يداً من طاعة الله لقي الله يوم القيامة لا حجة له، ومن مات وليس في عنقه بيعة مات ميتة جاهلية “Kim itaatten elini çekerse kıyamet günü hiçbir hücceti olmaksızın Allah’la karşılaşır. Kim de boynunda biat olmaksızın ölürse, cahilliye ölümüyle ölür.” Bu söz, her bir Müslümanın boynunda Halife için biat (halkası) olmasını gerektirmektedir, yani varlığından dolayı her bir Müslümanın boynundaki biatı hak eden bir Halifenin varlığını gerektirmektedir; bu da bugün Müslümanların durumunda olduğu gibi yokluğu halinde yeryüzünde Hilafeti yeninden tesis etmenin ve aynı şekilde Hilafet makamının biatın vacip olduğu Halife’den yoksunsa Halife’yi nasbetmenin vacip olduğu anlamına gelmektedir. Bu nebevi el-kerim nâssta, Halife’yi nasbetmenin metodu belirlenmektedir; dikkat edin bu, tıpkı Raşid Halifelerle yaptıkları, Sahabenin üzerinde icma ettiği ve bazı zamanlarda uygulamanın kötü olmasına bakılmaksızın Hilafet dönemleri boyunca tüm Halifelerin bununla amel etmeye hırs göstermeleri gibi Müslümanların biatıdır.

Yine Aleyhisselam’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz: سيليكم بعدي ولاة، فيليكم البر ببره والفاجر بفجوره، فاسمعوا لهم وأطيعوا في كل ما وافق الحق، فإن احسنوا فلكم، وإن أساؤوا فلكم وعليهم “Benden sonra sizi birtakım idareciler idare edecektir. Takvalı idareci sizi takva ile, facir (günahkâr) idareci sizi facirce idare edecektir. Hakka uygun olan hususlarda onlara itaat edin. Bu yöneticiler iyilik yaparsa sizin lehinize, kötülük yaparlarsa hem sizin hem de kendi aleyhlerinedir.” Bu da aynı şekilde Aleyhissalatu ve’s Selam’ın, kendisinden sonra gelen biri Müslümanların işlerini üstlendiğinde hakka uygun olan her şeyde ona itaat etmeyi ve hakka uygun olmayan şeylerde ise ona itaat etmemeyi farz kıldığını göstermektedir: لا طاعة لمخلوق في معصية الخالق “Yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.” Dolayısıyla Rasul Aleyhisselam’dan sonra emir sahibine ve Halife’ye itaat etmenin vacip olmasının medlulü-anlamı, bu Halife’nin varlığının ve bu Hilafetin ikame edilmesinin vacip olmasını gerektirir. Ayrıca bu hadiste, Müslümanların Halifelerinin arasında takvalı ve facir kimselerin olacağını ancak her durumda itaatin, Allah’ı razı eden ve O’nun Kitabı’na ve Rasulü’nün sünnetine bağlı kalan her şeyde vacip olduğuna dair bir işaret vardır.

Ayrıca Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu görüyoruz: إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ “İmam kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” Dolayısıyla Aleyhisselam, Halife’nin -ki biz de bu adlandırmayı tercih ettik-, şeriatı uygulamanın ve onun uygulanmasının devamının garantisi olduğunu, onun kaybolmasıyla uygulamanın kaybolduğunu ve Allah yolunda savaşın durduğunu vurgulamıştır; bu da Halife’nin varlığının ve Hilafeti ikame etmenin vacip olduğuna, aksi taktirde uygulamanın ve cihadın kaybolacağına delalet etmektedir ki İslam ümmeti olarak içinde olduğumuz durum, bunun en büyük şahidi ve delilidir.

Yine Aleyhissalatu ve’s Selam’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz: كَانَتْ بَنُو إسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأنْبِيَاءُ، كُلَّما هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ، وإنَّه لا نَبِيَّ بَعْدِي، وَسَتَكُونُ خُلَفَاءُ فَتَكْثُرُ، قالوا: فَما تَأْمُرُنَا؟ قالَ: فُوا ببَيْعَةِ الأوَّلِ، فَالأوَّلِ، وَأَعْطُوهُمْ حَقَّهُمْ، فإنَّ اللَّهَ سَائِلُهُمْ عَمَّا اسْتَرْعَاهُمْ  “İsrailoğulları, Nebiler tarafından siyaset ediliyordu (yönetiliyordu). Bir Nebi vefat edince, bir diğer Nebi ona halef oluyordu. Artık benden sonra Nebi yoktur. Halifeler olacak da çoğalacaklardır. Dediler ki: Öyleyse bize ne emredersiniz? Dedi ki: Önceki ilk biatınıza sadakat gösterin ve onlara haklarını verin. Muhakkak ki Allah, yönettikleri hakkında (ne yaptıklarını) onlara soracaktır.” Dolayısıyla Aleyhisselam, Hilafete yönelik bir anlaşmazlık olduğunda herkesten önce kendisine biatın gerçekleştiği Halife’ye itaat etmeyi farz kıldığı gibi Müslümanların yönetimini üstlenen kimsenin Halifeler olarak adlandırmanın tercih edilmesine yönelik güvenimizi de artırmaktadır. Nizamı Hilafet olarak adlandırmak, her ne zaman kaybolsa Hilafeti kurmak için çalışmayı gerektirir; çünkü biat emri, biat edilen kimsenin varlığını gerektirir; tıpkı Rasul Aleyhisselam’ın, Halifeyi nasbetmenin metodu olarak biatı ve Allah’a itaat üzere olduğu sürece her Müslümanın Halife’ye taahhüt ettiği sürekli itaat akdini farz kılması gibi. Yine Ebu Bekir es-Sıddık Radıyallahu Anh’ın şöyle dediği gibi: “Ben Allah’a itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edin. Ben isyan edersem artık bana itaat etmeyin.”

Ayrıca Aleyhisselam’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz: من كره من أميره شيئاً فليصبر عليه، فإنه ليس أحد من الناس خرج من السلطان شبراً فمات عليه إلا مات مميتة جاهلية “Kim emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse, ona sabretsin. Zira insanlardan, yönetimden bir karış da olsa dışarı çıkan bir kişi yoktur ki, onun o hal üzere ölümü cahiliyye ölümü olmasın.” Dolayısıyla Aleyhisselam, bir Müslümanın, ne kadar kötü olursa olsun hak üzere olduğu sürece Halife’ye verdiği biatı bozarak İslam’ın otoritesinden ve hükmünden çıkmasının haram olduğunu vurgulamış… Aleyhisselam, İslam’ın otoritesini ve hükmünün ikame edilmesini, onun gölgesinde kalınmasını ve Müslümanların bir Halife’yi nasbetmesini farz kılmıştır.

Yine Aleyhisselatu ve’s Selam’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz: وَمَنْ بَايَعَ إِمَاماً فَأَعْطَاهُ صَفْقَةَ يَدِهِ وَثَمَرَةَ قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ إِنِ اسْتَطَاعَ فَإِنْ جَاءَ آخَرُ يُنَازِعُهُ فَاضْرِبُوا عُنُقَ الْآخَرِ “Her kim bir İmama (Halifeye) biat edip elinin ayasını ve kalbinin semeresini verirse, gücü yettiğince ona itaat etsin. Eğer bir diğeri onunla (yönetimi ele geçirmek üzere) çekişmek için gelirse, o diğerinin boynunu vurun!” Ve şöyle buyurmuştur: إِذَا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ فَاقْتُلُوا الآخَرَ مِنْهُمَا “İki Halife’ye biat edilirse, onlardan sonuncusunu öldürün.” Dolayısıyla Aleyhisselam’ın, İmama yani Halife’ye itaat etmeyi emretmesi, onun ikame edilmesini ve biat yoluyla nasbedilmesini gerektirmektedir. Ayrıca kendisine biat edildikten sonra Hilafet ile çekişen kimseyle savaşmayı emretmesi, onun icat edilmesinin ve dünyanın doğusundaki ve batısındaki tüm Müslümanlar için çok olmayan tek bir Halife’nin varlığının sürekliliğini gerektirmektedir.

Bu Nebevi hadisler ve benzerleri, yukarıda geçen Hilafet kelimesinin anlamına, bu Hilafeti ikame etmenin ve onu nasbetme metodu biatın vacip olduğuna dair ikinci delil olarak gelmiştir.

Şimdi konumunuz bağlamında üzerinde icma ettiklerini görmek için Sahabenin icmasına geçiyoruz; Allah hepsinden razı olsun onların, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Halifesinin ikame edilmesi üzerinde icma ettiklerini görüyoruz. Zira Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Ömer Radıyallahu Anh, Osman Radıyallahu Anh ve Ali Radıyallahu Anh’ın, Rasul Aleyhissalatu ve’s Selam’ın vefatının akabinde O’nun defnedilmesini geciktirmeleri ve defnetmek farz olmasına rağmen O’nun Halifesini nasbetmekle meşgul olmaları, Halifeyi nasbetmenin, ölüyü defnetmekten daha önemli-öncelikli olduğunu göstermektedir. Hatta bu ölü, tüm yaratılanların en faziletlisi Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem olsa bile.

Ayrıca kimin Halife olması gerektiği konusunda ihtilaf etmelerine rağmen bir Halife’yi nasbetmenin farz olduğu hususunda icma ettikleri gibi Halifeyi nasbetmenin metodunun biat olduğu üzerinde de icma ettiler; dolayısıyla Rıvanullahi Aleyhim’in bu birçok icmayla ilgili tutumları, İslam’da yönetim nizamının sadece Hilafet olduğuna, onu ikame etmenin vacip olduğuna ve biatın da Halifeyi nasbetmenin metodu olduğuna dair üçündü delildir.

Son olarak dördüncü delil şerî kaidelere geçiyoruz; birinci kaidenin şöyle dediğini görüyoruz: (Bir vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı şey de vaciptir.) Dolayısıyla bu, yeryüzünde İslam şeriatını ikame edip tatbik etme ve İslam davetini tüm insanlara taşıma vacibinin ancak Halife’nin ve Hilafetin ikame edilmesiyle tamamlandığını teyit etmektedir. Bu iki vacibin birleşmesi, bu ikame edilmeyi vacip kılmaktadır; çünkü tatbik ve taşıma vaciplerinin varlığı sadece onunla-ikame etmekle tamamlanmaktadır.

Ayrıca ikinci kaidenin şöyle dediğini görüyoruz: (İmamın emri, zahiren ve batınen uygulanır.) Üçüncüsü şöyle diyor: (İmamın emri, ihtilafları kaldırır.) Bu iki kaide, emrinin Müslümanların hayatlarındaki fiillerinde zahiren ve nefislerinde de batınen uygulanması ve aralarındaki her türlü anlaşmazlığın ve ihtilafın giderilmesi için Hilafetin ve Halifenin ikame edilmesinin vacip olduğunu teyit etmektedir; ihtilaf meselesine yönelik şerî hükümden benimsenen şey işte budur… Nasıl olmasın ki; zira karmaşıklığın olabileceği ve etkisinin artabileceği görüş farklılığı, Müslüman olsun gayrimüslim olsun insanın doğasında olan bir şeydir. Dolayısıyla daha önceki nâssların işaret ettiği gibi Müslümanların işlerinin düzelmesi ve görüş ayrılığından veya olabilecek herhangi bir şeyden dolayı aralarında çıkan kavgadan sakınmaları gerekir; bu yüzden onların Halife veya emir sahibine itaat etmeleri, ondan birey veya bireylerin kerih gördükleri davranışlar sadır olsa da Halife hak üzere olduğu sürece zahirde davranışları ve filleri, batında ise kalpleri ve nefisleri için gerekli olan seciyelerden bir seciye haline gelir.

Şöyle diyen diğer kaideye gelince: (Haram kılıcı delil gelmediği sürece eşyada asıl olan ibahattır.) Bunu tamamlayan ise buna karşılık gelen şu kaidedir: (Fiillerde asıl olan şerî hükme bağlı kalmaktır.) Dolayısıyla bu iki kaide, eşyaların fiiller olmadığını ve şeriat, yeme, içme, giyecek ve benzeri şeyleri haram kıldığında diğer maddi şeyleri mubah kıldığını teyit etmektedir. Yani metin, haram olanı bazı eşyalarla sınırlandırmış ve diğer tüm eşyalara izin verip mubah kılmıştır; dolayısıyla sınırlanan haram istisna olurken asıl ve esas olan kapsamlı ibahattır. Bu eşyalar açısındandı. Fiiller ve davranışlar açısından olana gelince; buna yönelik nâss diğer kaidede müstakil olmuş ve Aleyhisselam buna şu kavliyle işaret etmiştir: من عمل عملاً ليس عليه أمرنا فهو رد “Her kim hakkında emrimiz olmayan bir amel işlerse o merduttur.” Dolayısıyla bu, şeriatın buna (fiillere) yönelik bakışının, eşyalara olan bakışından farklı olduğunu, yani onda asıl olanın, istisna olanın istisna kılınana yönelik nâsstan sonra haram olan eşyalar gibi mubah olmadığını, aksine onda (fiillerde) asıl olanın şerî hükümlere bağlı kalmak ve uymak olduğunu göstermektedir. Şöyle ki; bir Müslüman, kendi hakkındaki şerî hükmün, helal mi, haram mı, mendup mu, mekruh mu ve mubah mı olup olmadığını bilmeden bir fiil ve davranışta bulunamaz? Bu iki kaide, bizim bağlamında olduğumuz Hilafetin ve Halife’nin ikame edilmesi meselesine tatbik edildiğinde, onda asıl olanın mubah kılabileceğimiz bir eşya olduğunu görmüyoruz, aksine fiil olduğunu, dahası İslam, onun tatbik edilmesi ve taşınması hakkındaki fiillerin toplamı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla onda asıl olan, şerî hükme bağlı kalmaktır. Şerî hüküm ise, -yukarıda da belirttiğimiz gibi- Hilafetin ve Halife’nin bu isimle ikame edilmesinin ve kesin olarak bu nizamın tercih edilmesinin vacip olduğu noktasında oldukça açık ve nettir. Dolayısıyla herhangi bir varlık ortaya çıkar ve fert ve cemaat olarak bunun dışında bir fiil üzerine olursa, onun bu fiili Allah ve Rasulü tarafından reddedilmiştir. Peki onsuz Allah’ın şeriatı tatbik edilemiyor ve İslam daveti cihad yoluyla tüm insanlığa taşınamıyorsa o zaman Hilafetin kurulması en önemli fiil ve en ciddi amel olur mu? Onsuz vacip olan siyasi çalışmanın gerçekleşmediği İslami siyasi partilerin vaciplerin bir araya toplandığı Halife ve Hilafeti ikame etmek için çalışması, şeriatta uyulması gereken en önemli fiil ve en ciddi çalışma olur mu?! Peki bir kişi, eşyaların kaidesi ile fiillerin kaidesinin arasının karışmasına nasıl izin verebilir? Zira kişi, İslam’da yönetim nizamını, eşya değil de fiil olmasından dolayı Hilafet Nizamı ve sınırsız olarak Halife’ye itaat etmek olarak belirlemek yerine belirli bir süre için cumhuriyet olarak belirlemek gibi fiillerin mubah olduğunu söylerse o zaman bir hatanın içine düşmüş olur. Peki bir kişi nasıl olur da Hilafet Nizamının, sanki fiil değil de eşyaymış gibi ve sanki fiillerin toplamı değilmiş gibi sadece tarihsel bir geçmiş olduğunu iddia edebilir?!

Şerî kaideye gelince: (ا اجتهاد في موضع النص-Hakkında nâss bulunan bir meselede içtihat yapılamaz.) Dolayısıyla bu, nâssların İslam şeriatının iki kaynağı olan Kitap ve sünnet olduğuna işaret etmektedir. Delaleti katî olan açık nâsslarda ise içtihada izin verilmez. Allahu Teala’nın şu kavli gibi: وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا “Allah alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır.” [Bakara 275] Delaleti zanni olan nâsslara gelince; birçok anlamları olduğundan dolayı içtihada izin verilir. Allahu Teala’nın şu kavli gibi: وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ “Başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın.” [Maide 6] Bu kaide, delaleti zanni olan nâsslardan sahih bir içtihatla istinbat edilen müteaddit tüm hükümlerin İslami hükümler olduğunu teyit etmektedir. Bu yüzden hiç kimse, başkaları dışında sadece kendi içtihadının İslam’ın hükmü olduğunu, bir başkası da diğerleri dışında sadece kendi içtihadının İslam’ın hükmü olduğunu ve bir başkasının içtihadının küfür hükmü olduğunu iddia edemez. Aksine tamamı, İslami bir hükümdür. Dolayısıyla adlandırmanın zanni bir lafız olmasına bakmaksızın Hilafet Nizamı ve adlandırmalarına bakmaksızın birçok İslami partilerin olmasının mubah olması gibi muayyen bir mesele için İslam’da kendisi dışında bir hükmün olmadığı İslam’ın hükmü ile tek bir mesele için birden fazla olan İslam’ın hükmü arasında fark vardır.

Buna göre usul alimlerinin birçoğu (Makasıdü’ş Şeria ve Masalihu’n-Nas’ın) kendi zatlarında değil de aksine her birinin şeriattaki bir asla dayandığı noktasında ısrar etseler de usul alimlerinin bunların hükümler için delil olarak kabul edilmesi noktasındaki ihtilaflarına bakmaksızın Makasıdü’ş Şeria (şeriatın maksatları) ile Masalihu’n-Nas’a (insanların maslahatları) sözüne dönüp bakmaya yer yoktur. Zira Hilafet Nizamı ve İslami siyasi partilerin çok olması sözü, ister delaleti kati, isterse zanni olsun şerî nâsslara dayandığı sürece, buna dönüp bakmaya yer yoktur.