1- Mukaddime:

Muhakkak ki ümmetin (herhangi bir ümmetin) kültürü; varlığının ve bekasının bel kemiğidir. Zira bu kültür üzerine; ümmetin hadâratı kurulur, hedefleri ve gâyeleri birleştirilir ve yaşam tarzı farklılaştırılır. İşte bu kültür ile o ümmetin fertleri tek bir potada eritilir. Böylece o ümmet diğer ümmetlerden farklılaşır. Zira bu kültür; Ümmetin akîdesi ile bu akîdeden fışkıran hükümler, çözümler ve nizamlardan, bu akîde üzerine kurulu bilgiler ve ilimlerden, ümmetin ve tarihinin dönüm noktalarında bu akîdeye bağlı olarak meydana gelen olaylardan oluşmaktadır. Eğer bu kültür unutulursa, ümmet de başkalaşarak farklı bir ümmet olup sona erer. Zira gâyesi ve yaşam tarzı değişir, dostluk ölçüleri dönüşür ve başka ümmetlerin kültürleri arkasında yolunu kaybeder.

İslami kültür; araştırılmasına, İslami akidenin sebep olduğu bilgilerdir. Bu bilgiler; ister tevhid ilmi gibi İslami akîdeyi inceleyen, araştıran ve içeren bilgiler olsun, ister fıkıh, tefsir ve hadis gibi İslami akideye dayalı bilgiler olsun, isterse İslami akîdeden fışkıran anlayışın gerektirdiği usûl ilmi, hadis ıstılahları, Arap dili gibi İslâm’da ictihadın gerektirdiği bilgiler ve hükümler olsun, bunların tamamı İslami kültürü meydana getirirler. Bunların hepsi de İslami kültürdür. Çünkü bunların araştırılmasında esasi sebep İslami akîdedir. Hadâratı hakkında ve önemli şahsiyetleri, liderleri ve âlimleri hakkında haberler içermesi bakımından İslami Ümmet’in tarihi de kültüründen bir cüzdür. Fakat İslam öncesi Arap tarihi İslami kültürden değildir. Ama Arap dilindeki lafızların ve terkiplerin, buna bağlı olarak da ictihada, Kur’an tefsirine ve hadisin anlaşılmasına yardımcı olan işaretlerin anlaşılmasını içermesi bakımından İslam öncesi Arap şiirlerinin bu kültürden sayılması mümkündür.

Bir ümmetin kültürü, fertlerinin şahsiyetlerini inşâ eder. Zira o kültür, ferdin akliyetini şekillendirir ve varlıklar, sözler ve fiiller hakkında hüküm verme yöntemini belirler. Kezâ meyillerini de şekillendirir. Böylece kültür ferdin akliyetine, nefsiyetine ve gidişatına etki eder. Bunun için ümmetin kültürünü korumak ve toplumda yaymak devletin başta gelen sorumluluklarındandır. Nitekim eski Sovyetler Birliği çocuklarına komünizm kültürünü emzirdi, kültürüne herhangi bir kapitalist ya da İslâmi fikrin sızmasını engellemeye çalıştı. Bütün Batı, çocuklarını, dini hayattan ayırma yani laiklik esası üzerine kurulu kapitalizm kültürüne göre yetiştirdi ve yaşam tarzını o kültür üzerine inşâ etti. Akîdesine ve kültürüne İslami kültürün sızmasını önlemek için savaşlar çıkardı ve halen de çıkarmaktadır. İslami Devlet de evlatlarında İslami kültürü yerleştirmeye hırs gösterdi. Devlet içerisinde İslami akîdeye dayanmayan herhangi bir fikre davet eden herkesi engelledi. Kültürünü diğer devletlere ve ümmetlere davet ve cihâd yoluyla taşıdı. Allah, onu yeryüzüne ve üzerindekilere vâris kılıncaya dek aynı şekilde taşımaya devam edecektir.

Ümmetin kültürünü koruyup devam ettiren güvencelerden bazıları:

– Ümmetin kültürünün, evlatlarının gönüllerinde ve kitaplarının satırlarında muhâfaza edilmesi

– Ümmetin, bu kültürün akîdesinden fışkıran hükümler ve kanunlara göre kendisini yöneten ve işlerini gözeten bir devletinin bulunmasıdır.

Ümmetin kültürünü; evlatlarının gönüllerinde ve kitaplarının satırlarında muhâfaza ettirmenin yolu öğretimdir. Bu, ister nizami öğretim, isterse gayri nizamî öğretim olsun fark etmez.

Nizamî öğretim; devletin benimsediği kanunlar ve nizamlar ile disipline edilmiş öğretimdir ve devlet onun uygulanmasından sorumludur. Mesela; okula kabul yaşının, ders konularının ve tedris yönteminin belirlenmesi gibi.

Oysa gayri nizamî öğretimde; evlerde, mescidlerde, salonlarda, medya araçlarında, yayınevlerinde ve benzeri yerlerde programlı öğretime ait kanunlara ve nizamlara tâbi olmaksızın öğretim faaliyetinin yürütülmesi Müslümanlara bırakılır. Ancak her iki öğretimde de fikirlerin ve bilgilerin ya İslami akîdeden fışkırması ya da İslami Akîde üzerine kurulu olmasından devlet sorumludur. İşte bu kitapta, Hilâfet Devleti’nde nizamî öğretimin esaslarını ortaya koyacağız.

2- Hilafet Devleti’nde Öğretim Siyaseti ve Tanzimi:

Hilâfet Devleti’nde öğretim nizâmı, nizamî öğretim ile ilgili şer’î hükümlerin ve idarî kanunların toplamından oluşur. Öğretimle ilgili şer’î hükümler, akîdeden fışkırır ve şer’î delillere dayanır. Mesela, tedris konuları ile erkek ve kız öğrencilerin birbirinden ayrı tutulması gibi. Öğretimdeki idârî kanunlar ise, nizamın uygulanması ve gayesinin gerçekleşmesi bakımından Veliyyul Emr’in (Halîfe’nin) tercih ettiği mübah üsluplar ve araçlardır ki bunlar; Ümmetin esasi ihtiyaçları ve öğretimi ile ilgili şer’î hükümlerin uygulanmasına ilişkindirler ve buna uyumlu olarak değiştirilebilen ve geliştirilebilen dünyevi hususlardır. Aynı şekilde bunların mübah araştırmaları, deneyleri ve bilgi birikimleri bulunan diğer ümmetlerden de alınması mümkündür.

Şerî hükümleri ve idârî kanunları ile işte bu nizam Hilâfet Devleti’ndeki öğretimin esasi gayesi olan İslami Şahsiyetin inşasını gerçekleştirme yeterliliği bulunan bir idârî cihaza gereksinim duyar. Bu cihaz; öğretimin bütün yönlerinde denetleme, düzenleme ve tâkip etme işlerini üstlenir. Zira o müfredatları koyar, ehil öğretmenleri seçer, öğrencilerin tahsile başlatılmalarını ve yükseltilmelerini takip eder, okulları, akademileri ve üniversiteleri, gereken yeterli laboratuvarlar ve öğretim araçları ile donatır.

Şimdi, İslâm Devleti Anayasa Tasarısı olan “Mukaddimetu’d Düstûr”dan “Öğretim Siyaseti” maddelerinin büyük bir kısmını aşağıya aktarıyoruz:

Madde – 165: Öğretim müfredatının üzerine kurulduğu esas; İslâm Akîdesi olmalıdır. Ders konuları ve öğrenim yöntemlerinin tamamı, öğretimde bu esasın dışına çıkılmasına engel olacak şekilde hazırlanır.

Madde – 166: Öğretim siyaseti; İslami akliyeti ve İslami nefsiyeti oluşturur. Öğretimi yapılmak istenilen bütün ders konuları bu siyaset esasına göre hazırlanır.

Madde – 167: Öğretimin gayesi; İslami şahsiyeti oluşturmak ve insanları, hayatın işlerine ilişkin ilimler ve bilgiler ile donatmaktır. Öğretim yöntemleri de bu gayeyi gerçekleştirecek şekilde olur. Bu gayeye götürmeyen ve bu gayenin dışına çıkan her yöntem yasaklanır.

Madde – 169: Öğretimde tecrübî ilimler ve bunlara bağlı matematik gibi bilimler ile kültürel bilgiler birbirlerinden ayırt edilmelidir. Tecrübî ilimler ile bunlara bağlı olanlar ihtiyaca göre öğretilir ve öğretim merhalelerinden herhangi bir merhale ile sınırlandırılmaz. Fakat kültürel bilgiler; yükseköğretimden önce ilk merhalelerde, İslami fikirlere ve hükümlere aykırı olmayacak şekilde belirli bir siyasete uygun olarak alınır. Yükseköğretimde ise, öğretimin gayesinden ve siyasetinden uzaklaşmamak şartıyla, kültürel bilimler de tecrübî ilimler gibi alınır.

Madde – 170: Öğretimin bütün merhalelerinde İslami Kültür öğretilmelidir. Yükseköğretimde tıp, mühendislik, fizik ve benzeri dallarda olduğu gibi, çeşitli İslami ilim dallarında da uzmanlaştırılır.

Madde – 171: Fenler ve sanatlar; bir taraftan ticaret, denizcilik ve ziraat gibi bilimler ile bağlantılı olurlar ve herhangi bir şart veya kayıt olmaksızın alınırlar. Diğer taraftan resim ve heykeltıraşlık gibi özel bir bakış açısının etkisindeki bir kültür ile bağlantılı olurlar ve bunlar da İslami bakış açısına aykırı olduklarında alınmazlar.

Madde – 172: Öğretim müfredâtı tektir ve devletin müfredâtından başka bir müfredâta izin verilmez. Devletin müfredâtına bağlı kaldıkları, öğretim planının esasi üzerine kurulu oldukları, bünyelerinde öğretim siyasetini ve gayesini gerçekleştirdikleri, bünyelerindeki öğretimi ister öğrenci isterse öğretmen olsunlar, kız-erkek karışık olarak yapmadıkları ve herhangi bir tâifeye veya dîne veya mezhebe veya unsura veya renge has olmadıkları sürece özel okulların açılması engellenmez.

Madde – 173: Hayat sahasında insana lâzım olan hususları, erkek olsun kadın olsun her bir ferde, ilk ve orta öğretim merhalelerinde yeterince öğretmek devletin üzerine farzdır. Devlet, bu imkânları herkese ücretsiz olarak hazırlamalı, gücünün yettiği kadar da herkese ücretsiz yüksek öğrenim imkânı sağlamalıdır.

Madde – 174: Devlet; fıkıh, fıkıh usulü, hadis, tefsir ve fikir, tıp, mühendislik, kimya, icat, keşif ve diğerleri gibi çeşitli ilim dallarında araştırmalarını devam ettirmek isteyenlere imkân sağlamak üzere okullar ve üniversiteler dışında da kütüphaneler, laboratuvarlar ve diğer bilimsel araçlar hazırlar ki ümmet içerisinde müçtehidler, mucitler ve kâşifler bolca bulunsun.

3- Hilafet Devleti’nde Öğretimin Genel Hedefleri

Müfredatların ve ders konularının hazırlanması esnasında, öğretimin dikkate alınması gereken, şu iki ana hedefi vardır:

1- Ümmetin evlatlarında İslami Şahsiyetin, akliyet ve nefsiyetin inşâ edilmesidir. Bu ise Akîde, fikir ve davranışlar olarak İslami Kültürü öğrencilerin akıllarına ve nefislerine iyice yerleştirmek yoluyla olur. Bunun için Hilâfet Devleti’nde müfredatları hazırlayanlar ve uygulayanlar, bu gayenin gerçekleşmesi için hırs gösterirler

2. Müslümanların evlatları arasında her alanda seçkin, gözde âlimlerin sayısının çoğaltılmasıdır. Bu alanlar, ister ictihad, fıkıh, yargı ve diğerleri gibi İslami ilimler olsun, isterse mühendislik, kimya, fizik, tıp ve diğerleri gibi tecrübî ilimler olsun, fark etmez. Bu yetkin âlimler, dünyadaki devletler ve ümmetler arasında birinci konuma gelmesi için İslam devletini ve İslami Ümmet’i omuzlarında taşırlar. Böylece İslam devleti ideolojisi ile etkin ve lider bir devlet olur. Fikrî ve iktisâdî olarak uydu devlet veya tâbi devlet olmaz.

4- Tedris Yöntemi

Sahih tedris yöntemi; öğretmenin fikrî olarak hitap etmesi ve öğrencinin de fikrî olarak kavramasıdır. Zira fikir veya akıl, öğrenim ve öğretim aracıdır. İşte bu akıl, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın insana yerleştirdiği, kendisiyle onu şereflendirdiği, mahlukatının çoğuna karşı onu üstün kıldığı ve böylece onu sorumlu hale getirdiği ayrıcalıktır. Akıl şu dört unsurdan oluşur:

– Beyin (düşünmeye elverişli)

– İhsas (duyu organları)

– Vakıa

– Vakıa hakkında önbilgi

Akıl veya fikir veya idrak tek bir manaya gelir: Vakıa hakkındaki hissin duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesi, vakıanın kendisi ile yorumlandığı önbilgilerin bulunması ve sonra da vakıa hakkında hükmün ortaya konulmasıdır.

Öğretim işleminde görüldüğü gibi, bu fikir başkalarına aktarılmak istendiğinde öğretmen bu fikri, başta dil olmak üzere ifade etme araçlarından bir veya daha çok araç ile öğrencilere aktarır. Bu fikir; öğrencilerde ya önceden hissettikleri ya da benzerini duydukları hissedilebilir bir vakıa ile bir araya getirilirse, sanki bizzat kendileri ulaşmışçasına onlara fikir olarak aktarılmış olur. Öğrenciler tarafından hissedilen ya da hissedilebilen bir vakıa, cümleleri anlamaları ile bir araya getirilmez ve cümleler kendilerine ait herhangi bir vakıayı tasavvur etmeksizin açıklanırsa, onlara fikir olarak aktarılmış olmaz. Onlara ancak birtakım bilgiler aktarılmış olur. Böylece öğrenciler bu bilgilerle ancak bilgili kişiler olurlar, fikir adamları olmazlar.

Bu nedenle öğretmenin; öğrencilere birtakım fikirleri aktarırken o fikirlerdeki manaları, öğrencilerin zihinlerinde, kendilerince hissedilen bir vakıa ya da hissetmekte oldukları vakıalardan ona yakın bir vakıa ile bir araya getirmeye çalışarak, açıklaması kaçınılmazdır. Öyle ki öğrenciler bunları vakıası olmayan mücerret bilgiler olarak değil, fikirler olarak alsınlar. Dolayısıyla öğretmenin öğrenciye vakıayı hissettirmek için hırs göstermesi kaçınılmazdır. Eğer vakıanın bizzat kendisini ortaya koymak imkânsız veya çok zor ise, bu durumda öğretmenin, fikrin verilmesi esnasında öğrencinin zihninde o vakıanın yakın bir suretini oluşturması gerekir. Ta ki bilgiler, hissedilen vakıa veya öğrencide oluşan tasavvur ile bir araya getirilip onda bir fikre dönüşsün.

Öğretmen öğrencilere fikirleri aktarırken şu hususlara bakılır:

– Eğer bu fikrin; öğrencilerin daha önce hissettikleri ya da kendilerine aktarılırken hissettikleri hissedilir bir vakıası varsa, onu idrak ederler ve fikrî bir telakki ile kavrarlar.

– Eğer bu fikrin; öğrencilerin daha önce hissettikleri ya da kendilerine aktarılırken hissettikleri hissedilir bir vakıası yoksa, fakat kendilerine aktarılmışçasına zihinlerinde tasavvur edip onu tasdik etmişler, vakıayı hissetmişçesine zihinlerinde netleştirmişler ve hissedilen vakıayı kabul ettikleri gibi bunu da kabul etmişler ise, artık onu idrak etmiş ve fikrî bir telakki ile kavramışlardır.

İşte bu her iki durumda da öğretmenin öğrencilere aktardığı fikir, kendilerine ait bir fikir haline dönüşür. Fakat fikrin hissedilir bir vakıası veya öğrenciler tarafından hissedilmesi mümkün olan bir vakıası yoksa bu fikir kendisine aktarılan kişi nezdinde mücerret bilgiler olarak kalır.

Hissedilir vakıa; insanın beş duyu organından birisi vasıtası ile hissetmesi mümkün olan vakıadır. Bu vakıa ister maddi ister manevi olsun fark etmez.

Maddi vakıa; görme duyusu ile ağacı görmesi, işitme duyusu ile kuşların sesini duyması, dokunma duyusu ile kumaşın inceliğini algılaması, koklama duyusu ile çiçeklerin kokusunu alması, tatma duyusu ile balın lezzetini tatması gibi insanın hissettiği vakıadır.

Manevi vakıa ise; cesaret, emanet, korkaklık ve ihanet şeklinde hissedilen vakıadır. Zira insan onları maddi belirtileri sebebiyle fikrî bir ihsas olarak hisseder. Müslümanın, donanım ve sayı bakımından kendisinden güçlü olan düşman karşısında savaşmasına ve direnmesine bakılarak cesur olduğu, savaş meydanından kaçmasından da korkak olduğu anlaşılır. Hissedilir ya da hissedilmesi mümkün olan –maddi ya da manevi- vakıa; düşünme işleminde esasi unsurdur. Fikir, vakıası olmaksızın fikir olmaz.

Muğayyebat ise insanın dünyada beş duyusundan birisi ile hissedemediği Cennet, Cehennem, Arş ve diğerleri gibi şeylerdir. İşte bunlar duyular yolu ile düşünmenin konusu olmazlar. Bunlar ancak, Kur’an-ı Kerim ve mütevâtir hadis gibi doğruluğu kesinleşmiş haberler yoluyla düşünmenin konusu olurlar. Bazı insanların var olduğunu hayal ettikleri, insan yiyen dev veya dünyayı boynuzunda taşıyan öküz gibi muğayyebata gelince; bunları düşünmekle meşgul olunmaz. Çünkü hissedilmemiş ve hissedildikleri kesin bir şekilde nakledilmemiştir. Dolayısıyla onlar hayaldir ve hurafedir, vakıaları yoktur. Öğrenciler onları düşünmekle meşgul olmaktan sakındırılmalıdırlar.

İşitmek yani fikri hitap veya okumak yoluyla fikrî kavrayış işleminde; hitap edenin -ki o, öğretmendir ya da müfredat hazırlayanın, düşünmenin dört unsurunu kullanması kaçınılmazdır. Dolayısıyla o, öğrenene “öğrenciye” sözlü ya da yazılı hitabı esnasında, öğrenci daha önce hissetmemiş ise, düşünmenin konusu olan vakıayı ona tam olarak tasavvur ettirmeye uğraşır. Öyle ki öğrenen, o vakıayı sanki hissediyormuş şuuruna ulaşır. Bu da vakıanın suretini onun zihninde oluşturabilmek için o vakıa hakkındaki bütün bilgileri toplamakla olur.

Öğretimde veya öğrenimde, fikrî hitap veya fikrî kavrayışın esasi aracı dildir. Çünkü dil; lafızlar ve cümlelerden, bu lafızlar ve cümlelerin delâlet ettikleri manalardan ve bu manaların delâlet ettikleri fikirlerden oluşur. Eğer öğretmen ve öğrenci; fikirlere delâletleri bakımından bu lafızları, cümleleri ve manaları iyi anlarlarsa bu araç, öğretim ve öğrenim işleminde etkin bir araç olur. Bu nedenle her öğretmenin ve müfredat hazırlayanın öğrencilerin dil seviyelerini dikkate almaları kaçınılmazdır. İki taraf arasında karşılıklı fikrî iletişimin kolaylaşması için öğretmen, öğrencilerin anladıkları lafızları, cümleleri ve terkipleri kullanır. Fikrî iletişimden kastımız; iki taraf arasındaki hitabın, düşünmenin dört unsurunu kapsamasıdır.

İşte bu yöntem ile yazılı veya sözlü metinler öğrencinin beyninde (aynen öğretmende oldukları gibi) fikirlere dönüşürler. Böylece öğrenci bunları kendi dil seviyesine göre ifade edebilir. Sonra da helâl ve haram, doğru ve yanlış gibi kendisindeki ölçülere göre onlarla amel edebilir.

İster ideolojik fikirler gibi hayat hakkında özel bir bakış açısı ile doğrudan alâkası olan fikirler olsun, isterse matematik bilimleri gibi özel bir bakış açısıyla doğrudan alâkası olmayan fikirler olsun her fikrin verilmesi ya da alınması için en elverişli yöntem işte budur.

Birinci türden fikirlerin yani hayat hakkında özel bir bakış açısı ile doğrudan alâkası olan fikirlerin, yani insanın Rabbiyle veya kendisiyle veya başkalarıyla olan alâkalarını düzenleyen fikirlerin, İslami akîdeye raptedilmesi kaçınılmazdır. Bu takdirde öğrencinin fikrinin yanı sıra şuuruna da hitap edilmesi ve bu fikrin, öğrencinin dünyadaki ve ahiretteki hayatı ile alâkasının beyan edilmesi kaçınılmaz olur. Ta ki o, bu fikrin doğruluğuna kanaat getirsin ve o fikir öğrencinin gidişatını disipline eden bir mefhum olsun. Böylece onda, İslami akîdenin belirlediği özel bakış açısından kaynaklanmış doğru fikirler sayesinde sevgi ve cesaret şuurları harekete geçer. Böylece onları gerçekleştirmek için kanaat ve hamaset ile yola koyulur. Ta ki kendisinde, hayat hakkında özel bakış açısına muhalif, onunla çelişen ve ondan saptırıcı fikirler karşısında da nefret ve tiksinti şuurları harekete geçsin. Böylece onlarla savaşmak ve reddetmek için yola koyulur.

Öyleyse bakış açısıyla ilgili fikrî metinlerin öğretilmesinden kasıt; sadece o metne ait sözlük manasını kavramak değildir. Bilakis öğrencinin, ister yapması isterse terk etmesi bakımından olsun, vakıa hakkında Şeriat’ın kendisinden istediği tavrı takınması için, vakıasına indirmek üzere metni anlamasıdır. Böylece bu tür fikirler, gidişatını İslam’ın hükümleri ile disipline etmesi için öğretilir. Dolayısıyla öğretim; fikrî zenginlik uğruna olmaz. Bilakis kendisinden kaynaklanan bütün sözlerde ve fiillerde Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın rızasını kazanma çabasındaki akliyet ve nefsiyet ile İslami şahsiyeti inşa etmek uğruna olur.

İkinci türden fikirlere yani fizik, kimya, matematik ve diğerleri gibi özel bir bakış açısıyla doğrudan alâkası olmayan fikirlere gelince; bunlar öğrenciyi Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın insanın hizmetine sunduğu kainat ile irtibata geçmeye hazırlamak üzere öğretilir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu: وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِنْهُ “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size boyun eğdirmiştir.” [Casiye 13]

Ve şöyle buyurdu: وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ ۖ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ “O geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı size boyun eğdirmiştir. Yıldızlar da O’nun emri ile hareket ederler.” [Nahl 12]

Dolayısıyla İslami bir şahsiyet olarak Müslüman, İslam ümmetinin maslahatları ile gelişmesi açısından, hizmetine sunmak üzere faydalanması için bu tecrübî ilimleri öğrenir. İlim, sırf bizzat ilim için değil, bilakis ancak öğrendiği bilgiler ve fikirlerle bu dünya hayatında İslam’ın hükümlerine göre insanın faydalanması uğruna yani amel için talep edilir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ ۖ وَلَا تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) Âhiret yurdunu iste ama dünyadan da nasîbini unutma!” [Kasas 77]

5- Tedris Üslupları ve Araçları:

Her fikrin uygulanması için bir yöntem vardır. Üslup ise belirli bir işi yapmak için belirli bir keyfiyettir ve bu, sürekli olmayan bir keyfiyettir.

Öğretim konusunda üsluptan kastedilen ise; fikirleri, mefhumları ve çeşitli bilgileri hızlı ve başarılı bir şekilde aktarma hedefini gerçekleştirmek hususunda öğrencilerine yardımcı olmak amacıyla, öğretmenin yaptığı yönlendirilmiş faaliyet yaklaşımlarının tamamıdır. Öğretmenin, öğretim durumuna uygun olanını seçebileceği çeşitli üsluplar vardır. Bu seçimi yaparken öğrencilerin seviyeleri dikkate alınarak, hedefin gerçekleşmesi bakımından en iyisi seçilir. Meselâ; karşılıklı konuşma, tartışma, anlatma, benzerlik, sorunları çözmek, deneyler, doğrudan uygulamalı öğretim ve benzeri üsluplar gibi.

Üslup, sık sık bir araca ya da çoğunlukla belirli iş yapmaya gereksinim duyar. Zira araçlar ve üsluplar sürekli değildirler. Onlar; şartlar, şahıslar ve imkânlara bağlı olarak değiştirilir, geliştirilir ve çeşitlendirilirler. Herhangi temel bir fikrin uygulanması için bir yöntemin varlığı kaçınılmaz olduğu gibi, bu yöntemin uygulanmasında da araç ve üslupların başrolü vardır. Belirli bir işi hızlı ve başarılı bir şekilde tamamlamak, bu işi yapmaya uygun yeni üslup ve araçlar icat etme üretkenliğine dayanır.

Meselâ öğretmenin fikri hitabı ve öğrencinin fikrî kavrayışı şeklindeki öğretim yöntemi; bundan önce kalem, kâğıt, karşılıklı konuşma, taklit ve yazım gibi bazı üslup ve araçlar ile yapılıyordu. Yine bugün de bazı üsluplar ve araçlar ile yapılmaktadır. Fakat bunlar önceki üslup ve araçlardan farklıdırlar. Basılı resimler, hareketli maketler, sesli filmler, laboratuvarlardaki deneyler ve diğerleri gibi…

Okulun; öğrencilerde aklî metodu yerleştirmek için uygun üsluplar kullanması gerekir. Çünkü aklî metot; aydın düşünmede ve İslam esasına dayalı kalkınmada temeldir. Zira onunla insandaki büyük düğüm çözülür ve insan, hayat ve kâinat, bunların dünya hayatının öncesi ve sonrası ve bunların öncesi ve sonrası ile olan alâkası hakkındaki sahih küllî fikir insanda oluşur. Böylece İslam’da devletin, ümmetin ve nizamın esasi olan İslami akîdeye aklî metot ile ulaşılır.

Miladî 19. yüzyıldan beri Avrupa sonra da Amerika ve Rusya, ilmî araştırma üslubundan kaynaklanan sanayi devrimini gerçekleştirmede göz ardı edilemeyecek büyük bir başarı elde ettiler. Bu üsluba da “bilimsel metot” dediler. Bu metot, sadece deneysel bilimlerde doğrudur ve etkilidir. Bunun “metot” olarak isimlendirilmesi de yanlış değildir. Çünkü bu, araştırmada daimi ve muayyen bir metottur. Fakat yanlış olan husus; düşünmek için aklî metodun değil de bilimsel metodun esas kılınmasıdır. Zira bu, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın varlığı ve Muhammed SallAllahu ‘Aleyhi ve Selem’in Nübüvveti gibi insanın var olduklarına ancak aklî metot ile ulaşabildiği hakikat ve bilgilerin çoğunun olmadığına dair hüküm vermeye götürür. Dolayısıyla bilimsel metot, ancak deney yapılabilen hissedilir maddelere has olduğunda doğrudur. Bu da üzerinde deneyler yapmak yoluyla maddenin gerçeğini ve özelliklerini bilmek için kullanılır.

Aklî metot ancak düşünmede esas olan dört unsur ile varlığını sürdürebilir. Bununla birlikte fizik ve benzeri gibi hissedilir maddelerin incelenmesinde, akâid, teşrii ve tarih gibi fikirlerin incelenmesinde ve edebiyat araştırmaları ve benzerleri gibi kelâmın incelenmesinde kullanılabilir.

Bir şeyin varlığı hakkında bilimsel netice ile aklî netice çeliştiğinde aklî netice alınır. Çünkü bir şeyin varlığı hakkında aklî metodun hükmü kesindir.

Bilimsel metot, İslam’ın hükümleri çerçevesinde kendilerinden ve özelliklerinden faydalanılması maksadıyla Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın insanın hizmetine sunduğu kâinatın gerçek ve sıfatlarına ulaşmak için kimya ve fizik gibi deneysel bilimlerle sınırlandırılır.

Bazı filozofların, özellikle eski Yunan filozoflarının düşünmede metot olarak itibar ettikleri üsluplardan birisi de “mantıkî araştırma”dır. Oysa mantık, düşünmede metot değildir, bilimsel araştırma (bilimsel metot) konumuna bile yükselmez. Dolayısıyla mantık, aklî metot üsluplarından bir üslup olarak kalmaya devam eder.

Mantık; bir neticeye ulaşmak için fikir üzerine fikir bina etmektir. Fakat bu, içerisinde yanılma, aldatma ve saptırma kabiliyeti bulunan ve bazen gerçeğin aksi neticeye ulaşıldığı karmaşık bir üsluptur. En iyisi ondan sakınmaktır. Eğer kullanılmışsa neticesinin aklî metot ile sağlaması yapılmalıdır.

Ders müfredatlarını hazırlayanların ve öğretmenlerin herhangi bir konunun öğretilmesi için üsluplar ve araçlar önerirken aşağıdaki fikirleri dikkate almaları gerekir:

1- Üsluplar ve araçlar sürekli değildir. Öğretmen; karar kılınmış fikirleri öğrencilerin anlamalarını sağlamak için durumlarını ve aralarındaki ferdî farklılıkları dikkate alarak faydalı üsluplar ve araçlar oluşturmada üretken olmalıdır.

2- Vakıanın duyu yoluyla beyne aktarıldığı düşünme unsurlarından başlıca unsur, (işitme, görme, dokunma, koklama, tatma) hisleridir. Dolayısıyla vakıa, öğretim esnasında öğrenciler nezdinde hissedilen bir vakıa ise öğretmenin, öğrenimin (düşünmenin) konusu olan bu vakıanın hissettirilmesinde öğrencilerin duyu organlarını mümkün olduğunca fazla miktarda kullanmasını sağlaması gerekir. Eğer vakıa öğretim esnasında öğrenciler nezdinde mevcut olan bir vakıa değilse öğretmenin, sanki hissetmiş olurcasına yani zihinlerinde tasavvur edinceye kadar kararlaştırılan üslup ve araçlar ile bu vakıanın öğrencilerin zihinlerine yaklaştırılması gerekir. Çünkü vakıayı hissetmek düşünmede başlıca unsurdur. Bir vakıanın hissedilmesinde duyular ne kadar çok katılımda bulunursa, insanın o vakıayı hissetmesi o kadar derinleşir ve vakıa ile sıfatları hakkındaki hükmü çok daha dakik olur.

3- Müfredâtların yazımında ve onlara hitap edilmesinde, öğrencilerin dil seviyesi dikkate alınmalıdır.

4- İnsanın -özellikle 6-10 yaş arası öğrencilerin eşyanın tafsilatını kavramadan önce genel ifade tarzlarını kavramasının dikkate alınması şunları gerektirmektedir:

– Öğrencilere harfleri öğretmeden önce manalara delâlet eden kelimeleri öğretmek. Falan vakıanın filan kelimeye delâlet ettiğini idrak etmelerinden sonra, o kelimeyi çözümleme işlemine başlanır ki bu, kelimeyi oluşturan harfleri ve heceleri açıklamaktır. Çözümleme işleminin yanı sıra terkip işlemi de yapılır ki bu da öğrendikleri harflerden yeni kelimeleri ve kelimelerden de yeni cümleler oluşturmaktır. Böylelikle dil öğretiminin iki yöntemi olan “harf yöntemi” ile “cümle yöntemi” arası birleştirilmiş olur.

– Öğrencilere eşyayı, varlıkları oluşturan unsurları ve ince ayrıntılı özelliklerini öğretmeden önce eşyanın görünen sıfatlarını öğretmek.

– Öğrencilere önemli şahsiyetlerin hayatlarının ve faaliyetlerinin ayrıntılarını öğretmeden önce bu şahsiyetlerin özet olarak siretlerini öğretmek.

– Öğrencilere belirli bir metindeki cüz’î kısımları ve ayrıntıları öğretmeden önce ondaki genel manaları ve esasi fikirleri öğretmek.