Devletin ve insanların menfaatine olacak işlerin idaresi bir takım genel müdürlük daire ve idareler tarafından yürütülür. Bunlar devlet işlerini ve insanların ihtiyaçlarını yerine getirmek için çalışırlar. Her bir alan için bir genel müdür, her bir daire ve idare için de orayı yönetme işini üstlenecek bir müdür tayin edilir ve bunlardan doğrudan sorumlu olur. Bu müdürler de bağlı bulundukları kuruluşun, daire ve idarelerinin üst yönetimini elinde bulunduran kişiye karşı, yaptıkları işler açısından sorumlu oldukları gibi; hükümlere ve genel düzenlemelere bağlılık açısından da vali ve amile karşı sorumlu olurlar.

İdari Yapı Yönetim Değil Yönetme Üslubudur

İdari yapı, fiilen uygulama üsluplarından ve bunun araçlarından birisidir. Buna dair özel bir delile ihtiyaç yoktur. Bunun aslına delalet eden genel delil yeterlidir.

Bu üsluplar, kulların fiilleri kapsamına giren hususlardandır. Dolayısıyla ancak şer’î hükümlere göre yürütülmesi gerekir denilemez. Böyle bir itiraz ileri sürülemez, çünkü bu fiiller, aslının genelliğine işaret eden şer’î delillerden çıkmaktadır. Bu genel delil, bu işten kaynaklanan diğer yan uygulamaları da kapsamına alır. Ancak, asıldan kaynaklanan bir işe dair şer’î delil gelmişse, o taktirde o delile uygun olarak ona tabi olunur. Mesela yüce Allah: “ve zekâtı veriniz” diye buyurmuştur. Bu genel bir delildir. Nisabın miktarı, amiller, kendilerinden zekâtın alınacağı sınıflar gibi bu emirden kaynaklanan diğer fiillere dair deliller de gelmiştir. Bütün bunlar; “ve zekâtı veriniz” emirinden kaynaklanan bir takım fiillerdir.

Bu ayette amillerin zekâtı toplarken ne şekilde toplayacaklarına dair delil yer almamaktadır. Bunlar, binek sırtında mı gidecekler, yoksa yaya mı gidecekler? Kendilerine yardımcı olmak üzere beraberlerinde ücretli başka kimseler tutabilirler mi, tutamazlar mı? Topladıkları zekâtı defterlere kaydedip, tesit ederler mi? Toplanıp bir araya gelecekleri bir yerleri olur mu? Zekat olarak topladıkları şeyleri koymak için, depo ve mahzenleri bulunur mu? Bu mahzenler, yer altında mı olur. Yoksa tahıl siloları gibi yerin üstünde mi bina edilir? Acaba nakitlerin zekâtı torbalarda mı toplanır, sandıklarda mı?

İşte bütün bunlar ve benzerleri; “ve zekâtı veriniz” emrinden dallanıp, budaklanan fiillerdir. Genel delil, bunların hepsini kapsamına alır. Çünkü bu keyfiyetlere dair özel delil varid olmamıştır. Bütün üslûplar aynı şekilde, böyledir. Çünkü üslûp, kendisi hakkında genel ve asli bir delilin gelmiş olduğu bir fiilden dallanıp, budaklanan bir iştir. Bundan dolayı ayrıca üslûplar için de bir delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Genel ve asli delili, üslûbun da delilidir.

İdari yapının kurulmasına, yani idareyi gerekli kılan her bir alanda raiyyenin işlerini idare edecek kimselerin tayin edilmesine gelince; bu asli bir uygulamadır, detay bir uygulama değildir. Bu nedenle bunun delile ihtiyacı vardır. Bunun delili ise Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in uygulamalarıdır. Allah’ın Rasulü hem yönetimi elinde bulunduruyor hem de idareyi yürütüyordu. Allah’ın Rasulü, tebliğ edici, uygulayıcı ve Müslümanları işlerini yerine getiren kimseydi. Onun tebliğ edici olduğu bilinen bir husustur.

Uygulayıcı olduğuna gelince: Gelen vahiyler ona, sadakayı (zekâtı) almasını emrediyordu. İşte bu, bir uygulamadır. Hırsızın elini kesmeyi, zina edeni recmetmeyi, iftirada bulunana celde vurmayı, yol kesip insan öldürenleri de öldürmeyi emrediyordu. Bunlar da bir emirin infazı ile ilgili hususlardır. Ayrıca Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendi elleriyle putları yıkmıştı. Bu da bir tenfizdi. Onları yıkıp, ortadan kaldıracak kimseleri de göndermiştir ki, bu da bir tenfizdir. Öldürür ve esir alırdı. Bu da bir tenfizdir. İnsanlara adaletli olmayı emrediyor ve kendisi de adaleti uyguluyordu. Bütün türleriyle suç ve günah işleyenlerin cezalarını uyguluyordu. İnsanları, kendilerine getirmiş olduğu vahye bir bütün olarak uymaya mecbur tutuyordu. İşte bütün bunlar birer tenfizdir.

Raiyyenin işlerinin görülmesine gelence: Allah’ın Rasulü raiyyenin faydasına olacak işleri idare ediyor, bunları idare etmek için de katipler atıyordu. Medine’de insanların işlerini idare ettiği gibi, kendisiyle birlikte bu işleri idare edecek kişileri de tayin ediyordu. Mesela Ali b. Ebi Talib, bir antlaşma yaptığı taktirde antlaşmaları yazardı. Barış metinlerini o kaleme alırdı. İşte bu bir idaredir. Fakat bir hükmetme (yönetim) değildir. Muaykıb b. Ebu Fatıma Peygamber’in mührünü saklamakla görevliydi. Bu da bir idaredir, yönetim değildir. Buhari tarihinde Muhammed b. Beşar’ın dedesinden şunu rivayet eder: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in mührü üzerinde gümüş olan renkli bir demirden yapılmıştı ve benim elimdeydi. El-Muaykıb, Allah’ın Rasulü’nün mühründen sorumluydu.” Muaykıb b. Ebu Fatıma aynı zamanda ganimetlerin yazıcısıydı, bu da bir idaredir, yönetim değildir. Huzeyfe b. El-Yemen Hicaz bölgesindeki hurma ağaçlarının ne kadar ürün vereceklerinin tahminlerini kaydediyordu. Bu da bir idaredir, yönetim değildir. Abdullah b. Erkam, kabileleri ve onlara ait suları yazıyordu.

İşte bütün bunlar Allah’ın Rasulü’nün, bizzat yönetim işini ifa ettiği gibi idareyi de ifa ettiğinin delilidir. Ancak Allah’ın Rasulü, ganimetleri yazmak, meyvelerin miktarını tahmin etmek gibi net ifadelerle tayin ettiği müdürlerin yerine getirmeleri gereken işleri de sınırlandırıyordu. Fakat Allah’ın Rasulü, bu işleri yerine getirmek üzere görevlendirdiği bu müdürlerin yapmaları gereken diğer detayları sınırlamıyor ve belirlemiyordu. Bu nedenle herhangi bir işi yerine getirmekle emrolunmuş kişi, bu işi en kolay yoldan gerçekleştirecek şekilde herhangi bir üslûbu seçebilir.

Genel Müdürlüklerin Teşekkülü, İşleri Gözetme Kapsamına Girer

Diğer taraftan bu tür ihtiyaçların karşılanması, işlerin gereği gibi görülüp, gözetilmesi kapsamına girdiğine, işlerin görülüp gözetilmesi ise Halife’nin yetkisinde bulunduğuna göre Halife, uygun göreceği herhangi bir idari üslûbu benimseyerek, gereğinde uygulama yapılmasını emredebilir. Halife, bütün idari yasa ve düzenlemeleri koyma, insanları bunlara göre hareket etmeye mecbur etme hakkına sahiptir. Çünkü bunlar fer’i işlerdir. Halife, bunlardan herhangi birisini emredebilir ve insanları başkasını terk ederek yalnızca ona bağlı kalmak zorunda bırakabilir. Böyle bir durumda ise, ona itaat gerekir. Halife’nin, tabilerini benimsediği bir hükme bağlanmaya mecbur kılması, diğerlerinin terk edilmesini gerektirir. Bu da hükümlerden herhangi birisini benimsemek gibidir. Aralarında hiç bir fark yoktur ve Halife, böyle bir şeyi kabul etmekle şer’î hükümlerin dışına çıkmış sayılmaz.

Burada şöyle bir itiraz ileri sürülemez: “Üslûpların mübah olduğu için herkesin uygun göreceği üslûbu yerine getirebilir. Çünkü, Halife herhangi bir mübahı yapmaya mecbur tutup, bir diğer mübahı yasaklayacak olursa, yasakladığı mübahı haram etmiş olur.”

Böyle bir şey söylenemez. Çünkü Halife’nin muayyen bir üslûbu benimsemesi, mübah olan bir şeyi farz, bir diğer mübahı da haram kılmak anlamına gelmez. Aksine Halife, şeriatın kendisine tanıdığı değişik hükümler arasından herhangi bir hükmü benimseme ve bunları fiilen uygulamaya götüren bir yolu benimsemektedir. Halife’nin hüküm benimseme yetkisi, benimsediği hükümleri uygulamaya götüren üslûbu benimseme yetkisini de kapsar. Bu nedenle Halife, böyle bir üslûbu benimseyebilir. Raiyye de onun benimsediğine bağlı kalmakla yükümlüdür. Eğer bunun dışındaki yolları raiyesine yasaklamışsa, raiyyenin başka bir yol izlemesi mübah değildir.

Üstelik böyle bir mübah, raiyyenin işlerini görüp, gözetmek için kullanılan bir mübah olmakla birlikte bu yalnızca Halife için ve işlerin görülme üslûbunu belirlemek için bir mübahtır. Çünkü işleri gereği gibi gözetme hak ve yetkisi onundur. Bütün insanların bu, konuda seçme hakkına sahip olmalarının mübah olması söz konusu değildir. Çünkü bütün insanlar işleri görüp gözetme yetkisini ellerinde bulunduramazlar. Bundan dolayı Halife’nin benimsediği yola bağlı kalmanın vücubu, mübah olan bir şeyin farz kılınması kapsamına değil itaatin farz olması kapsamına girer.

İdari Bölümler

Bu bölümler, idare açısından yapılan düzenle-melerdir. İdari bölümler, esas itibariyle idarenin gerçek hayattaki durumundan alınmıştır. Çünkü idarenin gerçek yapısını incelediğimizde, bizzat Halife’nin veya yardımcılarının ifa ettiği birtakım işlerden ibaret olduğunu görürüz. İster yönetim, yani şeriatın uygulanması bakımından olsun, ister idare yani insanların bir takım fer’i iş ve menfaatlerinin yerine getirilmesi bakımından olsun durum aynıdır. Bunların ise bir takım belli üslûp ve araçlara ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, sorumluluklarını yerine getirebilmesi için gerek duyulan işlerin idaresini yürütmek üzere Halife’nin özel bir yapı oluşturması kaçınılmazdır. Yine bu inceleme sonucunda, insanların, yerine getirilmesini istedikleri bir takım iş ve menfaatlerinin bulunduğunu görürüz. Bunlar ise raiyye ile ilgilidir. Bu işlerin görülmesi için de belli bir takım üslûp ve araçlara gerek vardır. Bu açıdan da insanların ihtiyaçlarının görülüp yerine getirilmesi için özel bir yapının bulunması kaçınılmazdır.

Sözü geçen bu yapı; genel müdürlüklerden, dairelerden ve idarelerden oluşur. Genel müdürlük, devlet işlerinde herhangi bir kimsenin üstlendiği en üst idari makamıdır. Öğretim, sağlık, ziraat, sanayi ve benzerleri gibi. Genel müdürlük makamı, bizzat bu işin idaresini ve buna tabi olan diğer daire ve idarelerin yönetimini üstlenir. Daireler ise, bizzat dairenin işlerini ve buna bağlı diğer idarelerin işlerini üstlenir. İdare; bizatihi idarenin işlerini üstlendiği gibi ona bağlı diğer bölüm ve kısımların işlerini de idare eder.

Genel müdürlük, daire ve idareler; devlet işlerinin ve insanların ihtiyaç duyacakları işlerin yerine getirilmesi için kurulur.

Genel müdürlük, daire ve idarelerin işlerini yürütmek üzere sorumlular atamak kaçınılmaz bir şeydir. Bu nedenle her genel müdürlüğe, işleri idare edecek bir genel müdür atanır. Bu genel müdür, kendi müdürlüğüne bağlı bütün daire ve dairleri kontrol eder. Müdürlüğü kapsamına giren her daire ve idareye bir müdür tayin eder. Bunlar, tayin edildikleri dairelerden, idarelerden ve bağlı bölümlerinden doğrudan doğruya sorumludurlar.

Bu açıklamalar, genel müdürlükler ya da devlet daireleri diye adlandırılan kurumların gerçek yapısına dair bir açıklamadır. Çünkü bunlar tüm raiyye ve devletin egemen olduğu alan içerisinde yaşayan herkese ait organlardır. Geçmişte bunlar “divan” olarak isimlendirilmiştir. Bu gibi genel müdürlükler ya da divanlar, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde özel bir düzenleme ile mevcut değillerdi. Bunun yerine Allah’ın Rasulü, her bir genel müdürlük için bir katip tayin ederdi. İşte müdür de, katip de, her şey de o kişiydi.

İslâm’da divanı ilk kuran kişi, Ömer b. El-Hattab (radiyallahu anh)’dır. Onun divan oluşturmasının sebebi şudur: Ömer, bir kafile göndermişti. Yanında da Hürmüzan bulunuyordu. Hürmüzan, Ömer (radiyallahu anh)’a şöyle dedi: “Bu kafilede bulunanlara sen, bir takım mallar vermiş bulunuyorsun. Şayet onlardan biri geri gelmez ve olduğu yerde kalıp gecikecek olursa senin bu iş için tayin ettiğin görevli, bunu nereden bilecektir? Sen, onlar için bir divan tespit et.” Ömer, ona divanın ne olduğunu sorunca; o da Ömer’e divanın ne olduğunu açıkladı.

Abid b. Yahya el-Haris b. Nüfeyl’den şu olayı rivayet eder: Divanları tertiplemek hususunda Ömer (radiyallahu anh), Müslümanlarla danıştı. Ali b. Ebi Talib (radiyallahu anh), ona şöyle dedi: “Her sene elinde toplanan bütün malı paylaştırırsın ve ondan hiç bir şeyi elinde tutmazsın.” Osman bin Afvan (radiyallahu anh) da şöyle dedi: “Ben, insanların eline çok mal geçeceği görüşündeyim. Kimin alıp, kimin almadığı kaydedilmeyecek olursa, işin karışacağından korkarım.” Bunun üzerine Velid b. Hişam bin Muğire şöyle dedi: “Ben, Şam’da bulunuyordum. Oranın hükümdarlarının divanlar tertip edip askerler ve ordular hazırladıklarını gördüm. Sen de bir takım divanlar tertip et. Askerleri ordular halinde düzenle. Ömer, onun bu tavsiyesini kabul etti ve Kureyş’in gençlerinden. Akîl bin Ebu Talib, Mehreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut’im’i çağırdı ve onlara şöyle dedi: “İnsanları mevkilerine göre yazınız.”

İslâm’ın Irak’ta egemen oluşundan sonra, tahsilatın tespit edildiği divanlar ile, toplanan malları gösteren divanlar daha önce oldukları hal üzere bırakıldı. Şam divanları Rumcaydı. Çünkü önceden oralar Rumların toprakları içerisinde kalıyordu. Irak divanı ise Farsça olarak yazılıydı. Çünkü orası da önceden Farsların egemenliği altında bulunuyordu. H. 81 yılında Abdülmelik b. Mervan zamanında Şam divanı Rumca’dan Arapçaya nakledildi. Daha sonraları ise ihtiyaca göre ve raiyyenin maslahatları gerektirdikçe yeni yeni divanların oluşturulması birbirini takip etti.

Ordu mensuplarının isimlerinin ve maaşlarının belirtildiği orduya ait özel divanlar oluşturuldu. Ayrıca, vergilere ve haklara, valilerin ve amillerin görevlendirilmelerine ve azledilmelerine, beytülmalın gelir ve giderlerine ve diğer işlere ait özel divanlar oluşturulmuştur. Duyulan ihtiyaca göre divanlar oluşturuluyordu. Üslûp ve araçların değişmesi nedeniyle divanların üslûbu da çağdan çağa değişebiliyordu.

Divana bir başkan tayin edilir, onun da emri altına bir takım memurlar atanırdı. Bu başkana, bazen kendi memurlarını atama yetkisi verildiği de oluyordu. Kimi zaman da başka makamlar tarafından bu memurlar atanıyor, emri altına veriliyordu.

Buna göre genel müdürlükler yahut divan adı verilen kurumların kurulmasına olan gereksinim, bu ihtiyacın gereklerini karşılayacak çalışma, üslûp ve onu ifa edecek araçların bulunmasına bağlıdır. Her asırda bunların farklı olması, her bir vilayette değişiklik arz etmesi, her beldede bunları farklı şekillerde olması da mümkündür.

Genel müdürlüklerin veya divanların kurulması açısından durum budur. Bu memurların sorumluluklarına gelince: Bunlar, aynı zamanda hem ücretle çalıştırılan kimselerdir, hem de raiyyenin fertlerindendirler. Bunlar ücretli, yani işlerini ifa eden kimseler olmaları bakımından idarede başkanlarına karşı yani daire müdürüne karşı sorumludurlar. Raiyyeden olmaları bakımından ise valiler ve yardımcılar gibi yöneticilere karşı sorumludurlar. Halifeye karşı da sorumludurlar. Aynı zamanda şer’î hükümlere, idari tüzük ve düzenlemelere bağlı kalmakla da kayıtlıdırlar.

Genel Müdürlüklerin Yönetim Politikası

Genel müdürlüklerin yönetim politikasının esası; düzenlemede basitlik, işlerin görülmesinde sürat ile bu idarelerde görev alacak kimselerde de yeterlilik esası üzere kurulur. Bu da müdürlüğün işlerinin yerine getirilmesi realitesinden alınan bir esastır. Herhangi bir işi olan kimse onun çabucak görülmesini, en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesini arzu eder. Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: إن الله مُحسنٌ يحبُّ الإحسانَ إلى كلِّ شيء، فإذا قتلتم فأحسِنوا القِتْلة، وإذا ذبحتم فأحسنوا الذَّبحَ “Şüphesiz Allah, her şey hakkında ihsanı (güzel bir şekilde yapmayı) takdir buyurmuştur. O bakımdan öldürecek olursanız, güzel öldürünüz. Bir hayvan boğazlayacak olursanız; güzelce boğazlayınız.” (Müslim, 3610; Tirmizi, 1329; Nesei, 4329, 4336; Ahmed b. Hanbel, 16516; Daremi, 1888 Şeddat b. Evs yoluyla rivayet edilmiştir.)

Buna göre işlerin yerine getirilmesinde ihsana riayet şeriat tarafından emredilmiştir. İşlerin görülmesinde bu ihsana ulaşabilmek için ise, idarede şu üç niteliğin bulunması kaçınılmazdır:

Birincisi; düzenlemede eşitlik. Çünkü bu kolaylığa götürür. Karmaşıklık ise zorluk çıkarır.

İkincisi; işlemlerin gerçekleştirilmesinde hız. Çünkü bu, işi düşen kimsenin işinin kolaylaştırılması sonucunu verir.

Üçüncüsü ise, işin başına getirilecek görevlinin yetkin ve işi görebilecek seviyede olması. Bizzat işi yerine getirmek bunu gerektirdiği gibi, yapılan işin güzelce yapılması da bunu gerektirmektedir.

Devlet Organlarında Görev Alma Hakkına Sahip Olanlar

İslâm devleti tebaasından olup, görevi ifa edebilecek şartları kendisinde taşıyan herkes erkek veya kadın, müslim ya da gayri müslim olsun, herhangi bir genel müdürlüğün başına genel müdür olarak tayin edilebilir, orada görevli bir memur olarak görev alabilir.

Bu hüküm, icareye dair hükümlerden alınmıştır. İster Müslüman olsun ister gayrimüslim olsun kayıtsız ve şartsız olarak başkalarını ücretli olarak çalıştırmak caizdir. Buna sebep ise, icareye ait delillerin umum ifade etmesidir. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: فَاِنْ اَرْضَعْنَ لَكُمْ فَاٰتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّۚ وَأْتَمِرُوا بَيْنَكُمْ “Eğer, sizin için çocuğu emzirirlerse o kadınlara ücretlerini veriniz.” (Talak 6)

İşte bu, umumi bir emirdir. Buhari Ebu Hüreyre’den şu hadisi rivayet etmektedir: قَالَ اللّه: ثَلَاثَةٌ أَنَا خَصْمُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَرَجُلٌ اسْتَأْجَرَ أَجِيرًا فَاسْتَوْفَى مِنْهُ وَلَمْ يُعْطِه أَجْرَهُ “Yüce Allah şöyle dedi: Kıyamet günü ben üç kişinin hasmıyım. . . Bir kimseyi ücretle tutup ondan faydalandığı halde ücretini vermeyen adam.” (Buhari 2109)

Bu genel bir ifadedir. Allah’ın Rasulü (Sallallahu aleyhi ve sellem), Deyl oğullarından birisini henüz kavminin dininden ayrılmamış olduğu halde ücretle tutmuştur. İşte bu da Müslüman olmayan bir kimsenin tıpkı Müslüman gibi ücretle tutulmasının caiz olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, erkeğin ücretle tutulması caiz olduğu gibi, kadının ücretle çalıştırılması da caizdir. Buna sebep ise yine bu konudaki delillerin genel olmasıdır. Bu nedenle kadının, devlet dairelerinden herhangi birisinde müdür olması veya o dairede görev alan memurlardan bir memur olması caizdir. Müslüman olmayan bir kimsenin de aynı şekilde devlet dairelerinden birisine müdür olması, orada çalışan memurlardan birisi olması da caizdir. Çünkü hepsi ücretle çalışan kimselerdir. İcareye dair deliller ise umumidir.

Bu görevliler arasında olabilmek için “tebaa” şartının aranmasıyla genel olan bir hükmün tahsis edilmesinin nedeni, şer’î hükümlerin uygulanma kapsamına girmeleridir. Çünkü İslâm Devleti’nin tabiiyetini taşımayanlara yani İslâm diyarını yurt edinmemiş kimselere Müslüman olsalar dahi İslâm hükümleri uygulanmaz. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in ordu komutanına yaptığı tavsiyeleri arasında şunlar yer almaktadır: ثم ادْعُهم إلى الإسلام فإن أجابوك فاقْبَلْ منهم. ثم ادْعُهم إلى التَّحَوُّل مِن دارهم إلى دار المهاجرين، وأَخْبِرْهم أنهم إن فَعَلُوا ذلك فلهم ما للمهاجرين وعليهم ما على المهاجرين، فإن أَبَوْا أن يَتَحَوَّلُوا منها فأَخْبِرْهم أنهم يكونون كأَعْرَاب المسلمين يَجْرِي عليهم حُكْمُ الله تعالى، ولا يكون لهم في الغَنِيمَة والفَيْء شيءٌ إلا أن يُجَاهِدُوا مع المسلمين، فإن هم أَبَوْا فاسْأَلْهم الجِزْيَةَ، فإن هم أجابوك فاقْبَلْ منهم وكُفَّ عنهم، فإن هم أَبَوْا فاستَعِن بالله وقَاتِلْهم. “Sonra onları yurtlarından muhacirlerin yurduna göçmeye davet et. Ve onlara şunları bildir: Eğer böyle yapacak olurlarsa muhacirlerin lehine olan, onların da lehinedir. Muhacirlerin aleyhine olanlar onlar için de geçerlidir.” (Müslim, 3261; Ebu Davud, 2245; İbni Mace, 2849; Süleyman b. Büreyre’den rivayet edilmiştir.)

Bunun anlamı ise şudur: Eğer yurtlarını değiştirmeyecek olurlarsa, lehimize olan onların lehine olmaz ve bizim üzerimizde görev olan da onlar için görev olmaz, Müslüman olsalar dahi. O halde sözü geçen bu durumlar kendilerine İslâm hükümleri uygulanan kimseler içindir. Yoksa şer’î hükme göre icare delilerinin genelliği dolayısıyla İslâm devleti tebaası olmayanların da ücretle tutulmaları caizdir.

Devlet Memurları Ücretle Çalıştırılan Kimselerdir

Devletteki müdürler ve memurlar, icare hükümlerine uygun olarak ücretle çalışan kimselerdir. Onların tayinleri, görevden alınmaları, görev yerlerinin değiştirilmesi ve görevleri çerçevesinde cezalandırılmaları, bağlı bulundukları idare veya dairelerinin genel müdürlüğünü yapan kimseler tarafından idari düzenleme ve mevzuata uygun olarak yapılır.

Bu da icare hükümlerinde alınmıştır. Ücretle çalışan bir kimsenin akdin gereği olan şartlara bağlı olması gerekir. Aynı şekilde karşılıklı akit yapılırken her iki taraf da taahhüt ettiği şeylere bağlı kalmak zorundadır. Çünkü akit, karşılıklı olarak yapılan ittifaka uygun hareket etmek hususunda tarafları bağlayıcıdır. Bu nedenle ücretli, belli bir süre ile ücretli tutulacak olursa, belirlenen süreden daha önce görevinden azledilmesi sahih olmaz.

Bu konudaki idari düzenlemelere bağlı kalmaya gelince; bunlar icare şartları mesabesindedir. İcare şartları ise, eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi gereken şeyler arasındadır. Çünkü Allah’ın Rasulü şöyle buyurmaktadır: المسلِمون على شُروطِهم “Müslümanlar, şartlarına bağlıdırlar.” (Ebu Davud Ebu Hüreyre’den rivayet etmiştir.)

Memurların bir işten başka bir işe nakledilmeleri de icare akdine bağlı bir şeydir. Bu konuda tayin akdine uygun uygulama yapılır.

Memurların; tayin edilmeleri, bir yerden bir başka yere nakledilmeleri, disiplin cezalarına çarptırılmalarından ve görevlerinden alınmaları, daire ya da idarelerin bağlı bulunduğu daha üst idare veya genel müdürlüğü yürüten kimseye aittir. Çünkü kendisine havale edilen sorumluluk gereğince bu konuda yetki sahibi odur.