Cihad Emiri Halife’nin hariciye, harbiye iç güvenlik ve sanayi alanlarını kontrol edip, idare etmek üzere emir olarak tayin ettiği kişidir.

Bu dört sahanın tümünün -bu alanları kontrol altında bulundurmakla birlikte- cihad ile ilişkili olmasından dolayı ona “Cihad Emiri” denilmiştir. İster barış, ister savaş zamanlarında olsun, dış ilişkiler, cihad menfaatinin gerektirdiği şekilde geliştirilir. Harbiye, (savaş ilişkileri), cihad için hazırlanmış, bunun için oluşturulmuş, donatılmış ve silahlandırılmış ordu ile alakalıdır. İç güvenlik, devletin korunması ve himaye edilmesi içindir. Devlet içerisinde güvenliğin sağlanması çerçevesinde yapılması gereken işlerden sayılan devlet otoritesine karşı çıkanların ve yol kesenlerin engellenmesi işi, esas itibariyle cihad için hazırlanmış olan ordunun bir parçası olan polis güçleri tarafından gerçekleştirilir. Sanayi, cihad için orduya silah, araç ve gereçlerini hazırlamak içindir. Bu nedenle bütün bu alanlar cihad ile ilişkilidir. Bunların emirine, Cihad Emiri adının verilişi de buradan gelmektedir.

Yönetici olmamakla birlikte ona “emir” adının verilmesi ise, birçok emre gerek duyan iş ve çalışma alanının genişliği dolayısıyla kendisinden pek çok emrin sadır olmasından dolayıdır. Zira, emir kelimesi faîl vezninde “mübalağa ismi fail” olup gece ve gündüz çokça emreden kimse anlamına gelmektedir. Sonsuz rahmet sahibi olan merhametliye, mübalağa ismi olmak üzere Rahîm denilmesi gibi.

Cihad Emirinin idaresi dört daireden oluşmaktadır:

1- Hariciye Dairesi

2- Savaş Dairesi

3- İç güvenlik Dairesi

4- Sanayi Dairesi

Bu dört daireyi kontrol edip, idare eden Cihad Emiridir.

Cihad İslâm’ın, İslâm davasını dışarıya taşımak için koyduğu yolun adıdır. İslâm davasının dışarıya taşınması, içerde İslâm hükümlerinin uygulanmasından sonra İslâm Devleti’nin asli faaliyeti olarak kabul edilir. Bundan dolayı cihad hükümleri; savaş ve barış, anlaşmalar ve ateşkes, diğer devletlerle ve varlıklarla ilgili dış ilişkileri ilgilendiren hükümleri de kapsar. Aynı zamanda ordu hükümleri, ordunun hazırlanması, eğitilmesi, komutanlıkları, bayrak ve sancaklarına dair hükümleri de ihtiva eder. Diğer taraftan ordunun silahları ve tam bir hazırlığın kendisiyle imkan dahilinde gerçekleşebileceği savaş sanayisinin gerekli şekilde hazırlanması da bu kapsam içerisindedir. Yapılacak bu hazırlıklar ile, görünen düşman ile görünmeyen gizli düşman korkutulabilir. Cihada dair hükümler aynı zamanda devlet içinde düzenin sağlanması, herhangi bir kimsenin devlete karşı çıkmasının önlenmesi, yahut devlet içerisinde yol kesiciliği veya devlet içi güvenliği sarsmayı veya devletin himayesinde bulunan riayyeye karşı suç işlemeyi önlemek gibi hükümleri de kapsar.

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), cihad işlerinin tümünü bizzat kendisi yerine getiriyordu. Ondan sonraki Halifeleri de böyleydi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve aynı şekilde onun Halifeleri, birtakım cihad işlerini veya tümü için -ister ordunun hazırlanışı, ister fiilen savaşmak, ister barış ve ateşkes anlaşmaları akti yapmak, ister dış ilişkileri yürütmek, isterse de ayaklananlara (haricilere) ve mürtedlere karşı savaşmak ile ilgili olsun- bazı kişileri tayin ediyorlardı.

Halife’nin bizzat yaptığı işlerin kendi adına vekaleten başkası tarafından yapılmasını istemesi caizdir. İşte Cihad Emirinin tayin edilmesi ve cihad dairesinin oluşturulması da buradan gelmektedir.

Cihad Emiri Dairesi, cihad ve hükümleri ile ilgili olduğundan dolayı vakıası itibarı ile dış ilişkileri de kapsamaktadır. Çünkü bütün dış ilişkiler savaşla ilgili alanları kapsadığı gibi aynı zamanda İslâm davetinin taşınması esası üzerine kuruludur. Çünkü cihad Allah’ın kelimesini yükseltmek için, Allah yolunda savaştır. Savaş ise orduyu, ordu için hazırlıkların yapılmasını, ordu komutanlıkların, kurmayların, subay ve askerlerin oluşturulmasını, ordunun eğitilmesini, araç-gereç ve her türlü mühimmatın hazırlanmasının gerektirmektedir.

Ordu için silahın, silah için de sanayinin kurulması kaçınılmazıdır. Bu nedenle sanayi, ordunun ve cihadın gerekleri arasında yer alır. Dolayısıyla ülkedeki tüm fabrikaların savaş sanayisi esasında göre kurulu olmasını gereklidir. Buna göre sanayi Cihad Emirine tabi olmalıdır.

Ordu, daveti dışarıya taşımak için cihadı yerine getirdiği gibi, aynı zamanda devleti korur ve himaye eder. Bundan dolayı devlete karşı ayaklananlara, bâğilere ve yol kesicilere karşı savaşmak, ordunun görevleri arasında yer alır. Bu nedenle iç güvenlik, cihada, Cihad Emirine ve Dairesine tabidir. Bu açıklamalara göre Cihad Emirinin Dairesi; Hariciye, Savaş, İç Güvenlik ve Sanayi Dairesi olmak üzere dört daireden oluşmaktadır.

Savaş Dairesi

Savaş Dairesi, silahlı kuvvetlerle ilgili bütün işleri üstlenir. Bu çerçevede; ordu, polis, araç-gereç, silah, mühimmat ve buna benzer silahlı kuvvetlerle alakalı her şeyi hazırlar, askeri akademiler açar, askeri heyetler hazırlar ve bunlar için gerekli olan her türlü İslami kültürü, ordu için gerekli olan genel kültürü verir. Savaş ve savaş için hazırlıkla alakalı her türlü işi üstlenir.

Savaş Dairesi bütün bunları yerine getirmeyi görev olarak üzerine alır ve bunları kontrol eder. Bu dairenin adı “savaş” ve “kıtal” ile ilgilidir. Savaşın orduya ihtiyacı vardır. Ordunun ise hazırlık yapmaya, komutanlarından kurmaylarına, subaylarına, askerlerine kadar her türlü oluşuma ihtiyacı vardır.

Ordunun bayrak ve sancakları vardır. Aynı şekilde ordunun oluşturulması için de bedeni ve teknik eğitime ihtiyaç vardır. Bu da gösterdikleri tekamüle uygun olarak çeşitli silah ile savaş tekniklerini kapsar. Bundan dolayı teknik ve askeri eğitim, ordunun gereklerindendir. Savaş teknikleri için gerekli olan bedeni, teknik ve silahlı eğitimler, ordu için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

Ordu; İslâmi bir ordu, İslâm davasını taşıyacak Hilâfet Devleti’nin ordusu olmasından dolayı genel olarak İslâmi bir kültüre sahip olması lazımdır. Aynı şekilde savaş ve savaş hükümleriyle ilgili İslâm kültürüne, savaş, barış, ateşkes, antlaşma, çeşitli ittifaklar ve bütün bunların teferruatına dair kültürel bilgiye sahip olmayı gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı bütün kademeleriyle askeri akademiler ve askeri heyetler, Savaş Dairesinin yetki alanı içerisindedir.

Ordunun içerisinde “polis” diye bilinen iç güvenlik ile ilgili özel bir bölüm  bulunmalıdır. Ordu ve ordunun bir parçası olan polis için gerekli olan bütün silah, araç, gereç ve mühimmatın hazırlanması kaçınılmazdır. Aynı şekilde gerekli erzakın ve donanımın da hazırlanması gerekmektedir.

İşte bundan dolayıdır ki, Savaş Dairesi bütün bu alanları kapsamaktadır.

ORDU

Yüce Allah; Müslümanları, İslâm mesajını bütün dünyaya taşıma görevi ile şereflendirmiştir. Bunu için de davet ve cihad yolunu belirlemiştir. Bu nedenle ham cihadı hem de askeri eğitimi Müslümanlara farz kılmıştır.

On beş yaşına gelen her bir erkeğe cihada hazırlanmak üzere askeri eğitimi farz kılmıştır. Askere alma işi ise farz-ı kifayedir.

Onun gerekçesi ise şu ayetlerdir: وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” (Enfal 39)

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmaktadır: جَاهِدُوا المشركين بأموالكم وأنفسكم وألسنتكم“Mallarınızla, ellerinizle ve dillerinizle; müşriklere karşı cihad ediniz.” (Buhari, 2143; Ahmed b. Hanbel, 11798, 13146; Daremi, 2324; Enes yoluyla rivayet edilmiştir.)

Şer’an istenen şekilde düşmanın kahredilip, ülkelerin fethedilebilmesi savaşmak bugün de kaçınılmaz olduğuna göre askeri eğitim de şu şer’î kaide gereğince cihad gibi farz olur: “Bir vacibin tamamlanabilmesi için gerekenler de vaciptir.” Çünkü savaşma talebi askeri eğitimi de kapsamaktadır. “Onlarla savaşınız” emri genel bir emir olup savaş emrini vermektedir. Dolayısıyla bu emrin yerine getirilebilmesi için gereken her şey de farzdır. Çünkü Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar güç hazırlayınız.” (Enfal 60)

En yüksek seviyede askeri eğitim bilgi ve beceri güç hazırlama kapsamına girer. Çünkü savaşma imkanına sahip olabilmek için bunların varlığı kaçınılmazdır. O halde askeri eğitim de tıpkı araç, mühimmat ve bunlara benzer şeyler türündendir. Askere alma ise, insanları sürekli bir şekilde silah altında orduda asker olarak bulundurma işidir. Bu da fiilen cihadı ifa eden ve cihadın gereklerini yerine getiren mücahidlerin ortaya çıkartılması anlamına gelir. Bu ise bir farzdır. Düşman bize hücum etse de etmese de cihadı yerine getirmek, sürekli ve devamlı bir farizadır. İster İşte buradan hareketle, askere alma, farz-ı kifayedir.

Ordunun Kısımları

Ordu iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı ihtiyatlardan oluşur. Bunlar ise, silah taşıyabilme gücüne sahip tüm Müslümanlardır. Bir kısmı da sürekli askerdirler. Bunlara devlet bütçesinden tıpkı diğer memurlar gibi maaş tahsis edilir.

Bu da cihadın farz oluşundan ötürüdür. Her Müslümana cihad farz kılınmıştır. Cihad için gereken eğitimi yapmak da farzdır. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ihtiyat ordusundandır. Çünkü cihad olanlara farzdır. Onların bir bölümünün sürekli olarak asker olmalarının delili; “Bir vacibin yerine getirilebilmesi için gerekenler de vaciptir” şer’î kaidesidir. Çünkü sürekli olarak cihad farizasını yerine getirmek, İslâm beldesini himaye edip, Müslümanları kâfirlerden koruyabilme farizası sürekli bir ordu bulunmaksızın yerine getirilemez. İşte imamın daimi bir ordu meydana getirmesinin farziyetindeki gerekçe budur.

Sürekli olarak ordu içerisinde bulunan askerlere memurlar gibi maaşların tahsis edilmesine gelince: Bu durum askerler arasında bulunan gayr-i müslimler için açık bir husustur. Çünkü kâfirlerden cihad etmeleri istenmez. Eğer Müslümanlarla birlikte savaşmak isterlerse kabul edilebilir. Bu durumda onlara bir mal verilmesi caizdir. Tirmizi’nin Zühri’den rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem), kendisi ile birlikte savaşa katılan bir Yahudi topluluğa pay verdi.” (Tirmizi)  Bir diğer rivayete göre de; “Safvan b. Ümeyye, müşrik olduğu halde Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem)’le birlikte Huneyn savaşına katıldı. Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem) kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerle birlikte Huneyn ganimetlerinden ona da pay verdi.” (İbni Hişam) Yine İbni Hişam’dan gelen bir rivayet şöyledir: “İçimizde, kim olduğu bilinmeyen, Kuzman denilen garip bir adam vardı. Ondan bahsedildiği zaman Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: هذا من أهل النار “O, cehennem ehlindendir.” Dedi ki: Uhud günü o çok şiddetli bir şekilde savaştı. Tek başına sekiz veya dokuz müşrikle savaştı…” (İbni Hişam)

İşte bu deliller kâfirin, İslâm Ordusuyla birlikte bulunmasının caiz olduğunu, orduda bulunması dolayısıyla ona bir miktar mal verilebileceğini göstermektedir. Aynı şekilde icarenin tarifi, bir bedel karşılığında sağlanacak bir menfaat üzere yapılan bir akittir, şeklindedir. Bu da ücretle tutan kimsenin, ücretle çalıştırdığı kimseden elde etmesi mümkün olan her türlü menfaat karşılığında icarenin yapılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bunun kapsamına kişinin, askerlik ve savaş maksadıyla ücretle tutulması da girer. Çünkü bu bir menfaattir. Dolayısı ile icarenin herhangi bir menfaat üzere yapılabileceğine dair genel delil olma özelliği kâfirin, askerlik ve savaş için ücretle tutulmasının caiz olduğuna delildir. Müslüman olmayan kimse açısından durum böyledir.

Müslüman açısından duruma gelince; Müslüman için cihad, her ne kadar bir ibadet ise de, Müslüman kişinin askerlik ve savaş için ücretle tutulması caizdir. Buna delil; icarenin genel kapsamıdır. Diğer taraftan bir ibadeti ifa etmek üzere yapılan icare de -eğer bu ibadetin faydası, o ibadeti işleyen kişiyi aşarak başkalarına da dokunuyorsa- caizdir. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: إِنَّ أَحَقَّ مَا أَخَذْتُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا كِتَابُ اللَّهِ “Şüphesiz karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey Allah’ın Kitabıdır.” (Buhari, 5296; İbni Abbas yoluyla rivayet etmiştir)

Allah’ın Kitabını öğretmek bir ibadettir. Aynı şekilde Müslümanın ibadet olmakla birlikte, Kur’an öğretmek, imamlık yapmak, ezan okumak karşılığında ücretle tutulmasının caiz olduğu gibi cihad ve askerlik için tutulması da caizdir. Üstelik kendisi için cihad etmek farzı ayn olan kimselerin dahi, Müslüman olarak cihad etmek üzere ücretle tutulmalarının caiz olduğunun delili hadis-i şerifte açıkça varid olmuştur.

Buhari, Abdullah b. Amr’dan Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: لِلْغَازِي أَجْرُهُ وَلِلْجَاعِلِ أَجْرُهُ وَأَجْرُ الْغَازِي  “Gaziye ecir vardır. Câil’e ise hem câil hem de gazi ecri vardır.” (Buhari, 2164; Ahmed b. Hanbel, 6335)

Gazi, bizzat gaza eder. Câil ise başkası adına ücret karşılığında gazaya çıkar.

El-Kamus el-Muhit’de şöyle denilmektedir: “Ciâle, bir kişi için bir işi yapması karşılığında ona verilen şey demektir. Kişilerin kendi aralarında bir şeyler tayin etmelerine de tecâül denir. Senin, adına belli bir ücret karşılığında gaza ettiği şeye de cuûl denilir.”

Ecir kelimesi ise, hem ücret hem ilahi mükafat anlamına gelen sevap hakkında da kullanılır. Ecrin salih amel karşılığında yüce Allah’ın kuluna verdiği sevap hakkında, icarenin de insanın bir diğer kimseye yaptığı işin karşılığı anlamında kullanılmasına ve “ecir” kelimesinin de buradan gelmesine gelince; bu şekildeki örfi tahsisin bir dayanağı yoktur. Sözlükte açıkça ifade edilen şey şudur: Ecir, herhangi bir amel karşılığında verilen karşılıktır. El-Kamus el-Muhit’te şöyle denmektedir: “Ecir, icare gibi bir işe karşılık olarak tespit edilen karşılıktır. Çoğu ücûr ve âcâr gelir.”

“Gazi için gazasının sevabı vardır” hadis-i şerifinin manası ise şudur: Câil için alacağı ücret söz konusudur. Çünkü müşterek lafız, kullanıldığı taktirde karine yoluyla onunla ne denmek istendiği tayin edilir. Burada ise gazi kelimesi, ecir ile kastedilenin sevap olduğunu, Câil kelimesi ise, ecirden kastın ücret olduğunu tayin etmektedir. Çünkü bu kelimelerin her birisi maksat olan anlamı tayin eden bir karinedir.

Beyhaki, Cübeyr b. Nüfeyr’in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimden gazaya çıkıp buna karşılık cüûl (ücret) alıp, böylelikle düşmanlarına karşı güç kazananların misali, kendi öz evladını emziren ve buna karşılık ücretini tahsil eden Musa’nın annesine benzer.” (Beyhaki)

Aynı şekilde cihad yapan bir kimsenin yaptığı ibadet ile Allah’a yaklaşan kurbet ehli kimselerden olması gibi bir özellik de aranmaz. Bu nedenle cihad için ücretli tutmak sahih olur. Buradan hareketle askere, tıpkı memurlar gibi maaş tespit edilebilir.

Silahlı kuvvetler tek bir kuvvet olup bu da ordudur. Bunların içerisinden özel bir şekilde düzenlenen ve özel bir kültür verilen özel bir kesim seçilir ve bunlara da polis denir.

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanındaki silahlı kuvvetler ordunun kendisiydi. Ordu içerisinden polisin yaptığı görevleri yapacak bir grup seçmiştir. Orduyu donatmış, orduya liderlik etmiş ve ordu için komutanlar tayin etmiştir.

Buhari’nin rivayetine göre Enes şöyle demiştir: “Kays b. Sa’d, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi.” (Buhari)

Burada kastedilen kişi, Ensar’ın Hazrec kabilesinden Kays b. Sa’d b. Ubade’dir.

Bu konuda Tirmizi’nin rivayeti ise şöyledir: “Kays b. Sa’d, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi. Ensardan birisi şöyle dedi: Yaptığı işler bakımından (emniyet müdürü konumundaydı).” (Tirmizi)

İbni Hayyan bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: “Huzuruna girdikleri taktirde Muhammed Mustafa’nın müşriklerden korunması için.” Aynı şekilde polis teşkilatı ordudan önce gelen bir gruptur. El-Ezheri şöyle demektedir: “Her şeyin şurtası, o şeyin hayırlılarıdır. İşte polis de bunlardandır. Çünkü onlar ordunun seçkinleridirler. Ordunun önünden geçen ilk kesim olduğu da söylenmiştir. Kıyafet ve görünüşlerinde kendileri vasıtasıyla tanındıkları özel bir takım alametlerinin bulunmasından dolayı onlara ‘şurta’ denilmiştir.”

Bu el-Esmai (adındaki lügat bilgini)’nin tercih ettiği görüştür. İşte bütün bunlar, şurta’nın (güvenlik ve polis güçlerinin) silahlı kuvvetler arasında yer aldığının delilleridir. Polis müdürünü tayin eden de Halife’dir. Tıpkı ordu komutanını tayin ettiği gibi. Polis teşkilatı ordunun bir bölümüdür. Ancak polisin, ordunun bir bölümü veyahut ondan bağımsız bir güç olması, Halife’ye terk edilmiş işlerdendir. Fakat hadis-i şeriften, polis müdürünün, imama gelebilecek herhangi bir zararı önlemek için tayin edildiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde yöneticiye, gelebilecek zararları önlemesi de böyledir. O halde polis müdürü, imama ve aynı şekilde hâkime gelebilecek şeyleri def etmek için gerekli salahlı güçleri oluşturmak için tayin edilir. Bu silahlı güçler gerek duyacakları hususları imamın ya da yöneticinin emirlerini yerine getirmeye ve kendilerine gelmelerinden korktukları kötülükleri önlemeye hazırdırlar.

Sözlük anlamından anlaşıldığına göre polis; aynı şekilde ordunun önünden giden, bir takım alametleri olan, ordunun belli bir bölümünün de adıdır. Belki bu, orduya ait polis de olabilir. O halde bunun ordunun bir parçası olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Şu kadar var ki, yöneticilerin eli altında bulunan polisin, ordunun bir parçası olduğuna delil olabilecek herhangi bir şey yoktur. Bunların yapacakları işler, hâkimin önünde ve eli altındadır. Fakat yine bunların devletin silahlı kuvvetlerinden olduklarına delil olabilecek ifadeler de bulunmaktadır. Halife, buna göre şurtayı ordunun bir parçası haline getirebildiği gibi, ordudan ayrı olarak da mütalaa edilebilir. Ancak, Halife’nin tayin etmesi, bunlarla ilişkileri ve bunların Halifeden emir almaları bakımından silahlı kuvvetler bir bütündür. Bunların ordu ve polis diye birbirinden ayrı bölümlere ayrılması, silahlı güçler bünyesindeki silahlanma birliğini zayıflatır, güçsüzleştirir. Çünkü polis, her zaman için yöneticilerin eli altında sıradan işlerle meşgul olur. İşte bundan dolayı daha uygun olanı bütün silahlı güçlerin tek bir güç olmasıdır. Ta ki, silahlanma birimi, cihad için silahlanmayı ilgilendiren hususlarda yanı düzenlemelere uymak suretiyle hepsinden istenen güç seviyesinde bulunsun.

İşte bu nedenle silahlı kuvvetler, bizzat ordunun kendisidir. Bunlar arasından polis ve güvenlik işlerini yerine getirecek polis adında bir bölüm seçilir ve bunlar ordunun bir parçasını teşkil eder. Kısa bir süre sonra bu kesimler değiştirilir ve orduya iade edilirler. Onların dışında bir başka kesim bu işi yapmak üzere seçilir. Böylelikle bütün ordu, bir arada cihad meydanlarına katılma gücüne sahip olmaya ve aynı anda bunlara hazırlıklı olmaya devam edebilir.

Polis güçlerine, düzeni korumak, iç güvenliği kontrol altında tutmak, bütün yönleriyle tenfizi gerçekleştirmek görevleri verilir. Bunun gerekçesi ise, daha önce geçen Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Haris b. Sa’d’ı huzurunda polis müdürü konumunda görevlendirmesini ifade eden hadis-i şeriftir. Bu hadis, polis güçlerinin, yöneticilerin yanında yer aldıklarını ifade etmektedir. Onların yöneticilerin yanında bulunmalarının anlamı ise; şeriatın uygulanması, düzenin korunması, emniyetin muhafaza edilmesi için hâkim ve yöneticilerin gerek duyacakları tenfiz gücünü yerine getirmeleri içindir. Ayrıca bekçilik görevlerini de yerine getirirler ki, bu da hırsızları, fesat ehli ile kötülük yapacaklarından korkulan kimseleri takip etmek için geceleyin dolaşmaktır.

Abdullah b. Mesud, Ebu Bekir (radiyallahu anh) döneminde bu şekilde gece bekçiliği yapan bekçilerin başında bir emir idi. Ömer b. el Hattab, bizzat gece bekçiliği görevini yapıyor, kendisi ile birlikte azatlı kölesini de yanına alıyordu. Bazen beraberine Abdurrahman b. Avf’ı aldığı da oluyordu. Bundan dolayı bazı İslâm ülkelerinde dükkan sahiplerinin geceleyin bekçi ve koruyucular tutmaları, bunlar aracılığıyla evlerini korumaları veya devletin gece bekçileri tutarak bunların ücretlerini dükkan sahiplerinden alması yanlış bir uygulamadır. Çünkü böyle bir iş, gece bekçiliği kapsamına girer ve bunu yapmakla de devlet görevlidir. Bu iş polisin işlerindendir. İnsanlar bu işi görmekle mükellef tutulmayacakları gibi, bunun harcamalarını karşılamakla da mükellef değildirler.

İslâm Ordusu, birkaç ordudan meydana gelen tek bir ordu haline getirilir. Bu ordulardan her birisi için de bir sıra numarası verilir. Mesela Birinci Ordu, Üçüncü Ordu denilir ya da oraya vilayetlerden birinin adı veya amillik bölgelerinden birisinin adı verilir. Şam Ordusu, Mısır Ordusu, Sana Ordusu gibi isimler kullanılır.

İslâm Ordusu özel kışlalarda yerleştirilir. Her bir kışlada bir gurup asker bulunur. Kışlada ya bir ordu veya ordunun bir bölümü veya birkaç ordu konulabilir. Ancak, bu kışlaların değişik vilayetlerde konuşlandırılması bir kısmının da bazı askeri üslerde yerleştirilmesi gereklidir. Kimi kışlalar sürekli olarak gezici olur ve bunlar vurucu güç olur. Kışlaların her birisine özel bir isim verilir. Habbaniye Kışlası gibi. Her bir kışlanın özel bir sancağı bulunur.

Bu gibi düzenlemeler; Halife’nin görüş ve ictihadına göre ordulara vilayet isimleri ya da belli bir takım rakamların verilmesi gibi ya mübah isimlendirmeler arasından seçilir ya da ülkesini himaye edilmesi, ordunun güçlendirilmesi için kaçınılmaz ve gerekli uygulamalar olabilir. Ordunun kışlalara yerleştirilmesi, bu kışlaların bazılarının çeşitli vilayetlerde yer alması ve ülkeyi himaye etmek için bunların stratejik yerlere yerleştirilmesi gibi.

Ömer b. el-Hattab, ordu kışlalarını vilayetlere paylaştırmış, Filistin’de bir ordu ve Mısır’da bir ordu kurmuştu. Devlet merkezinde de bir ordu bulunurdu. Ayrıca verilecek ilk işaretle birlikte savaşa hazır tek bir orduyu da emri altında bulundururdu.

Ordunun Bayrak ve Sancakları

Ordunun bayrak ve sancakları bulunur. Ordunun başına tayin edeceği kimselere bayrak verecek olan Halife’nin kendisidir. Sancaklar ise ordu komutanları tarafından daha alttaki komutanlara takdim edilir.

Bunun delili ise Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in uygulamasıdır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Orduya bir takım sancaklar ve bayraklar tespit etmişti. İbn Abbas’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in kullandığı sancak siyah, bayrağı da beyazdı.” (İbni Mace)

Berâ b. Âzib’den gelen rivayete göre kendisine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in sancağı hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle demişti: “Nemire bezinden, dörtgen, siyah bir bezdi.” (Tirmizi)

Nemire ise çizgili bir kumaş demek olup, el-Kamus el-Muhit’de şöyle denmektedir: “Nemire; küçük bulut parçası demektir. Çoğulu Nemir gelir. Habire (bez) ise, siyah-beyaz çizgileri bulunan elbise veya bedevi Arapların giyindikleri yünden aba demektir.”

Yine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in siyah yünden, üzerinde Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah yazısı bulunan el-Ukab adında bir sancağı da vardı. El-Haris b. Hassan el-Bekri’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Medine’ye geldiğimizde Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in minber üzerinde, Bilal’in de kılıcı kuşanmış olarak onun önünde olduğunu ve siyah sancakların dalgalandığını gördük. Bu sancaklar da ne oluyor? diye sordum. Şöyle dediler: Amr b. el-As bir gazadan döndü, dediler.” (İbni Mace, Ahmed b. Hanbel)

Tirmizi’nin rivayeti ise şöyledir: “Medine’ye geldim, mescide girdim. Mescidin insanlarla dolup taştığını ve siyah sancaklar dikildiğini, Bilal’in de Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in önünde kılıcını kuşanmış olarak durduğunu gördüm. İnsanların bu hali nedir, diye sordum, Şöyle dediler: O, (Peygamber) Amr b. el-As’ı bir cihete göndermek istiyor, dediler.” (Tirmizi)

Cabir’den gelen rivayete göre de: “Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’ye girdiğinde bayrağı beyaz idi.” (İbni Mace)

Nesei’deki Enes’den gelen rivayet de şöyledir: “İbni Ümmi Mektum’un yanında Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı gazvelerine ait siyah bir sancak vardı.” Yine Enes’ten gelen rivayete göre: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Üzame b. Zeyd’i, Bizanslılara karşı savaşmak üzere bir ordunun başına tayin ettiğinde, bizzat kendi eliyle onun bayrağını bağlamıştı.”

Ancak, bayrak sancaktan farklıdır. Ebu Bekir b. el-Arabi der ki: “Sancak (liva), bayraktan (raye) farklıdır. Liva (Sancak), mızrağın ucuna bağlanıp onun üzerine bükülenin adıdır. Raye (Bayrak) ise; üzerine bağlanıp, rüzgarın dalgalanmasına bırakılandır.”

Tirmizi de aralarında fark gözetme yoluna giderek “Sancaklar” ile ilgili başlık açıp önce yukarıda geçen Cabir hadisini sonra da el-Bera yoluyla gelen hadisi irad etti. Bayrak savaş esnasında kullanılır ve ordu komutanıyla birlikte bulunur. Nitekim Mute savaşı ile ilgili hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: “Zeyd öldürüldü ve bayrağı Cafer aldı.”

Sancak ise alamet olmak üzere ordu karargâhının yüksek bir yerine işaret olması için dikilir ve ordu komutanına verilirdi. Nitekim Usame’nin Şam’a doğru gönderilişini belirten hadiste varid olduğu gibi: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendi eliyle Üsame’nin sancağını bağladı.” Yani Üsame’yi orduya komutan olarak tayin ettiği vakit eliyle sancağını bağladı.

Her ikisi arasındaki farka gelince; yani “bayrak” ile “sancağın” farkına gelince: Sancak, mızrağın ucuna bağlanır ve ona sarılır. Buna “alem” de denilir. Bu bayraktan büyük olur. Ordu komutanının bulunduğu yer için bir alamettir. Nereye giderse onu da birlikte götürür. Raye (bayrak) ise ondan daha küçük olur, bu da mızrağa bağlanır ve rüzgarın dalgalandırmasına bırakılır. Fiilen savaşacak olan kimse bunu alır. Ayrıca “ümmü’l harb” yani savaşın anası diye de künyelenir. Bir ordunun yalnızca bir sancağı olur. Ordunun taburları, alayları, bölükleri ve birlikleri için ise özel sancaklar bulunur.

İslâm tarihinde bağlanan ilk sancak, Abdullah b. Cahş’a verilen sancaktır. Sa’d b. Malik el-Ezdi’ye de üzerinde beyaz bir hilal bulunan siyah bir bayrak verilmiştir. Tüm bunlar, ordunun bayrak ve sancaklarının olmasının kaçınılmaz olduğunu, ordunun başına tayin ettiği kumandana bayrağın Halife tarafından verildiğini göstermektedir. Sancaklara gelince, bunları Halife’nin takdim etmesi caiz olduğu gibi bayrak alan komutanların takdim etmesi de mümkündür. Halife’nin sancak takdim etmesinin caiz oluşu, Seleme b. el-Ekva’dan gelen şu rivayettir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

لاعْطِيَنَّ الرَّايَةَ أَوْ لَيَأْخُذَنَّ الرَّايَةَ غَدًا رَجُلًا يُحِبُّهُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَوْ قَالَ

عَلِيٌّ فَأَعْطَاهُ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الرَّايَةَ فَفَتَحَ اللَّهُ عَلَيْهِ

 “Hiç şüphesiz sancağı, Allah’ı ve Rasulünü seven; Allah ve Rasulü tarafından da sevilen bir kimseye vereceğim. Allah zaferi onun eli ile verecektir.” Karşımızda Ali’yi gördük. Biz onun Ali olacağını ummuyorduk. İşte Ali dediler. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bayrağı ona verdi ve Allah zaferi onun eli ile gerçekleştirdi.” (Buhari 3426; Müslim, 4424)

Bayrak almış kumandanların sancak takdim etmelerinin caiz oluşu, daha önce geçen el-Haris b. Hassan el-Bekri’nin: “Her taraf siyah bayraklarla dolu idi” ifadesinden anlaşılmaktadır. Bu hadise göre, komutan tek kişi olmakla birlikte orduyla beraber birçok sancağın olması mümkündür. Ordudaki bu kumandan ise Amr b. el-As idi. İster gazadan dönüşünde bu olay olsun ister gazaya gitmek üzere hazırlanırken olsun, sancaklar birlik komutanlarıyla birlikte olur. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu kumandanlara bu sancakları verdiğini gösteren herhangi bir delil yoktur. Bu nedenle Halife’nin bayrak takdim ettiği alay komutanlarına sancak verme yetkisini vermesi caizdir. Her ne kadar hepsi de caiz yani mübah ise de düzenleme açısından uygun olan budur.

Ordu Kumandanı Halife’nin Kendisidir

Ordunun komutanı Halife’dir. Genelkurmay Başkanını tayin eder. Her Tugaya emir ve her Tümene de komutan tayin eder. Ordunun diğer rütbelerini ise, onun tayin ettiği komutanlar ve sancak emirleri tarafından tayin edilir. Kurmayların tayini, Genelkurmay başkanı tarafından savaş kültüründe elde ettiği dereceye göre gerçekleştirilir.

Bunun deliline gelince: Halifelik, şeriatın hükümlerini uygulamak, İslâm davetini dünyaya taşımak için ön gürülmüş dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Dünyaya İslâm davetini taşımanın yolu ise cihaddır. Halife’nin cihad vazifesini üstlenmesi ve bunu yerine getirmesi kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü Halifelik akdi onun şahsına yapılmıştır. Onun yerine başkasının bunu yapması caiz değildir. Bu nedenle cihat işlerinin başında görevi yapmak Halife’ye hastır. Her ne kadar cihad her Müslümana farz ise de bu görevin başında başkasının bulunması caiz değildir. Cihadı yerine getirmekle cihad işlerinin başında bulunmak ayrı bir şeydir. Cihad, her Müslüman için farzdır. Fakat cihat işlerinin başında bulunmak ise yalnızca Halife’nin hakkıdır.

Halife’nin yerine getirmesi bizzat kendisine farz olan bir şeyi, kontrol ve denetimi altında olmak şartıyla kendisine vekalet etmek üzere bir başkasını görevlendirmesi caizdir. Onun kontrol ve bilgisi olmaksızın, bağımsız, mutlak bir şekilde başkasına verilmesi caiz değildir. Çünkü Hilâfet akti onun şahsına yapılmıştır. Dolayısı ile bu konu ile ilgili işleri doğrudan doğruya takip etmek Halife’nin görevidir. İslâm dışı sistemlerde devlet başkanının ordunun başkomutanı komutanı olduğu şeklindeki sözler doğru değildir. Çünkü devlet başkanının komutanlığı şeklidir. Ordunun gerçek komutanı devlet başkanı tarafından tayin edilen kimsedir. Bu durum İslâm’ın nazarında geçersizdir. Şeriatın kabul etmediği bir uygulama şeklidir. Şeriata göre Halife ordunun fiili komutanı olmalıdır Fakat komutanlığın dışında kalan teknik, idari ve diğer alanlarda, valiler gibi bağımsız olarak işleri yürütecek kendi yerine şahıslar tayin etmesi caizdir. Bu işlerin doğrudan doğruya Halife’nin gözetimi altında olması, mütalaasının alınması şart değildir. Üstelik Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) fiili olarak orduya komuta ediyordu. Savaşlarda komutanlık yapıyor, kendisinin içerisinde bulunmadığı savaş için hareket eden birliklerin yani seriyyelerin komutanlarını tayin ediyordu. Bazen de Tebûk savaşında olduğu gibi tayin ettiği komutanın öldürülmesinden sonra kimin komutan olacağını da belirtiyordu. Abdullah b. Ömer’den: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Tebûk gazvesinde Zeyd b. Harise’yi komutan olarak tayin etti ve şöyle dedi: إنّ قُتِلَ زَيْدٌ فَجَعْفَرٌ وَإِنْ قُتِلَ جَعْفَرٌ فَعَبْدُاللَّهِ بْنُ رَوَاحَةَ “Zeyd öldürülürse Cafer komutan olsun, Cafer öldürülürse Abdullah b. Revaha olsun.” (Buhari 3928)

Ordu komutanlarını ve sancak emirlerini Halife tayin eder. Onlar için sancak bağlar. Tümen komutanlarını tayin eder. Mute Ordusu gibi Şam’a gönderilen ordu ve Üsame Ordusu alay konumunda idiler. Buna delil ise Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)in Üsame’ye sancak bağlamış olmasıdır. Arap yarımadası içerisinde savaşıp geri dönen Mekke taraflarına doğru gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas seriyesi gibi birlikler ise bir fırka (bölük) mesabesindeydi. Sancak kumandanları ile birlik kumandanlarının Halife tarafından tayin edildiğini gösteren ve buna işaret eden hususlardan birisi de şudur: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün gazvelerinde yüzbaşı ve binbaşı konumundaki subaylar ile daimi bir ilişki içerisinde idi ve böylelikle askerlerin durumlarını öğreniyordu.

Ordu kumandanları ile seriye kumandanları dışındakilere gelince; Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bunların tayin edildiklerine dair sabit olmuş bir rivayet yoktur. Buna göre Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) gazada bunların tayin edilmesi işini kumandanlarına bırakıyordu. Teknik işlerden sorumlu olan Genelkurmay başkanına gelince, böyle bir kimse ordu kumandanı mesabesindedir. Genelkurmay Başkanını Halife tayin eder ve yapacağı işlerde onu serbest bırakır. Bu kişi her ne kadar Halife’nin emri altında olsa da işlerini doğrudan doğruya Halife’nin denetimi olmadan yürütür.

Ordunun Askeri ve İslâmi Kültürle Kültürlendirilmesi

Orduda yüksek derecede askeri öğretimin en üst seviyede olması, güç yettiğince fikri seviyenin yükseltilmesi, ordudaki her kişinin genel bir şekilde olsa dahi İslâmi şuur ve uyanıklığı mümkün kılacak İslâmi bir kültür ile donatılması gerekmektedir.

Artık günümüzde askeri ilimler her ordu için kaçınılmaz bir hal almıştır. Bunlar öğrenilmeden savaş yapmaya kalkışmak veya savaş meydanlarına inmek mümkün değildir. Bu nedenle: “Bir vacibi yerine getirmek için gerekenler de vaciptir” fıkıh kuralı gereğince askeri ilimlerin öğrenilmesi vaciptir.

İslâmi kültüre gelince, kişinin üzerine düşen işleri yerine getirmesi için gerek duyacağı bilgileri öğrenmesi farz-ı ayındır. Bunun dışında kalan bilgileri elde etmek ise farz-ı kifayedir. Muaviye b. Ebu Süfyan’dan: Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i şöyle söylerken duydum: مَنْ يُرِدِ اللَّهُ بِهِ خَيْرًا يُفَقِّهْهُ فِي الدِّينِ “Allah kimin hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar…” (Buhari 69, 2884, 6768; Müslim, 1719, 1721, 3549; İbni Mace, 217; Ahmed b. Hanbel, 16234, 16236, 16243, 16246, 16257, 16273, 16290, 16299, 16305, 16322; Malik, 1400; Daremi, 226, 228)

Bu ilim, bütün Müslümanlar için farz olduğu gibi İslâm davetini yaymak için ülkeler fetheden ordu hakkında farzdır. Hatta ordu için bu daha da öncelikli bir şeydir. Askerlerin fikri seviyelerini yükseltmeye gelince bu da şuur ve uyanıklık kabilindendir. Askerlerin dini ve hayatın işlerini anlamaları için elzemdir. Belki Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu sözü de şuurlu olmaya işaret etmektedir: :  رُبَّ مُبَلَّغٍ أَوْعَى مِنْ سَامِعٍ “Kendilerine tebliğ edilen sözü, bizzat dinleyenden daha iyi kavrayan nice kimse vardır.” (Buhari 1625; Tirmizi, 2571; Ahmed b. Hanbel, 19594; Daremi, 232)

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki: :  لقوم يتفكرون “Düşünen bir topluluk için.” (Yunus 24) buyruğu ile; فتكون لهم قلوب يعقلون بها “Onların kendileri ile akledecekleri kalpleri mi vardır.“ (Hacc 46) ayetlerinde düşünmenin mertebesine işaretler vardır.

Bütün kışlalarda; üstün dereceden askeri bilgiye sahip, planlar hazırlamakta, savaşları yönlendirmekte üstün askeri bilgiye sahip yeter sayıda kurmayların mümkün olan en çok sayıda bulundurulması icap eder.

Bu gereklilik, “bir vacibin yerine getirilmesi için gerekenler de vaciptir” kaidesinin gereğidir. Teori ve pratik olarak askeri eğitim sürekli bir şekilde ameli eğitim ve tatbikatla hazmedilmeyecek olursa, savaş ve savaş planlarını icra etmek için orduda gerekli tecrübe ve bilgi birikimi bulunamaz. Bundan dolayı yüksek dereceli askeri eğitimin sağlanması farzdır. Ordunun her zaman için cihada hazır olabilmesi ve savaşabilmesi için askeri konulardan haberdar olmak ve devamlı eğitim görmek farzdır. Farklı bölgelerdeki kışlalarda yerleşmiş bulunan ordunun her kışlasının her zaman için savaşa girme yeteneğine sahip olması gerekli olduğundan, “bir vacibin yerine getirilmesi için gerekenler de vaciptir” kaidesi gereği her kışlada yeter sayıda kurmayın bulunması gereklidir.

İslâm Ordusu olma özelliğine sahip olması nedeniyle ordunun; görev ve fonksiyonunu ifa etmesine imkan tanıyacak Silah, araç gereç, teçhizat, levazım ve mühimmatının bulunması gereklidir. Zira Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiklerini korkutasınız.” (Enfal 60)

Bu ayete göre savaşa hazırlanmak farzdır. Bu hazırlığın, düşmanları ve içteki münafıkları korkutacak şekilde açıkça olması gerekmektedir. Ayet-i kerimedeki ترهبون “korkutasınız” ifadesi, savaş hazırlığının illetini ortaya koymaktadır. Şeriatın kendisi için belirlediği illet gerçekleşmedikçe “hazırlık” tamamlanmış olmaz. Söz konusu illet ise hem düşmanları hem de münafıkları korkutmaktır. İşte ordu için gerekli silah, araç-gereç, mühimmat ve teçhizatın hazırlanmasının farz oluşu da bundandır. Bunlar hazırlandığı zaman düşmanlar ve münafıklar da korkutulmuş olur. Ordunun temel görevini oluşturan İslâm davasını yaymak için cihad etme gücüne sahip olabilmesi için bunların hazırlanması öncelikle söz konusudur. Şanı yüce Allah, bize hazırlık yapma emri ile hitapta bulunarak hazırlık illetinin, açıktan görünen düşman ile, açıkça ortada olmayan düşmanları korkutmak olduğunu şöylece ifade etmektedir: وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, onunla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınız ve bundan başka sizlerin de bilmeyip Allah’ın’ bildiği düşmanları korkutasınız.” (Enfal 60)

Ayeti kerimedeki şu hususa son derece dikkat etmek gerekir. Yüce Allah, bu hazırlığı savaşmak için emretmemektedir. Korkutmak için bu hazırlığı öngörmektedir. Bu ise ayette en net bir şekilde vurgulanmaktadır. Çünkü düşmanın, Müslümanların gücünü bilmesi, kalbinde Müslümanlara hücum etmeyi önleyecek, onlarla karşılaşmalarını engelleyecek bir korkunun yer etmesine sebeptir. Bu da savaşların kazanılması ve zaferin elde edilmesinin en büyük ve güçlü üslubudur.

İslâm Devleti Sürekli Cihad Halindedir

İslâm Devleti sürekli cihad halindedir. İslâm ümmeti de kendisiyle diğer toplum ve ümmetler arasındaki savaşın her an ihtimal dahilinde olduğu idraki içindedir. Bundan dolayı ister sınai, ister askeri olsun, savaşla ilgili bütün tesisler, büyük devletlerin ilgili tesislerinden daha üstün bir düzeyde olmalıdır. Bu tesisler, ortaya çıkabilecek yeni değişiklikleri her an takip edebilecek ve askeri sanayiyi geliştirebilecek nitelikte olmalıdır. Güçlü bir mali yapı ile desteklenmeli ve her zaman için savaşa hazırlıklı olmalıdır.

İslâm Devleti, İslâm akidesi üzerinde yükselen ve İslâm hükümlerini uygulayan bir devlettir. İslâm hükümler, İslâm Devletinin asli işinin içeride İslâm’ı uyguladıktan sonra İslâm’ı, dışarıya bütün dünyaya bir mesaj olarak taşınmasını öngörmektedir. İslâm Devleti, bütün dünyadan sorumludur. Yeryüzünün en uzak noktasına kadar daveti tebliğ edip, ulaştırmak için taşımaktan sorumludur. Çünkü İslâm’ın mesajı evrenseldir. Bütün insanlığa gelmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يراً وَنَذ۪يراً وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.“ (Sebe 28) وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ “Biz seni ancak alemlere rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiya 107) قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ “De ki; Ey insanlar, ben, Allah’ın size, hepinize gönderdiği Rasulüyüm…” (A’raf. 158)

Cabir b. Abdullah’dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ إِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ عَامَّةً “Daha önce her peygamber kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.” (Buhari 323; Abdullah b. Cabir’den rivayet etmiştir.)

Bu nedenle İslâm Devletinin İslâm davetini taşıyarak bütün insanlara tebliğ etmesi kaçınılmazdır. İslâm; cihadı, daveti taşıyıp götürmenin yolu olarak kabul etmiş, kâfir ve müşriklerle savaşmanın sebebini de küfür olarak belirlemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟ “Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasulünün haram kıldığını haram bilmeyen, hak dini de din olarak tutmayanlarla; kendileri küçülmüş olarak elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşınız.” (Tevbe 29) يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ “Ey Peygamber Kafir ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol.” (Tevbe 73) فقاتلوا أولياء الشيطان  “Şeytanın dostlarıyla savaşınız.” (Nisa 76) يا أيها الذين آمنوا قاتلوا الذين يلونكم من الكفار “Ey iman edenler! Size (sınır itibariyle) yakın olan kâfirler ile savaşın.” (Tevbe 123) وقاتلوا المشركين “Müşriklerle savaşın.” (Tevbe 36)

Aynı zamanda İslâm, cihadı Kur’an ve hadis nasslarıyla da farz kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: كتب عليكم القتال “Savaş üzerinize yazıldı (farz kılındı).” (Bakara 216)  وجاهدوا بأموالكم وأنفسكم “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkınız; mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz.” (Tevbe 41) يا أيها الذين آمنوا قاتلوا الذين يلونكم من الكفار “Ey iman edenler! Kafirlerden size (sınır itibariyle) yakın olanlarla savaşın.” (Tevbe 123)  إلا تنفروا يعذبكم عذابا أليما “Eğer savaşa çıkmazsanız, oldukça acı bir azap ile sizi azaplandırır..” (Tevbe 39)

Enes’den gelen bir rivayette Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ وَأَلْسِنَتِكُمْ “Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle müşriklerle karşı cihad ediniz.” (Buhari 2143; Ahmed b. Hanbel, 11798, 13146; Daremi, 2324 Enes yoluyla rivayet etmiştir.)

Bundan dolayı İslâm Devleti sürekli cihad içerisinde kalacaktır. Çünkü onun asli görevi yeryüzünün dört bir yanına daveti taşımaktır. Bu da, İslâm bütün yeryüzünü kuşatıncaya kadar cihad etmeyi gerektirmektedir.

İbni Ömer’den rivayetle Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ وَيُقِيمُوا الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلا بِحَقِّ الْإِسْلامِ وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللَّهِ “İnsanlar, Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah deyinceye, namazı kılıp zekatlarını verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları vakit canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın hakkı hariç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah’a aittir.” (Buhari 24)

Ebu Davud’un Enes b. Malik’ten yaptığı bir rivayette ise Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: وَالْجِهَادُ مَاضٍ مُنْذُ بَعَثَنِي اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ لا يُبْطِلُهُ جَوْرُ جَائِرٍ وَلا عَدْلُ عَادِلٍ “Cihad, Allah’ın beni göndermesinden, ümmetimden en son kişinin Deccal ile savaşmasına kadar geçerlidir. Ne adil bir (yöneticinin) adaleti ne de zalimin zulmü cihadın farziyetini iptal edemez.” (Ebu Davud)

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ  “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” (Enfal 39) وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ  “Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız.” (Tevbe 36)

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Medine İslâm Devletini kurduktan sonra ömrünü cihadla geçirmiştir. Bir gün dahi cihaddan geri kalmamıştır. Hatta ölümü ile sonuçlanan hastalığında iken bile Üsame komutası altında gönderdiği birliğin gecikmemesini istemiştir. Hastalanmadan önce Bizans’a karşı savaşması için Üsame Ordusunu hazırlayıp, donatmıştı. Cihadın ve kıtalın aşağıda sıralanan uygulamalar yapıldıktan sonra yapılması gerektiğinin açıkça bilinmesi gereklidir. Bunlar şunlardır:

1- Önce kâfirlere İslâm daveti tebliğ edilir ve İslâm dinine girmeleri istenir.

2- Eğer bu çağrıyı kabul etmeyecek olurlarsa İslâm Devleti’ne boyun eğmeleri ve cizye vermeleri istenir.

Eğer İslâm’a girmeyi, cizye ödemeyi reddeder ve İslâm Devleti’ne boyun eğmeyi kabul etmezlerse işte o vakit onlarla savaşılır.

Nitekim Süleyman b. Büreyde’nin babası yoluyla rivayet edilen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir orduya emir, yahut bir seriyyeye bir kumandan tayin ettiğinde; kendisi hakkında Allah’tan korkmayı ve beraberinde bulunan Müslümanlar hakkında da hayırlı davranışlarda bulunmayı tavsiye eder, sonra şöyle derdi: اغْزُوا ولا تَغُلُّوا، ولا تَغْدِروا، ولا تُمَثِّلوا، ولا تَقتُلوا وَليدًا، وإذا لَقيتَ عَدُوَّكَ مِن المُشرِكينَ فادْعُهم إلى إحدى ثلاثِ خِصالٍ، أو خِلالٍ، فأيَّها أجابوكَ إليها فاقبَلْ منهم، وكُفَّ عنهم، ادْعُهم إلى الإسلامِ، فإنْ أجابوكَ فاقبَلْ منهم، ثمَّ ادْعُهم إلى التَّحَوُّلِ مِن دارِهم إلى دارِ المُهاجِرينَ، وأعلِمْهم أنَّهم إنْ فَعَلوا فإنَّ لهم ما للمُهاجِرينَ، وعليهم ما على المُهاجِرينَ، فإنْ أبَوْا واختاروا دارَهم فأعلِمْهم أنَّهم كأعرابِ المُسلِمينَ، يَجري عليهم حُكمُ اللهِ، كما يَجري على المُؤمِنينَ، ولا يكونُ لهم مِن الفَيءِ والغَنيمةِ نَصيبٌ إلَّا أنْ يُجاهِدوا مع المُسلِمينَ، فإنْ أبَوْا فادْعُهم إلى إعطاءِ الجِزيةِ، فإنْ أجابوا فاقبَلْ منهم، وكُفَّ عنهم، فإنْ أبَوْا فاستَعِنْ باللهِ وقاتِلْهم.  “Allah’ın adıyla gazaya çıkınız. Allah’ı inkar eden kâfirlerle savaşınız. Gazaya çıkınız, fakat ganimetten çalmayınız. Ahdinizi bozmayınız. Öldürdüklerinizin azalarını kesmeyiniz, küçük çocukları öldürmeyiniz. Müşriklerden düşmanlarınızla karşılaştığın takdirde onları üç hasleti veya hususu kabul etmeye davet et. Bunlardan hangisini kabul ederlerse sen de onların bu kabullerini uygun gör ve onlara ilişme. Onları İslâm’a davet et, kabul ederlerse sen de onların İslâm’a girişlerini kabul et, onlara ilişme… Eğer kabul etmeyecek olurlarsa onlardan cizye iste. Eğer cizye vermeyi kabul ederlerse sen de onların bu kabullerini kabul et ve onlara ilişme. Şayet yüz çevirecek olurlarsa onlara karşı Allah’tan yardım dile ve onlarla savaş.” (Müslim 2170; Ahmed b. Hanbel, 21952)

İşte bundan dolayı İslâm Devleti her zaman için sürekli cihad halinde olur. İslâm ümmeti; yüce Allah’ın kendisini, İslâm davetini bütün aleme taşımakla, küfürleri sebebiyle kafirlerle savaşmakla, lailahe illallah Muhammedun Rasulullah deyinceye yahut küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizye ödeyinceye kadar sürekli savaş içerisinde bulunmakla mükellef tuttuğunu idrak eder. Yine İslâm ümmeti, küfrün ve kâfirlerin İslâm’ın ve İslâm ümmetinin düşmanı olduğunun farkındadır. Bunlar sürekli İslâm’a hücum ederler, İslâm ümmetine karşı aşağılık kin beslerler. Müslümanlara karşı savaşmak için sürekli olarak fırsat kollarlar. İşte bu durum, ümmetin kendisiyle diğer kâfir halk ve toplumlarla savaşın her zaman ihtimal dahilinde olduğunu idrak etmek durumunda bırakır. Çünkü daveti taşımak, kâfirlerin İslâm’a ve İslâm ümmetine olan düşmanlıkları, savaşın yapılmasını gerektirir.

İslâm Devleti sürekli cihad halinde olacağına göre, İslâm ümmeti de kendisiyle kendisi dışında kalan halk ve ümmetlerle savaşın her zaman ihtimal dahilinde olduğunu idrak etmelidir. Bu durum aynı zamanda İslâm Devletinin ve ümmetinin sürekli olarak savaş hazırlığı içerisinde olmalarını ve savaş halini yaşamalarını gerektirmektedir. Tıpkı Allah’ın Rasulünün, ashabının ve ondan sonraki Halifelerin yaşantısı gibi.

Buna göre; ister askeri sanayi olsun isterse diğer sanayilerden olsun ülkedeki tüm tesislerin büyük devletlerin, süper güçlerin bu türden tesislerinden daha üstün bir seviyede olmasını gerektirmektedir. Yine bu durum bilimsel eğitim veren yüksek okulların sayısının çok olmasını, binlerce mühendis, uzman, tekniker ve teknoloji üreten insanlar yetiştirecek şekilde çok kaliteli eğitimin verilmesini gerektirmektedir. Böylece İslâm Devleti, sürekli ilerleme ve tekamül halinde bulunsun ki; dehşet verici bir şekilde gücünü hazırlayabilsin. Yüce Allah’ın ayette belirttiği gibi bu güçle Allah’ın düşmanlarını ve kedisinin görünmeyen düşmanlarını korkutabilsin: وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, onlarla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiklerini korkutasınız.” (Enfal 60)

Bu da, İslâm Devletinin savaş ekonomisi içerisinde yaşamasını, gittikçe yükselen mali bir güce sahip olmasını gerektirmektedir. Çünkü tüm dünyada süper güç olmak isteyen bir devlet için sürekli olarak gelişen savaş sanayisini kurabilecek çok büyük miktarlarda parasal güce sahip olmak kaçınılmazdır.

Savaş Dairesi

Savaş Dairesi, silahlı kuvvetlerle ilgili bütün işleri üstlenir. Bu çerçevede; ordu, polis, araç-gereç, silah, mühimmat ve buna benzer silahlı kuvvetlerle alakalı her şeyi hazırlar, askeri akademiler açar, askeri heyetler hazırlar ve bunlar için gerekli olan her türlü İslami kültürü, ordu için gerekli olan genel kültürü verir. Savaş ve savaş için hazırlıkla alakalı her türlü işi üstlenir.

Savaş Dairesi bütün bunları yerine getirmeyi görev olarak üzerine alır ve bunları kontrol eder. Bu dairenin adı “savaş” ve “kıtal” ile ilgilidir. Savaşın orduya ihtiyacı vardır. Ordunun ise hazırlık yapmaya, komutanlarından kurmaylarına, subaylarına, askerlerine kadar her türlü oluşuma ihtiyacı vardır.

Ordunun bayrak ve sancakları vardır. Aynı şekilde ordunun oluşturulması için de bedeni ve teknik eğitime ihtiyaç vardır. Bu da gösterdikleri tekamüle uygun olarak çeşitli silah ile savaş tekniklerini kapsar. Bundan dolayı teknik ve askeri eğitim, ordunun gereklerindendir. Savaş teknikleri için gerekli olan bedeni, teknik ve silahlı eğitimler, ordu için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

Ordu; İslâmi bir ordu, İslâm davasını taşıyacak Hilâfet Devleti’nin ordusu olmasından dolayı genel olarak İslâmi bir kültüre sahip olması lazımdır. Aynı şekilde savaş ve savaş hükümleriyle ilgili İslâm kültürüne, savaş, barış, ateşkes, antlaşma, çeşitli ittifaklar ve bütün bunların teferruatına dair kültürel bilgiye sahip olmayı gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı bütün kademeleriyle askeri akademiler ve askeri heyetler, Savaş Dairesinin yetki alanı içerisindedir.

Ordunun içerisinde “polis” diye bilinen iç güvenlik ile ilgili özel bir bölüm  bulunmalıdır. Ordu ve ordunun bir parçası olan polis için gerekli olan bütün silah, araç, gereç ve mühimmatın hazırlanması kaçınılmazdır. Aynı şekilde gerekli erzakın ve donanımın da hazırlanması gerekmektedir.

İşte bundan dolayıdır ki, Savaş Dairesi bütün bu alanları kapsamaktadır.

ORDU

Yüce Allah; Müslümanları, İslâm mesajını bütün dünyaya taşıma görevi ile şereflendirmiştir. Bunu için de davet ve cihad yolunu belirlemiştir. Bu nedenle ham cihadı hem de askeri eğitimi Müslümanlara farz kılmıştır.

On beş yaşına gelen her bir erkeğe cihada hazırlanmak üzere askeri eğitimi farz kılmıştır. Askere alma işi ise farz-ı kifayedir.

Onun gerekçesi ise şu ayetlerdir: “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” [1]

Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızla, ellerinizle ve dillerinizle; müşriklere karşı cihad ediniz.” [2]

Şer’an istenen şekilde düşmanın kahredilip, ülkelerin fethedilebilmesi savaşmak bugün de kaçınılmaz olduğuna göre askeri eğitim de şu şer’î kaide gereğince cihad gibi farz olur: “Bir vacibin tamamlanabilmesi için gerekenler de vaciptir.” Çünkü savaşma talebi askeri eğitimi de kapsamaktadır. “Onlarla savaşınız” emri genel bir emir olup savaş emrini vermektedir. Dolayısıyla bu emrin yerine getirilebilmesi için gereken her şey de farzdır. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar güç hazırlayınız.” [3]

En yüksek seviyede askeri eğitim bilgi ve beceri güç hazırlama kapsamına girer. Çünkü savaşma imkanına sahip olabilmek için bunların varlığı kaçınılmazdır. O halde askeri eğitim de tıpkı araç, mühimmat ve bunlara benzer şeyler türündendir. Askere alma ise, insanları sürekli bir şekilde silah altında orduda asker olarak bulundurma işidir. Bu da fiilen cihadı ifa eden ve cihadın gereklerini yerine getiren mücahidlerin ortaya çıkartılması anlamına gelir. Bu ise bir farzdır. Düşman bize hücum etse de etmese de cihadı yerine getirmek, sürekli ve devamlı bir farizadır. İster İşte buradan hareketle, askere alma, farz-ı kifayedir.

Ordunun Kısımları

Ordu iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı ihtiyatlardan oluşur. Bunlar ise, silah taşıyabilme gücüne sahip tüm Müslümanlardır. Bir kısmı da sürekli askerdirler. Bunlara devlet bütçesinden tıpkı diğer memurlar gibi maaş tahsis edilir.

Bu da cihadın farz oluşundan ötürüdür. Her Müslümana cihad farz kılınmıştır. Cihad için gereken eğitimi yapmak da farzdır. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ihtiyat ordusundandır. Çünkü cihad olanlara farzdır. Onların bir bölümünün sürekli olarak asker olmalarının delili; “Bir vacibin yerine getirilebilmesi için gerekenler de vaciptir” şer’î kaidesidir. Çünkü sürekli olarak cihad farizasını yerine getirmek, İslâm beldesini himaye edip, Müslümanları kâfirlerden koruyabilme farizası sürekli bir ordu bulunmaksızın yerine getirilemez. İşte imamın daimi bir ordu meydana getirmesinin farziyetindeki gerekçe budur.

Sürekli olarak ordu içerisinde bulunan askerlere memurlar gibi maaşların tahsis edilmesine gelince: Bu durum askerler arasında bulunan gayr-i müslimler için açık bir husustur. Çünkü kâfirlerden cihad etmeleri istenmez. Eğer Müslümanlarla birlikte savaşmak isterlerse kabul edilebilir. Bu durumda onlara bir mal verilmesi caizdir. Tirmizi’nin Zühri’den rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Nebi (s.a.v.), kendisi ile birlikte savaşa katılan bir Yahudi topluluğa pay verdi.” [4] Bir diğer rivayete göre de; “Safvan b. Ümeyye, müşrik olduğu halde Nebi (s.a.v.)’le birlikte Huneyn savaşına katıldı. Nebi (s.a.v.) kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerle birlikte Huneyn ganimetlerinden ona da pay verdi.” [5] Yine İbni Hişam’dan gelen bir rivayet şöyledir: “İçimizde, kim olduğu bilinmeyen, Kuzman denilen garip bir adam vardı. Ondan bahsedildiği zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: “O, cehennem ehlindendir.” Dedi ki: Uhud günü o çok şiddetli bir şekilde savaştı. Tek başına sekiz veya dokuz müşrikle savaştı…” [6]

İşte bu deliller kâfirin, İslâm Ordusuyla birlikte bulunmasının caiz olduğunu, orduda bulunması dolayısıyla ona bir miktar mal verilebileceğini göstermektedir. Aynı şekilde icarenin tarifi, bir bedel karşılığında sağlanacak bir menfaat üzere yapılan bir akittir, şeklindedir. Bu da ücretle tutan kimsenin, ücretle çalıştırdığı kimseden elde etmesi mümkün olan her türlü menfaat karşılığında icarenin yapılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bunun kapsamına kişinin, askerlik ve savaş maksadıyla ücretle tutulması da girer. Çünkü bu bir menfaattır. Dolayısı ile icarenin herhangi bir menfaat üzere yapılabileceğine dair genel delil olma özelliği kâfirin, askerlik ve savaş için ücretle tutulmasının caiz olduğuna delildir. Müslüman olmayan kimse açısından durum böyledir.

Müslüman açısından duruma gelince; Müslüman için cihad, her ne kadar bir ibadet ise de, Müslüman kişinin askerlik ve savaş için ücretle tutulması caizdir. Buna delil; icarenin genel kapsamıdır. Diğer taraftan bir ibadeti ifa etmek üzere yapılan icare de -eğer bu ibadetin faydası, o ibadeti işleyen kişiyi aşarak başkalarına da dokunuyorsa- caizdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey Allah’ın Kitabıdır.” [7]

Allah’ın Kitabını öğretmek bir ibadettir. Aynı şekilde Müslümanın ibadet olmakla birlikte, Kur’an öğretmek, imamlık yapmak, ezan okumak karşılığında ücretle tutulmasının caiz olduğu gibi cihad ve askerlik için tutulması da caizdir. Üstelik kendisi için cihad etmek farzı ayn olan kimselerin dahi, Müslüman olarak cihad etmek üzere ücretle tutulmalarının caiz olduğunun delili hadis-i şerifte açıkça varid olmuştur.

Buhari, Abdullah b. Amr’dan Rasulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Gaziye ecir vardır. Câil’e ise hem câil hem de gazi ecri vardır.” [8] Gazi, bizzat gaza eder. Câil ise başkası adına ücret karşılığında gazaya çıkar.

El-Kamus el-Muhit’de şöyle denilmektedir: “Ciâle, bir kişi için bir işi yapması karşılığında ona verilen şey demektir. Kişilerin kendi aralarında bir şeyler tayin etmelerine de tecâül denir. Senin, adına belli bir ücret karşılığında gaza ettiği şeye de cuûl denilir.”

Ecir kelimesi ise, hem ücret hem ilahi mükafat anlamına gelen sevap hakkında da kullanılır. Ecrin salih amel karşılığında yüce Allah’ın kuluna verdiği sevap hakkında, icarenin de insanın bir diğer kimseye yaptığı işin karşılığı anlamında kullanılmasına ve “ecir” kelimesinin de buradan gelmesine gelince; bu şekildeki örfi tahsisin bir dayanağı yoktur. Sözlükte açıkça ifade edilen şey şudur: Ecir, herhangi bir amel karşılığında verilen karşılıktır. El-Kamus el-Muhit’te şöyle denmektedir: “Ecir, icare gibi bir işe karşılık olarak tespit edilen karşılıktır. Çoğu ücûr ve âcâr gelir.”

“Gazi için gazasının sevabı vardır” hadis-i şerifinin manası ise şudur: Câil için alacağı ücret söz konusudur. Çünkü müşterek lafız, kullanıldığı taktirde karine yoluyla onunla ne denmek istendiği tayin edilir. Burada ise gazi kelimesi, ecir ile kastedilenin sevap olduğunu, Câil kelimesi ise, ecirden kastın ücret olduğunu tayin etmektedir. Çünkü bu kelimelerin her birisi maksat olan anlamı tayin eden bir karinedir.

Beyhaki, Cübeyr b. Nüfeyr’in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimden gazaya çıkıp buna karşılık cüûl (ücret) alıp, böylelikle düşmanlarına karşı güç kazananların misali, kendi öz evladını emziren ve buna karşılık ücretini tahsil eden Musa’nın annesine benzer.” [9] Aynı şekilde cihad yapan bir kimsenin yaptığı ibadet ile Allah’a yaklaşan kurbet ehli kimselerden olması gibi bir özellik de aranmaz. Bu nedenle cihad için ücretli tutmak sahih olur. Buradan hareketle askere, tıpkı memurlar gibi maaş tespit edilebilir.

Silahlı kuvvetler tek bir kuvvet olup bu da ordudur. Bunların içerisinden özel bir şekilde düzenlenen ve özel bir kültür verilen özel bir kesim seçilir ve bunlara da polis denir.

Rasulullah (s.a.v.)’in yanındaki silahlı kuvvetler ordunun kendisiydi. Ordu içerisinden polisin yaptığı görevleri yapacak bir grup seçmiştir. Orduyu donatmış, orduya liderlik etmiş ve ordu için komutanlar tayin etmiştir.

Buhari’nin rivayetine göre Enes şöyle demiştir: “Kays b. Sa’d, Peygamber (s.a.v.)’in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi.” [10] Burada kastedilen kişi, Ensar’ın Hazrec kabilesinden Kays b. Sa’d b. Ubade’dir.

Bu konuda Tirmizi’nin rivayeti ise şöyledir: “Kays b. Sa’d, Peygamber (s.a.v.)’in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi. Ensardan birisi şöyle dedi: Yaptığı işler bakımından (emniyet müdürü konumundaydı).” [11]

İbni Hayyan bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: “Huzuruna girdikleri taktirde Muhammed Mustafa’nın müşriklerden korunması için.” Aynı şekilde polis teşkilatı ordudan önce gelen bir gruptur. El-Ezheri şöyle demektedir: “Her şeyin şurtası, o şeyin hayırlılarıdır. İşte polis de bunlardandır. Çünkü onlar ordunun seçkinleridirler. Ordunun önünden geçen ilk kesim olduğu da söylenmiştir. Kıyafet ve görünüşlerinde kendileri vasıtasıyla tanındıkları özel bir takım alametlerinin bulunmasından dolayı onlara ‘şurta’ denilmiştir.”

Bu el-Esmai (adındaki lügat bilgini)’nin tercih ettiği görüştür. İşte bütün bunlar, şurta’nın (güvenlik ve polis güçlerinin) silahlı kuvvetler arasında yer aldığının delilleridir. Polis müdürünü tayin eden de Halife’dir. Tıpkı ordu komutanını tayin ettiği gibi. Polis teşkilatı ordunun bir bölümüdür. Ancak polisin, ordunun bir bölümü veyahut ondan bağımsız bir güç olması, Halife’ye terk edilmiş işlerdendir. Fakat hadis-i şeriften, polis müdürünün, imama gelebilecek herhangi bir zararı önlemek için tayin edildiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde yöneticiye, gelebilecek zararları önlemesi de böyledir. O halde polis müdürü, imama ve aynı şekilde hâkime gelebilecek şeyleri def etmek için gerekli salahlı güçleri oluşturmak için tayin edilir. Bu silahlı güçler gerek duyacakları hususları imamın ya da yöneticinin emirlerini yerine getirmeye ve kendilerine gelmelerinden korktukları kötülükleri önlemeye hazırdırlar.

Sözlük anlamından anlaşıldığına göre polis; aynı şekilde ordunun önünden giden, bir takım alametleri olan, ordunun belli bir bölümünün de adıdır. Belki bu, orduya ait polis de olabilir. O halde bunun ordunun bir parçası olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Şu kadar var ki, yöneticilerin eli altında bulunan polisin, ordunun bir parçası olduğuna delil olabilecek herhangi bir şey yoktur. Bunların yapacakları işler, hâkimin önünde ve eli altındadır. Fakat yine bunların devletin silahlı kuvvetlerinden olduklarına delil olabilecek ifadeler de bulunmaktadır. Halife, buna göre şurtayı ordunun bir parçası haline getirebildiği gibi, ordudan ayrı olarak da müteala edilebilir. Ancak, Halife’nin tayin etmesi, bunlarla ilişkileri ve bunların Halifeden emir almaları bakımından silahlı kuvvetler bir bütündür. Bunların ordu ve polis diye birbirinden ayrı bölümlere ayrılması, silahlı güçler bünyesindeki silahlanma birliğini zayıflatır, güçsüzleştirir. Çünkü polis, her zaman için yöneticilerin eli altında sıradan işlerle meşgul olur. İşte bundan dolayı daha uygun olanı bütün silahlı güçlerin tek bir güç olmasıdır. Ta ki, silahlanma birimi, cihad için silahlanmayı ilgilendiren hususlarda yanı düzenlemelere uymak suretiyle hepsinden istenen güç seviyesinde bulunsun.

İşte bu nedenle silahlı kuvvetler, bizzat ordunun kendisidir. Bunlar arasından polis ve güvenlik işlerini yerine getirecek polis adında bir bölüm seçilir ve bunlar ordunun bir parçasını teşkil eder. Kısa bir süre sonra bu kesimler değiştirilir ve orduya iade edilirler. Onların dışında bir başka kesim bu işi yapmak üzere seçilir. Böylelikle bütün ordu, bir arada cihad meydanlarına katılma gücüne sahip olmaya ve aynı anda bunlara hazırlıklı olmaya devam edebilir.

Polis güçlerine, düzeni korumak, iç güvenliği kontrol altında tutmak, bütün yönleriyle tenfizi gerçekleştirmek görevleri verilir. Bunun gerekçesi ise, daha önce geçen Peygamber (s.a.v.)’in, Haris b. Sa’d’ı huzurunda polis müdürü konumunda görevlendirmesini ifade eden hadis-i şeriftir. Bu hadis, polis güçlerinin, yöneticilerin yanında yer aldıklarını ifade etmektedir. Onların yöneticilerin yanında bulunmalarının anlamı ise; şeriatın uygulanması, düzenin korunması, emniyetin muhafaza edilmesi için hâkim ve yöneticilerin gerek duyacakları tenfiz gücünü yerine getirmeleri içindir. Ayrıca bekçilik görevlerini de yerine getirirler ki, bu da hırsızları, fesat ehli ile kötülük yapacaklarından korkulan kimseleri takip etmek için geceleyin dolaşmaktır.

Abdullah b. Mesud, Ebu Bekir (r.a.) döneminde bu şekilde gece bekçiliği yapan bekçilerin başında bir emir idi. Ömer b. el Hattab, bizzat gece bekçiliği görevini yapıyor, kendisi ile birlikte azatlı kölesini de yanına alıyordu. Bazen beraberine Abdurrahman b. Avf’ı aldığı da oluyordu. Bundan dolayı bazı İslâm ülkelerinde dükkan sahiplerinin geceleyin bekçi ve koruyucular tutmaları, bunlar aracılığıyla evlerini korumaları veya devletin gece bekçileri tutarak bunların ücretlerini dükkan sahiplerinden alması yanlış bir uygulamadır. Çünkü böyle bir iş, gece bekçiliği kapsamına girer ve bunu yapmakla de devlet görevlidir. Bu iş polisin işlerindendir. İnsanlar bu işi görmekle mükellef tutulmayacakları gibi, bunun harcamalarını karşılamakla da mükellef değildirler.

İslâm Ordusu, birkaç ordudan meydana gelen tek bir ordu haline getirilir. Bu ordulardan her birisi için de bir sıra numarası verilir. Mesela Birinci Ordu, Üçüncü Ordu denilir ya da oraya vilayetlerden birinin adı veya amillik bölgelerinden birisinin adı verilir. Şam Ordusu, Mısır Ordusu, Sana Ordusu gibi isimler kullanılır.

İslâm Ordusu özel kışlalarda yerleştirilir. Her bir kışlada bir gurup asker bulunur. Kışlada ya bir ordu veya ordunun bir bölümü veya birkaç ordu konulabilir. Ancak, bu kışlaların değişik vilayetlerde konuşlandırılması bir kısmının da bazı askeri üslerde yerleştirilmesi gereklidir. Kimi kışlalar sürekli olarak gezici olur ve bunlar vurucu güç olur. Kışlaların her birisine özel bir isim verilir. Habbaniye Kışlası gibi. Her bir kışlanın özel bir sancağı bulunur.

Bu gibi düzenlemeler; Halife’nin görüş ve ictihadına göre ordulara vilayet isimleri ya da belli bir takım rakamların verilmesi gibi ya mübah isimlendirmeler arasından seçilir ya da ülkesini himaye edilmesi, ordunun güçlendirilmesi için kaçınılmaz ve gerekli uygulamalar olabilir. Ordunun kışlalara yerleştirilmesi, bu kışlaların bazılarının çeşitli vilayetlerde yer alması ve ülkeyi himaye etmek için bunların stratejik yerlere yerleştirilmesi gibi.

Ömer b. el-Hattab, ordu kışlalarını vilayetlere paylaştırmış, Filistin’de bir ordu ve Mısır’da bir ordu kurmuştu. Devlet merkezinde de bir ordu bulunurdu. Ayrıca verilecek ilk işaretle birlikte savaşa hazır tek bir orduyu da emri altında bulundururdu.

Ordunun Bayrak ve Sancakları

Ordunun bayrak ve sancakları bulunur. Ordunun başına tayin edeceği kimselere bayrak verecek olan Halife’nin kendisidir. Sancaklar ise ordu komutanları tarafından daha alttaki komutanlara takdim edilir.

Bunun delili ise Rasulullah (s.a.v.)’in uygulamasıdır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Orduya bir takım sancaklar ve bayraklar tespit etmişti. İbn Abbas’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Peygamber (s.a.v.)’in kullandığı sancak siyah, bayrağı da beyazdı.” [12]

Berâ b. Âzib’den gelen rivayete göre kendisine Rasulullah (s.a.v.)’in sancağı hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle demişti: “Nemire bezinden, dörtgen, siyah bir bezdi.” [13] Nemire ise çizgili bir kumaş demek olup, el-Kamus el-Muhit’de şöyle denmektedir: “Nemire; küçük bulut parçası demektir. Çoğulu Nemir gelir. Habire (bez) ise, siyah-beyaz çizgileri bulunan elbise veya bedevi Arapların giyindikleri yünden aba demektir.”

Yine Peygamber (s.a.v.)’in siyah yünden, üzerinde Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah yazısı bulunan el-Ukab adında bir sancağı da vardı. El-Haris b. Hassan el-Bekri’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Medine’ye geldiğimizde Rasulullah (s.a.v.)’in minber üzerinde, Bilal’in de kılıcı kuşanmış olarak onun önünde olduğunu ve siyah sancakların dalgalandığını gördük. Bu sancaklar da ne oluyor? diye sordum. Şöyle dediler: Amr b. el-As bir gazadan döndü, dediler.” [14]

Tirmizi’nin rivayeti ise şöyledir: “Medine’ye geldim, mescide girdim. Mescidin insanlarla dolup taştığını ve siyah sancaklar dikildiğini, Bilal’in de Rasulullah (s.a.v.)’in önünde kılıcını kuşanmış olarak durduğunu gördüm. İnsanların bu hali nedir, diye sordum, Şöyle dediler: O, (Peygamber) Amr b. el-As’ı bir cihete göndermek istiyor, dediler.” [15]

Cabir’den gelen rivayete göre de: “Peygamber (s.a.v.), Mekke’ye girdiğinde bayrağı beyaz idi.” [16]

Nesei’deki Enes’den gelen rivayet de şöyledir: “İbni Ümmi Mektum’un yanında Peygamber (s.a.v.)’in bazı gazvelerine ait siyah bir sancak vardı.” Yine Enes’ten gelen rivayete göre: “Rasulullah (s.a.v.) Üzame b. Zeyd’i, Bizanslılara karşı savaşmak üzere bir ordunun başına tayin ettiğinde, bizzat kendi eliyle onun bayrağını bağlamıştı.”

Ancak, bayrak sancaktan farklıdır. Ebu Bekir b. el-Arabi der ki: “Sancak (liva), bayraktan (raye) farkıldır. Liva (Sancak), mızrağın ucuna bağlanıp onun üzerine bükülenin adıdır. Raye (Bayrak) ise; üzerine bağlanıp, rüzgarın dalgalanmasına bırakılandır.”

Tirmizi de aralarında fark gözetme yoluna giderek “Sancaklar” ile ilgili başlık açıp önce yukarıda geçen Cabir hadisini sonra da el-Bera yoluyla gelen hadisi irad etti. Bayrak savaş esnasında kullanılır ve ordu komutanıyla birlikte bulunur. Nitekim Mute savaşı ile ilgili hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: “Zeyd öldürüldü ve bayrağı Cafer aldı.”

Sancak ise alamet olmak üzere ordu karargâhının yüksek bir yerine işaret olması için dikilir ve ordu komutanına verilirdi. Nitekim Usame’nin Şam’a doğru gönderilişini belirten hadiste varid olduğu gibi: “Peygamber (s.a.v.) bizzat kendi eliyle Üsame’nin sancağını bağladı.” Yani Üsame’yi orduya komutan olarak tayin ettiği vakit eliyle sancağını bağladı.

Her ikisi arasındaki farka gelince; yani “bayrak” ile “sancağın” farkına gelince: Sancak, mızrağın ucuna bağlanır ve ona sarılır. Buna “alem” de denilir. Bu bayraktan büyük olur. Ordu komutanının bulunduğu yer için bir alamettir. Nereye giderse onu da birlikte götürür. Raye (bayrak) ise ondan daha küçük olur, bu da mızrağa bağlanır ve rüzgarın dalgalandırmasına bırakılır. Fiilen savaşacak olan kimse bunu alır. Ayrıca “ümmü’l harb” yani savaşın anası diye de künyelenir. Bir ordunun yalnızca bir sancağı olur. Ordunun taburları, alayları, bölükleri ve birlikleri için ise özel sancaklar bulunur.

İslâm tarihinde bağlanan ilk sancak, Abdullah b. Cahş’a verilen sancaktır. Sa’d b. Malik el-Ezdi’ye de üzerinde beyaz bir hilal bulunan siyah bir bayrak verilmiştir. Tüm bunlar, ordunun bayrak ve sancaklarının olmasının kaçınılmaz olduğunu, ordunun başına tayin ettiği kumandana bayrağın Halife tarafından verildiğini göstermektedir. Sancaklara gelince, bunları Halife’nin takdim etmesi caiz olduğu gibi bayrak alan komutanların takdim etmesi de mümkündür. Halife’nin sancak takdim etmesinin caiz oluşu, Seleme b. el-Ekva’dan gelen şu rivayettir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Hiç şüphesiz sancağı, Allah’ı ve Rasulünü seven; Allah ve Rasulü tarafından da sevilen bir kimseye vereceğim. Allah zaferi onun eli ile verecektir.” Karşımızda Ali’yi gördük. Biz onun Ali olacağını ummuyorduk. İşte Ali dediler. Rasulullah (s.a.v.) bayrağı ona verdi ve Allah zaferi onun eli ile gerçekleştirdi.” [17]

Bayrak almış kumandanların sancak takdim etmelerinin caiz oluşu, daha önce geçen el-Haris b. Hassan el-Bekri’nin: “Her taraf siyah bayraklarla dolu idi” ifadesinden anlaşılmaktadır. Bu hadise göre, komutan tek kişi olmakla birlikte orduyla beraber birçok sancağın olması mümkündür. Ordudaki bu kumandan ise Amr b. el-As idi. İster gazadan dönüşünde bu olay olsun ister gazaya gitmek üzere hazırlanırken olsun, sancaklar birlik komutanlarıyla birlikte olur. Peygamber (s.a.v.)’in bu kumandanlara bu sancakları verdiğini gösteren herhangi bir delil yoktur. Bu nedenle Halife’nin bayrak takdim ettiği alay komutanlarına sancak verme yetkisini vermesi caizdir. Her ne kadar hepsi de caiz yani mübah ise de düzenleme açısından uygun olan budur.

Ordu Kumandanı Halife’nin Kendisidir

Ordunun komutanı Halife’dir. Genelkurmay Başkanını tayin eder. Her Tugaya emir ve her Tümene de komutan tayin eder. Ordunun diğer rütbelerini ise, onun tayin ettiği komutanlar ve sancak emirleri tarafından tayin edilir. Kurmayların tayini, Genelkurmay başkanı tarafından savaş kültüründe elde ettiği dereceye göre gerçekleştirilir.

Bunun deliline gelince: Halifelik, şeriatın hükümlerini uygulamak, İslâm davetini dünyaya taşımak için ön gürülmüş dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Dünyaya İslâm davetini taşımanın yolu ise cihaddır. Halife’nin cihad vazifesini üstlenmesi ve bunu yerine getirmesi kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü Halifelik akdi onun şahsına yapılmıştır. Onun yerine başkasının bunu yapması caiz değildir. Bu nedenle cihat işlerinin başında görevi yapmak Halife’ye hastır. Her ne kadar cihad her Müslümana farz ise de bu görevin başında başkasının bulunması caiz değildir. Cihadı yerine getirmekle cihad işlerinin başında bulunmak ayrı bir şeydir. Cihad, her Müslüman için farzdır. Fakat cihat işlerinin başında bulunmak ise yalnızca Halife’nin hakkıdır.

Halife’nin yerine getirmesi bizzat kendisine farz olan bir şeyi, kontrol ve denetimi altında olmak şartıyla kendisine vekalet etmek üzere bir başkasını görevlendirmesi caizdir. Onun kontrol ve bilgisi olmaksızın, bağımsız, mutlak bir şekilde başkasına verilmesi caiz değildir. Çünkü Hilâfet akti onun şahsına yapılmıştır. Dolayısı ile bu konu ile ilgili işleri doğrudan doğruya takip etmek Halife’nin görevidir. İslâm dışı sistemlerde devlet başkanının ordunun başkomutanı komutanı olduğu şeklindeki sözler doğru değildir. Çünkü devlet başkanının komutanlığı şeklidir. Ordunun gerçek komutanı devlet başkanı tarafından tayin edilen kimsedir. Bu durum İslâm’ın nazarında geçersizdir. Şeriatın kabul etmediği bir uygulama şeklidir. Şeriata göre Halife ordunun fiili komutanı olmalıdır Fakat komutanlığın dışında kalan teknik, idari ve diğer alanlarda, valiler gibi bağımsız olarak işleri yürütecek kendi yerine şahıslar tayin etmesi caizdir. Bu işlerin doğrudan doğruya Halife’nin gözetimi altında olması, mütalaasının alınması şart değildir. Üstelik Rasulullah (s.a.v.) fiili olarak orduya komuta ediyordu. Savaşlarda komutanlık yapıyor, kendisinin içerisinde bulunmadığı savaş için hareket eden birliklerin yani seriyyelerin komutanlarını tayin ediyordu. Bazen de Tebûk savaşında olduğu gibi tayin ettiği komutanın öldürülmesinden sonra kimin komutan olacağını da belirtiyordu. Abdullah b. Ömer’den: “Rasulullah (s.a.v.) Tebûk gazvesinde Zeyd b. Harise’yi komutan olarak tayin etti ve şöyle dedi: “Zeyd öldürülürse Cafer komutan olsun, Cafer öldürülürse Abdullah b. Revaha olsun.” [18]

Ordu komutanlarını ve sancak emirlerini Halife tayin eder. Onlar için sancak bağlar. Tümen komutanlarını tayin eder. Mute Ordusu gibi Şam’a gönderilen ordu ve Üsame Ordusu alay konumunda idiler. Buna delil ise Peygamber (s.a.v.)in Üsame’ye sancak bağlamış olmasıdır. Arap yarımadası içerisinde savaşıp geri dönen Mekke taraflarına doğru gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas seriyesi gibi birlikler ise bir fırka (bölük) mesabesindeydi. Sancak kumandanları ile birlik kumandanlarının Halife tarafından tayin edildiğini gösteren ve buna işaret eden hususlardan birisi de şudur: Rasulullah (s.a.v.) bütün gazvelerinde yüzbaşı ve binbaşı konumundaki subaylar ile daimi bir ilişki içerisinde idi ve böylelikle askerlerin durumlarını öğreniyordu.

Ordu kumandanları ile seriye kumandanları dışındakilere gelince; Rasulullah (s.a.v.) tarafından bunların tayin edildiklerine dair sabit olmuş bir rivayet yoktur. Buna göre Rasulullah (s.a.v.) gazada bunların tayin edilmesi işini kumandanlarına bırakıyordu. Teknik işlerden sorumlu olan Genelkurmay başkanına gelince, böyle bir kimse ordu kumandanı mesabesindedir. Genelkurmay Başkanını Halife tayin eder ve yapacağı işlerde onu serbest bırakır. Bu kişi her ne kadar Halife’nin emri altında olsa da işlerini doğrudan doğruya Halife’nin denetimi olmadan yürütür.

Ordunun Askeri ve İslâmi Kültürle Kültürlendirilmesi

Orduda yüksek derecede askeri öğretimin en üst seviyede olması, güç yettiğince fikri seviyenin yükseltilmesi, ordudaki her kişinin genel bir şekilde olsa dahi İslâmi şuur ve uyanıklığı mümkün kılacak İslâmi bir kültür ile donatılması gerekmektedir.

Artık günümüzde askeri ilimler her ordu için kaçınılmaz bir hal almıştır. Bunlar öğrenilmeden savaş yapmaya kalkışmak veya savaş meydanlarına inmek mümkün değildir. Bu nedenle: “Bir vacibi yerine getirmek için gerekenler de vaciptir” fıkıh kuralı gereğince askeri ilimlerin öğrenilmesi vaciptir.

İslâmi kültüre gelince, kişinin üzerine düşen işleri yerine getirmesi için gerek duyacağı bilgileri öğrenmesi farz-ı ayındır. Bunun dışında kalan bilgileri elde etmek ise farz-ı kifayedir. Muaviye b. Ebu Süfyan’dan: Nebi (s.a.v.)’i şöyle söylerken duydum: “Allah kimin hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar…” [19] Bu ilim, bütün Müslümanlar için farz olduğu gibi İslâm davetini yaymak için ülkeler fetheden ordu hakkında farzdır. Hatta ordu için bu daha da öncelikli bir şeydir. Askerlerin fikri seviyelerini yükseltmeye gelince bu da şuur ve uyanıklık kabilindendir. Askerlerin dini ve hayatın işlerini anlamaları için elzemdir. Belki Rasul (s.a.v.)’in şu sözü de şuurlu olmaya işaret etmektedir: “Kendilerine tebliğ edilen sözü, bizzat dinleyenden daha iyi kavrayan nice kimse vardır.” [20]

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki: “Düşünen bir topluluk için.” [21] buyruğu ile; “Onların kendileri ile akledecekleri kalpleri mi vardır. [22] ayetlerinde düşünmenin mertebesine işaretler vardır.

Bütün kışlalarda; üstün dereceden askeri bilgiye sahip, planlar hazırlamakta, savaşları yönlendirmekte üstün askeri bilgiye sahip yeter sayıda kurmayların mümkün olan en çok sayıda bulundurulması icab eder.

Bu gereklilik, “bir vacibin yerine getirilmesi için gerekenler de vaciptir” kaidesinin gereğidir. Teori ve pratik olarak askeri eğitim sürekli bir şekilde ameli eğitim ve tatbikatla hazmedilmeyecek olursa, savaş ve savaş planlarını icra etmek için orduda gerekli tecrübe ve bilgi birikimi bulunamaz. Bundan dolayı yüksek dereceli askeri eğitimin sağlanması farzdır. Ordunun her zaman için cihada hazır olabilmesi ve savaşabilmesi için askeri konulardan haberdar olmak ve devamlı eğitim görmek farzdır. Farklı bölgelerdeki kışlalarda kışlalarda yerleşmiş bulunan ordunun her kışlasının her zaman için savaşa girme yeteneğine sahip olması gerekli olduğundan, “bir vacibin yerine getirilmesi için gerekenler de vaciptir” kaidesi gereği her kışlada yeter sayıda kurmayın bulunması gereklidir.

İslâm Ordusu olma özelliğine sahip olması nedeniyle ordunun; görev ve fonksiyonunu ifa etmesine imkan tanıyacak Silah, araç gereç, teçhizat, levazım ve mühimmatının bulunması gereklidir. Zira Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiklerini korkutasınız.” [23]

Bu ayete göre savaşa hazırlanmak farzdır. Bu hazırlığın, düşmanları ve içteki münafıkları korkutacak şekilde açıkça olması gerekmektedir. Ayet-i kerimedeki “korkutasınız” ifadesi, savaş hazırlığının illetini ortaya koymaktadır. Şeriatın kendisi için belirlediği illet gerçekleşmedikçe “hazırlık” tamamlanmış olmaz. Söz konusu illet ise hem düşmanları hem de münafıkları korkutmaktır. İşte ordu için gerekli silah, araç-gereç, mühimmat ve techizatın hazırlanmasının farz oluşu da bundandır. Bunlar hazırlandığı zaman düşmanlar ve münafıklar da korkutulmuş olur. Ordunun temel görevini oluşturan İslâm davasını yaymak için cihad etme gücüne sahip olabilmesi için bunların hazırlanması öncelikle söz konusudur. Şanı yüce Allah, bize hazırlık yapma emri ile hitabta bulunarak hazırlık illetinin, açıktan görünen düşman ile, açıkça ortada olmayan düşmanları korkutmak olduğunu şöylece ifade etmektedir: “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, onunla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınız ve bundan başka sizlerin de bilmeyip Allah’ın’ bildiği düşmanları korkutasınız.” [24]

Ayeti kerimedeki şu hususa son derece dikkat etmek gerekir. Yüce Allah, bu hazırlığı savaşmak için emretmemektedir. Korkutmak için bu hazırlığı öngörmektedir. Bu ise ayette en net bir şekilde vurgulanmaktadır. Çünkü düşmanın, Müslümanların gücünü bilmesi, kalbinde Müslümanlara hücum etmeyi önleyecek, onlarla karşılaşmalarını engelleyecek bir korkunun yer etmesine sebeptir. Bu da savaşların kazanılması ve zaferin elde edilmesinin en büyük ve güçlü üslubudur.

İslâm Devleti Sürekli Cihad Halindedir

İslâm Devleti sürekli cihad halindedir. İslâm ümmeti de kendisiyle diğer toplum ve ümmetler arasındaki savaşın her an ihtimal dahilinde olduğu idraki içindedir. Bundan dolayı ister sınai, ister askeri olsun, savaşla ilgili bütün tesisler, büyük devletlerin ilgili tesislerinden daha üstün bir düzeyde olmalıdır. Bu tesisler, ortaya çıkabilecek yeni değişiklikleri her an takip edebilecek ve askeri sanayiyi geliştirebilecek nitelikte olmalıdır. Güçlü bir mali yapı ile desteklenmeli ve her zaman için savaşa hazırlıklı olmalıdır.

İslâm Devleti, İslâm akidesi üzerinde yükselen ve İslâm hükümlerini uygulayan bir devlettir. İslâm hükümler, İslâm Devletinin asli işinin içeride İslâm’ı uyguladıktan sonra İslâm’ı, dışarıya bütün dünyaya bir mesaj olarak taşınmasını öngörmektedir. İslâm Devleti, bütün dünyadan sorumludur. Yeryüzünün en uzak noktasına kadar daveti tebliğ edip, ulaştırmak için taşımaktan sorumludur. Çünkü İslâm’ın mesajı evrenseldir. Bütün insanlığa gelmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik. [25] “Biz seni ancak alemlere rahmet olasın diye gönderdik.” [26] “De ki; Ey insanlar, ben, Allah’ın size, hepinize gönderdiği Rasulüyüm.” [27]

Cabir b. Abdullah’dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Daha önce her peygamber kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.” [28]

Bu nedenle İslâm Devletinin İslâm davetini taşıyarak bütün insanlara tebliğ etmesi kaçınılmazdır. İslâm; cihadı, daveti taşıyıp götürmenin yolu olarak kabul etmiş, kâfir ve müşriklerle savaşmanın sebebini de küfür olarak belirlemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasulünün haram kıldığını haram bilmeyen, hak dini de din olarak tutmayanlarla; kendileri küçülmüş olarak elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşınız.” [29] “Ey Peygamber Kafir ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol.” [30] “Şeytanın dostlarıyla savaşınız.” [31] “Ey iman edenler! Size (sınır itibariyle) yakın olan kâfirler ile savaşın.” [32] “Müşriklerle savaşın.” [33]

Aynı zamanda İslâm, cihadı Kur’an ve hadis nasslarıyla da farz kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Savaş üzerinize yazıldı (farz kılındı).” [34] “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkınız; mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz.” [35] “Ey iman edenler! Kafirlerden size (sınır itibariyle) yakın olanlarla savaşın.” [36] “Eğer savaşa çıkmazsanız, oldukça acı bir azap ile sizi azaplandırır..” [37]

Enes’den gelen bir rivayette Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle müşriklerle karşı cihad ediniz.” [38]

Bundan dolayı İslâm Devleti sürekli cihad içerisinde kalacaktır. Çünkü onun asli görevi yeryüzünün dört bir yanına daveti taşımaktır. Bu da, İslâm bütün yeryüzünü kuşatıncaya kadar cihad etmeyi gerektirmektedir.

İbni Ömer’den rivayetle Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar, Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah deyinceye, namazı kılıp zekatlarını verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları vakit canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın hakkı hariç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah’a aittir.” [39]

Ebu Davud’un Enes b. Malik’ten yaptığı bir rivayette ise Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Cihad, Allah’ın beni göndermesinden, ümmetimden en son kişinin Deccal ile savaşmasına kadar geçerlidir. Ne adil bir (yöneticinin) adaleti ne de zalimin zulmü cihadın farziyetini iptal edemez.” [40]

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” [41] “Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız.” [42]

Rasulullah (s.a.v.) Medine İslâm Devletini kurduktan sonra ömrünü cihadla geçirmiştir. Bir gün dahi cihaddan geri kalmamıştır. Hatta ölümü ile sonuçlanan hastalığında iken bile Üsame komutası altında gönderdiği birliğin gecikmemesini istemiştir. Hastalanmadan önce Bizans’a karşı savaşması için Üsame Ordusunu hazırlayıp, donatmıştı. Cihadın ve kıtalın aşağıda sıralanan uygulamalar yapıldıktan sonra yapılması gerektiğinin açıkça bilinmesi gereklidir. Bunlar şunlardır:

1- Önce kâfirlere İslâm daveti tebliğ edilir ve İslâm dinine girmeleri istenir.

2- Eğer bu çağrıyı kabul etmeyecek olurlarsa İslâm Devleti’ne boyun eğmeleri ve cizye vermeleri istenir.

Eğer İslâm’a girmeyi, cizye ödemeyi reddeder ve İslâm Devleti’ne boyun eğmeyi kabul etmezlerse işte o vakit onlarla savaşılır.

Nitekim Süleyman b. Büreyde’nin babası yoluyla rivayet edilen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: “Rasulullah (s.a.v.) bir orduya emir, yahut bir seriyyeye bir kumandan tayin ettiğinde; kendisi hakkında Allah’tan korkmayı ve beraberinde bulunan Müslümanlar hakkında da hayırlı davranışlarda bulunmayı tavsiye eder, sonra şöyle derdi: “Allah’ın adıyla gazaya çıkınız. Allah’ı inkar eden kâfirlerle savaşınız. Gazaya çıkınız, fakat ganimetten çalmayınız. Ahdinizi bozmayınız. Öldürdüklerinizin azalarını kesmeyiniz, küçük çocukları öldürmeyiniz. Müşriklerden düşmanlarınızla karşılaştığın takdirde onları üç hasleti veya hususu kabul etmeye davet et. Bunlardan hangisini kabul ederlerse sen de onların bu kabullerini uygun gör ve onlara ilişme. Onları İslâm’a davet et, kabul ederlerse sen de onların İslâm’a girişlerini kabul et, onlara ilişme… Eğer kabul etmeyecek olurlarsa onlardan cizye iste. Eğer cizye vermeyi kabul ederlerse sen de onların bu kabullerini kabul et ve onlara ilişme. Şayet yüz çevirecek olurlarsa onlara karşı Allah’tan yardım dile ve onlarla savaş.” [43]

İşte bundan dolayı İslâm Devleti her zaman için sürekli cihad halinde olur. İslâm ümmeti; yüce Allah’ın kendisini, İslâm davetini bütün aleme taşımakla, küfürleri sebebiyle kafirlerle savaşmakla, lailahe illallah Muhammedun Rasulullah deyinceye yahut küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizye ödeyinceye kadar sürekli savaş içerisinde bulunmakla mükellef tuttuğunu idrak eder. Yine İslâm ümmeti, küfrün ve kâfirlerin İslâm’ın ve İslâm ümmetinin düşmanı olduğunun farkındadır. Bunlar sürekli İslâm’a hücum ederler, İslâm ümmetine karşı aşağılık kin beslerler. Müslümanlara karşı savaşmak için sürekli olarak fırsat kollarlar. İşte bu durum, ümmetin kendisiyle diğer kâfir halk ve toplumlarla savaşın her zaman ihtimal dahilinde olduğunu idrak etmek durumunda bırakır. Çünkü daveti taşımak, kâfirlerin İslâm’a ve İslâm ümmetine olan düşmanlıkları, savaşın yapılmasını gerektirir.

İslâm Devleti sürekli cihad halinde olacağına göre, İslâm ümmeti de kendisiyle kendisi dışında kalan halk ve ümmetlerle savaşın her zaman ihtimal dahilinde olduğunu idrak etmelidir. Bu durum aynı zamanda İslâm Devletinin ve ümmetinin sürekli olarak savaş hazırlığı içerisinde olmalarını ve savaş halini yaşamalarını gerektirmektedir. Tıpkı Allah’ın Rasulünün, ashabının ve ondan sonraki Halifelerin yaşantısı gibi.

Buna göre; ister askeri sanayi olsun isterse diğer sanayilerden olsun ülkedeki tüm tesislerin büyük devletlerin, süper güçlerin bu türden tesislerinden daha üstün bir seviyede olmasını gerektirmektedir. Yine bu durum bilimsel eğitim veren yüksek okulların sayısının çok olmasını, binlerce mühendis, uzman, tekniker ve teknoloji üreten insanlar yetiştirecek şekilde çok kaliteli eğitimin verilmesini gerektirmektedir. Böylece İslâm Devleti, sürekli ilerleme ve tekamül halinde bulunsun ki; dehşet verici bir şekilde gücünü hazırlayabilsin. Yüce Allah’ın ayette belirttiği gibi bu güçle Allah’ın düşmanlarını ve kedisinin görünmeyen düşmanlarını korkutabilsin: “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, onlarla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiklerini korkutasınız.” [44]

Bu da, İslâm Devletinin savaş ekonomisi içerisinde yaşamasını, gittikçe yükselen mali bir güce sahip olmasını gerektirmektedir. Çünkü tüm dünyada süper güç olmak isteyen bir devlet için sürekli olarak gelişen savaş sanayisini kurabilecek çok büyük miktarlarda parasal güce sahip olmak kaçınılmazdır.

[1] Enfal: 39

[2] Buhari, 2143; Ahmed b. Hanbel, 11798, 13146; Daremi, 2324; Enes yoluyla rivayet edilmiştir

[3] Enfal: 60

[4] Tirmizi

[5] İbni Hişam

[6] İbni Hişam

[7] Buhari, 5296; İbni Abbas yoluyla rivayet etmiştir

[8] Buhari, 2164; Ahmed b. Hanbel, 6335

[9] Beyhaki

[10] Buhari

[11] Tirmizi

[12] İbni Mace

[13] Tirmizi

[14] İbni Mace, Ahmed b. Hanbel

[15] Tirmizi

[16] İbni Mace

[17] Buhari, 3426; Müslim, 4424

[18] Buhari, 3928

[19] Buhari, 69, 2884, 6768; Müslim, 1719, 1721, 3549; İbni Mace, 217; Ahmed b. Hanbel, 16234, 16236, 16243, 16246, 16257, 16273, 16290, 16299, 16305, 16322; Malik, 1400; Daremi, 226, 228

[20] Buhari, 1625; Tirmizi, 2571; Ahmed b. Hanbel, 19594; Daremi, 232

[21] Yunus: 24

[22] Hacc: 46

[23] Enfal: 60

[24] Enfal: 60

[25] Sebe: 28

[26] Enbiya: 107

[27] A’raf. 158

[28] Buhari, 323; Abdullah b. Cabir’den rivayet etmiştir

[29] Tevbe: 29

[30] Tevbe: 73

[31] Nisa: 76

[32] Tevbe: 123

[33] Tevbe: 36

[34] Bakara: 216

[35] Tevbe: 41

[36] Tevbe: 123

[37] Tevbe: 39

[38] Buhari, 2143; Ahmed b. Hanbel, 11798, 13146; Daremi, 2324 Enes yoluyla rivayet etmiştir

[39] Buhari, 24

[40] Ebu Davud

[41] Enfal: 39

[42] Tevbe: 36

[43] Müslim, 2170; Ahmed b. Hanbel, 21952

[44] Enfal: 60