Ümmet meclisi, Halifenin birtakım işlerde danışması için görüş bakımından Müslümanları temsil eden kişilerden oluşan bir meclistir. Bu meclisin üyeleri, yöneticileri hesaba çekip sorgulamak hususunda ümmetin vekilliğini yaparlar. Bu da Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ensar ve Muhacirler arasından gerekli işlerde kendileriyle danışmak, görüşlerini almak üzere on dört nakib tahsis etmesinden alınmıştır. Ebu Bekir (radiyallahu anh.) zamanında ki şûra ehli, alimlerden ve fetva sahibi kişilerden oluşmaktaydı. İbni Sa’d, Ebu’l Kasım’dan şunu nakleder: “Ebu Bekir, danışması gereken bir iş ile karşılaştığı zaman görüş sahiplerini, fakihleri, Ensar ve Muhacirden birtakım kimseleri, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Übey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit’i çağırırdı. Bunların hepsi Ebu Bekir’in Hilâfeti döneminde fetva veren kişilerdi. İnsanlar fetva konusunda bunlara müracaat ederlerdi. Ebu Bekir istişare konusunda böyle hareket ediyordu. Ebu Bekir’in vefatından sonra Halife olan Ömer; Osman, Ubeyd ve Zeyd gibi Müslümanlara fetva veren sahabeleri çağırıp onlara danışırdı.”

İşte tüm bunlar, Kur’an’ın ve sünnetin nassı ile sabit olan şûra hususlarında ve yöneticileri hesaba çekip sorgulamada ümmete vekalet edecek özel bir meclis oluşturmanın mübah olduğuna delalet etmektedir. Yöneticileri hesaba çekip, sorgulama ve şûra hususlarında ümmetin vekilliğini yapması dolayısıyla bu meclise “Ümmet Meclisi” denilmiştir.

Yöneticilerin kendilerine yaptıkları zulümleri veya İslâm’ın kendilerine kötü uygulandığından şikayetçi olmak üzere bu mecliste, raiyyeden Müslüman olmayan bir takım üyelerin bulunması caizdir.

Şûra Hakkı

Şûra, bütün Müslümanların Halife üzerindeki bir hakkıdır. Halifenin kendileriyle danışmak üzere karşı karşıya kalınan durumlarda onlara başvurması, Müslümanların Halife üzerindeki haklarıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ “İş hususunda onlarla müşavere et. Azmedip karar verdin mi, artık Allah’a güvenip dayan.” (Ali İmran 159)

Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem) de, kendileriyle danışmak üzere insanlara başvurdu. Bedir günü savaşın yapılacağı yer hususunda Uhud günü de Medine’nin dışında mı, içinde mi savaşılacağı hususunda onlarla istişare etti. Bedir günü, konuyu bilen bir kişi tarafından ortaya atılmış teknik bir görüş olduğundan El-Habbab b. Münzir’in görüşünü kabul etti. Uhud günü ise, kendi görüşüne muhalif olmakla birlikte çoğunluğun görüşünü kabul etti.

Ömer de, Irak arazisinin statüsü hususunda Müslümanlara başvurmuştu. Bu araziyi, ganimet olarak Müslümanlar arasında mı paylaştıracaktı? Yoksa haracını ödemek şartıyla yöre halkının elinde toprakları bırakıp arazi, Müslümanların beytülmaline mülk olarak mı kalacaktı? Ömer, bu hususta kendi ictihadı ile ulaştığı sonuca göre uygulamada bulunmuştu. Ashabın çoğunluğu da bu konuda ona muvafakat etmişti. Böylelikle o da, araziyi haracını ödemek şartıyla sahiplerinin elinde bıraktı. Sadece halkın şikayetçi olmalarından dolayı da Sa’d b. Ebî Vakkas’ı valilikten azletmiş ve şöyle demişti: “Ben, onu bir hainlik veya bir zaaf dolayısıyla azletmiyorum.”

Müslümanların Halife üzerinde şûra hakları bulunduğu gibi, yaptıkları iş ve tasarrufları dolayısıyla yöneticileri sorgulamakla da görevlidirler. Çünkü şanı yüce Allah, yöneticileri sorgulayıp hesaba çekmeyi, Müslümanlara farz kılmış; raiyyenin haklarını çiğneyecek, raiyyeye karşı görevlerinde kusur edecek, onların herhangi bir işini ihmal edecek, İslâm hükümlerine muhalefet edecek, veyahut Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hüküm verecek olurlarsa, bu halleri dolayısıyla onları kesin olarak hesaba çekip sorgulamalarını ve durumlarını değiştirmelerini emretmiştir.

Müslim’in Ümmü Selem’den rivayet ettiğine göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: إِنَّه يُسْتَعمل عَلَيكُم أُمَرَاء فَتَعْرِفُون وَتُنكِرُون، فَمَن كَرِه فَقَد بَرِئ، ومَن أَنْكَرَ فَقَد سَلِمَ، ولَكِن مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ» قالوا: يا رسول الله، أَلاَ نُقَاتِلُهُم؟ قال: «لا، ما أَقَامُوا فِيكُم الصَّلاَة “Pek yakında birtakım emirler olacaktır. Onların yaptıklarının bir bölümünü şeriata uygun (maruf) olarak görecek, bir bölümünü de münker göreceksiniz. Kim (münker gördüğü şeyden) hoşlanmaz ise, o kurtulur. (Gördüğü münkere karşı) tepki gösterip reddeden esenliğe kavuşur, fakat o münkere razı olup tabi olan ise…” Dediler ki: “Onlara karşı savaşmayalım mı?” Dedi ki: “Namaz kıldıkları sürece hayır.” (Müslim 3445)

Hatta ashab-ı kiram da Allah Rasulünün yaptığı bir takım işlere tepki göstermiş ve onu sorgulamışlardı. Ömer (radiyallahu anh), Hudeybiye antlaşması akdinde yer alan şu ifadeler dolayısıyla ona, şiddetli bir şekilde tepki göstermişti: “Kureyşlilerden, velisinin izni olmaksızın Muhammed’e gideni; Muhammed, Kureyşlilere geri gönderecektir. Muhammed’le birlikte olanlardan Kureyş’e giden kimseyi ise onlar Muhammed’e geri vermeyecektir.” (İbni Hişam Siret’inde Zühri’den rivayet etmektedir.)

Yine Müslümanlar işin başında, başlarında Ömer (radiyallahu anh) olmak üzere Ebu Bekir (radiyallahu anh’a) karşı, mürtedlerle savaşma hususunda tepki göstermişlerdir. Nitekim Talha ve Zübeyr de, Ebu Bekir’in kendisinden sonra Ömer’e ahid vermek istediğini öğrendiklerinde, Ebu Bekir’e tepki göstermişlerdi.

Bilal b. Rebah, Zübeyr ve diğerleri, Irak arazisinin gazilere taksim etmemesi dolayısıyla Ömer’e karşı çıktıkları gibi, kadınlardan birisi de 400 dirhemden fazla mehir verilmesini yasaklaması üzerine Ömer’e karşı çıkmış ve şöyle demişti: “Böyle bir sınırlandırma yapamazsın, ey Ömer. Sen, yüce Allah’ın: وَاٰتَيْتُمْ اِحْدٰيهُنَّ قِنْطَاراً فَلَا تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْـٔاًۜ “Ve onlardan birisine bir kantar (altın) dahi vermiş olsanız dahi ondan hiç bir şeyi geri almayınız” (Nisa 20) buyurduğunu hiç mi duymadın?” demesi üzerine Ömer (radiyallahu anh): “Kadın isabet etti ve Ömer hata etti” diye cevap vermişti.

İşte bütün bunlar dolayısıyla ümmet meclisinin hem şûra hakkı vardır, hem de yöneticileri sorgulama görevi vardır.

ŞÛRANIN HÜKMÜ

Şûra, (şavera) kelimesinin mastarıdır. Kendisine danışılan kimseden görüş istemek anlamına gelmektedir. Onunla danıştı, ondan meşveret istedi denilir.

Şûra ve (elmeşuverat) kelimeleri aynı anlama gelmektedir. Şin harfinin sükün olması ile okunan (elmeşverat) kelimesi de aynı anlama gelmektedir. Lisanü’l Arab’da şöyle geçmektedir: “Filan kişi de iyidir denilir.” El-Ferra der ki: (elmeşuverat) kelimesinin aslı (elmeşverat)’dir. Daha sonra kolay söylenmesi için sonraları (meşverat) şekline dönüşmüştür. Bu konuda el-Leys ise şöyle demektedir: Meşvere, mefale kalıbında olup (el-işarat) kelimesinden türetilmiştir. (meşuverat) denilir ki bu da şûra anlamına gelmektedir. Şin harfinin dammesi ile okunan (el-meşuverat) kelimesi (elmeşverat) kelimesi ile aynı anlama gelmektedir. Bir iş hususunda onunla istişare ettim dersin. Muhtar Es-Sıhah’da ise şöyle denilmektedir: (elmeşverat) şûra demektir. Şin harfinin dammesi ile okunan (el-meşuverat) kelimesi de aynıdır. Bir iş hususunda şûra yaptı yani istişare etti deriz.

Şûranın meşruiyetinin asıl delili, Allah’u Teâla’nın kerim Rasulüne müminlerle istişare etmesini emreden şu emridir  لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ “İş hususunda onlara danış..” (Ali İmran 159) İstişare ile ilgili bu emir mutlak bir talebi ifade etmektedir. Ancak bu talibin; farz, mendub veya mübah olup olmadığını karineler belirleyecektir.

Ayette yer alan istişare isteği vucub (farziyet) ifade edecek bir karine ile birlikte gelmemektedir. Tam tersine vucub anlamının dışında bir anlamla gelmiştir. Şöyle ki:

1- Aynı ayette geçen “iş hususunda” ifadesi, türü ne olursa olsun her hususta istişareyi ifade etmektedir. Ancak farzlar ve haramlar gibi belli bir şekilde nasslarla açıklanmış ve insanların görüş belirtmelerine, hatta istişare yapılmasına kesinlikle imkan bırakmayan şer’î hükümler vardır. Çünkü kanun koyucu yalnızca yüce Allah’tır. Tek hakim O’dur ve hüküm O’na aittir. Zira yüce Allah ayetti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ “Hüküm (koymak) ancak Allah’a aittir..” (Yusuf  40) اِتَّبِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ “Rabbinizden size indirilene tabi olun..” (Araf 3) وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ “Rasul size neyi getirdiyse onu olan. Sizi neden yasakladıysa onu da bırakın..” (Haşr 7)

Bu ayetler ve bunların dışındaki daha birçok ayet insanlara danışmanın hiçbir değeri ve yeri olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla bu hükümler, şûra ayetinde geçen “El-emr” kelimesinin genelliği kapsamı dışında tutulmaktadırlar. Öyleyse istişare veya şûra farzların ve haramların dışında kalan mübah işler için söz konusudur. İşte bu, şûranın farziyetini ve kesinliğini ortadan kaldıran bir karinedir.

2- Aynı ayette yer alan: فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ “Artık kararını verdiğinde de Allah’a güven..” (Ali İmran 159) ifadesindeki “karar verme” olayı doğrudan doğruya Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e bırakıldığının nassıdır. Bu ifade, karar almada danışmanlara yer vermemektedir. İstişare yapmanın farz olmadığının ikinci karinesi de budur.

3- Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahabelere danışmadan; valileri, kadıları, katipleri, seriyye emirlerini ve ordu komutanlarını tayin etmesi, antlaşmalar yapması, elçiler ve heyetler göndermesi gibi doğrudan doğruya kendi kararı yaptığı işlerin tümü, ayette yer alan danışma talebinin kesinlik ve farziyet ifade etmediğinin üçüncü karinesini oluşturmaktadır. Eğer ayette yer alan “onlara danış” ifadesi kesinlik ve farziyet anlamında olmuş olsaydı Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu işlerin tümünde sahabelere danışırdı.

Şura, meşûra ve istişare kelimeleri ile ifade edilen “danışma” olayı farz olmadığına göre mendub veya mübah olması durumu söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla deliller ve karineler dikkatlice incelendiği zaman “şûra”nın hükmünün mendub ve müstahab olduğunu görürüz. Bu cümleden olmak üzere; şûra, meşûra ve istişare mendubtur. Çünkü:

1- Allah’u Teâla müminleri aralarında şûra yapmakla övmüştür. وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ “Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şura 38)

2- Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in birçok hususta sahabelerle istişare yapmış olması, şûra yapılmasına gösterdiği hırsa, verdiği öneme, şûranın faziletine ve kendisinden sonra Müslümanlara şûra yapmayı öğrettiğine delalet etmektedir. Tirmizi Ebu Hüreyre’den şunu rivayet etmektedir: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’den daha fazla ashabı ile istişare yapan kimseyi görmedim.” (Tirmizi)

3- Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e ashabı ile istişare yapmasını telkin eden ayette yüce Allah Rasulüne, onlara karşı yumuşak davranmasını, affedici olmasını ve onlar için mağfiret dilemesini istemektedir. Ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın şüphesiz çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla ve yargılanmalarını dile. İş hakkında onlara danış.” (Ali İmran 159)

İşte istişarenin mendub olduğunun bir diğer karinesi de budur.

Mübah olan hususlarda istişare yapmak mendub olmakla birlikte bunların neler olduğu, Allah’ın Kitabında veya Rasulünün sünnetindeki açık nasslarla şer’î hüküm olarak belirtilmemişlerdir. Dolayısıyla bunların öğrenilmesi için incelenmesi ve araştırılması gerekmektedir. Tarifler, teknik işler, inceleme ve araştırma yapmayı gerektiren konular, savaş ve hile gibi ileri görüşlü olmayı gerektiren işler de böyledir. Bu türden işlerin tümü hakkında bilginlerin, tecrübe sahiplerinin ve uzmanların görüşlerine müracaat edilir. Bu türden konularda sayının çokluğuna veya azlığına bakılmaz. Danışmanların görüşleri de bağlayıcı değildir. Esirlerle ilgili hükmü bildiren vahyin inmesinden önce Bedir esirleri hakkında Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahabeleri ile istişare yapması, Ebu Bekir ve Ömer (radiyallahu anhüma)’nın Hilâfetleri döneminde bir olayla veya yargıyı ilgilendiren bir mesele ile karşılaştıkları, Allah’ın Kitabı ve Rasulünün sünnetinde de bir hüküm bulamadıkları zaman konu hakkında sahabenin ileri gelenlerine ve alimlerine müracaat etmeleri bunun delilleridir. Bedir savaşında, Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem) ‘in savaş yerinin tespiti konusunda Habbab b. Münzir’in görüşünü kabul etmesi de buna delildir.

Mübah amel ve işlerde şûra mendub olmakla birlikte, her işte veya bir kısmında Halife’nin kendisini şuraya bağlı kılması caizdir. Bir veya birkaç işte Halife kendisini bağlı kıldığı zaman bu bağlılığını devam ettirmesi vaciptir. İstişare yaparak kendisini bağlı hale getirdiği konularda gereğini yerine getirmesi vaciptir. Osman (radiyallahu anh’ın), kendisinden önceki Halifeler Ebu Bekir ve Ömer’in takip ettikleri yol üzere Hilâfet görevini üstlenmeyi kabul etmesinde olduğu gibi. Bu olay sahabelerin gözleri önünde cereyan ettiği halde onlardan herhangi birisi buna itiraz etmemiştir.

Halife; inceleme ve araştırma yapmayı, ileri görüşlü olmayı gerektirmeyen işlerde ve ameli konularda ümmet meclisine danıştığı zaman çoğunluğun görüşüne bağlı kalmak zorundadır. Yönetim, eğitim, sağlık, ticaret, sanayi, tarım ve benzeri iç işlerini ilgilendiren konular bu kapsama giren konulardandır. Bu türden işleri bilfiil yapmaya kalkışması durumunda Halife’nin muhasebe edilmesi de aynı kapsamda değerlendirilir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud Savaşında müşrik ordusu ile karşılaşma meselesinde çoğunluğun görüşünü kabul ederek Medine dışına çıkmıştır. Oysa hem kendisi hem de sahabenin ileri gelenleri Medine dışına çıkılmaması görüşündeydiler. Ayrıca Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ebu Bekir ve Ömer’e söylediği: لَوِ اجْتَمَعْتُمَا فِي مَشُورَةٍ مَا خَالَفْتُكُمَا “Siz bir meşverete ittifak ettiğiniz zaman ben size muhalefet etmem.” (Ahmed b. Hanbel 17309; İbn Ğanem el-Eşari yoluyla rivayet etmiştir.) sözü de buna işaret etmektedir.

Ancak Halife, bu türden işlerin dışında inceleme ve araştırma yapmayı, tecrübeyi, görüş belirtmeyi ve hile (plan) yapmayı gerektiren savaşlarla ilgili konularda ümmet meclisi ile istişare yaparsa, çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir. Bu durumda karar sahibi Halifedir. Çünkü Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir’de savaş yerinin tespiti konusunda sahabelerin görüşlerine iltifat etmeyerek Habbab b. Münzir’in görüşüne göre hareket etmiştir. Hatta bu konuda onlarla istişare dahi yapmamıştır. Yine Ebu Bekir (radiyallahu anh’ın), Hilâfetinin başlangıcında zekât vermemekte direnenlerle ve mürtedlerle savaşılmasına karşı olan sahabelerin çoğunluğunun görüşlerine rağmen savaş kararı alması da buna delildir. Yine ümmet meclisi bu türden işlerin bilfiil yerine getirilmesi konusunda Halife’yi muhasebe etmeleri halinde de ümmet meclisinin çoğunluğunun görüşü bağlayıcı değildir.

Ancak Halife’nin, benimsemek istediği şer’î hükümleri ve kanunları ümmet meclisinin görüşüne sunması caizdir. Ancak böylesi bir konuda ümmet meclisinin görüşü bağlayıcı değildir. Görüş belirtenlerin azlığının veya çokluğunun bir değeri yoktur. Sonunda karar sahibi yine Halifedir. Çünkü şer’î hükümleri ve kanunları benimseme yetkisi sahabenin icmasına istinaden Halifeye aittir. Zira fethedildikten sonra Irak arazisi konusunda Müslümanlarla istişare yapan Ömer (radiyallahu anh’ın.) aldığı karara sükût eden sahabelerin icması bu konunun delilidir.

Ümmet Meclisi Üyelerinin Seçimi

Ümmet meclisi üyeleri tayin yoluyla değil seçimle üyelik hakkını kazanırlar. Çünkü bu meclisin üyeleri belirtilecek görüşler hususunda insanların vekilidir. Vekili ise, onu vekil tayin eden kimse seçer. Vekil, hiçbir zaman vekalet veren kimseye dayatma yoluyla seçilemez. Diğer taraftan ümmet meclisi üyeleri, fert ve topluluk olarak görüş hususunda insanların temsilcileridir. Geniş bir bölgede ve tek tek tanınmayan büyük bir topluluk arasından temsilci, ancak bu iş için seçilen kimseler tarafından ortaya çıkarıldığı taktirde bilinebilir. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), görüş hususunda kendilerine başvuracağı kimseleri, onların bu konudaki güç, yeterlilik ve şahsiyetlerini esas alarak değil şu iki hususu esas alarak seçmiştir:

a- Yeterliliklerine veya güçlerine bakmadan cemaatlerinin temsilcileri olmalarını dikkate almıştır.

b- Ensar’ın ve muhacirlerin temsilcileri olmaları.

Şûra ehlinin oluşturulmasındaki maksat, insanların temsil edilmeleridir. Bu nedenle ümmet meclisi üyelerinin seçimine esas teşkil eden husus insanların temsil edilmeleridir. Nakiplerin cemaatlerini, topluluklarını temsil eden kimseler arasından seçilmeleri gibi. Nitekim Muhacir ve Ensar’ın temsilcilerinin seçiminde de bu husus göz önünde bulundurulmuştur. Kimlikleri ayrı ayrı bilinmeyen fert ve toplumların temsil edilmeleri ise ancak seçim ile gerçekleşir. O halde ümmet meclisi üyelerinin belirlenmesi için seçim kaçınılmaz bir yoldur.

Ancak Allah’ın Rasulünün, kendileriyle danışacağı kimselerin seçimini bizzat üstlenmesinin sebebi seçim alanının dar olmasıydı. Bu alan da Medine idi. Diğer taraftan Müslümanlar da onun tarafından biliniyordu. Buna delil ise, ikinci Akabe biatında kendisine biatta bulunan Müslümanları bizzat tanımadığı için; أَخْرِجُوا إِلَيَّ مِنْكُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا يَكُونُونَ عَلَى قَوْمِهِمْ “Bana aranızdan, kavimlerinin üzerinde (temsilci) olacak on iki nakip çıkarınız.”  (İbn-u Hişâm, es-Sîra’da Ka’b ibn-u Mâlik’ten zikretti.)

Buna göre, ümmet meclisi üyelerinin seçimle belirlenmelerinin nedenleri şu hususlardır:

a- Ümmet meclisi üyeleri görüş hususunda vekildirler.

b- Ümmet meclisinin var olmasının gerekçesi (illeti), fert ve toplumları görüş ve muhasebe konularında temsil etmeleridir.

c- Birbirlerini tanımayan insan toplulukları arasından temsilciler, vekiller ancak seçim yoluyla belirlenebilirler.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı ümmet meclisi üyeleri tayin yoluyla değil, seçim yoluyla belirlenirler.

Ümmet Meclisine Üyelik Süresi

Ümmet meclisine üyelik süresi sınırlandırılır. Çünkü Ebu Bekir (radiyallahu anh.), Rasül (Sallallahu aleyhi ve sellem) şûrada kendilerine başvurduğu kimselerle  kayıtlı kalmadı. Ömer b. el-Hattab (radiyallahu anh.) da kendisini, Ebu Bekir’in kendilerine başvurduğu kişilere başvurmak zorunda  görmüyordu. Ömer (radiyallahu anh.)’ın, yönetiminin son zamanlarında görüşlerine başvurduğu kimseler, ilk dönemlerinde başvurduğu kimselerden farklıdır. İşte bu da, ümmet meclisi üyeliğinin belli bir süre ile sınırlandırılmasının delilidir.

Ümmet Meclisine Üyelik

İslâm devletinin tebaasından olup akil-baliğ olan herkes; ister erkek, ister kadın, ister Müslüman, ister gayri müslim olsun ümmet meclisine üye olma ve üyelerini seçme hakkına sahiptir. Çünkü ümmet meclisi, yalnızca görüş belirtmek hususunda insanların vekilidir. Ümmet meclisinin yönetim ve teşride bulunma yetkisi yoktur. Ümmet Meclisi, görüş belirtme hususunda vekil olduğuna göre, İslâm Devletinde yaşayan insanların şer’î hukukta vekil olma ehliyetine sahip bulunan kimseler arasından dilediklerini vekil tayin edebilme hakkına da sahip olabilmelidirler. Müslümanın şûra hakkı bulunduğuna göre, Müslüman olmayan kimsenin de kendisine İslâm hükümlerinin uygulanması hususunda ve yöneticilerin kendisine yaptığı zulümler ile ilgili olarak görüşünü belirtme hakkı vardır. Bundan dolayı, dilediği kimseyi kendisine vekil tayin etme ve kendisinin de dilediği kimselere vekil olmak hakkına sahiptir. Ne vekilde, ne de vekil tayin edende Müslüman olma şartı aranmaz. Aksine vekil edenin de, vekilin de Müslüman ya da gayri müslim olmaları caizdir. İşte bundan hareketle; Müslüman olsun ya da olmasın Müslümanların, ümmet meclisinde kendilerini temsil edecek kişiyi seçmeleri caiz olduğu gibi, Müslüman olmayanların da böyle bir seçim hakları vardır. İslâm devleti tabiiyetliğini sürdürdükleri sürece bu hakları devam eder.

Aynı şekilde İslâm, yönettiği raiyyesine sadece insan olarak bakar. Bu bakışında kabile, cins, ırk, erkeklik ve dişilik gibi hususları göz önünde bulundurmaz. Onlar için belirlenecek yönetim politikası, insanlığın menfaatine olması, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkartması için yalnızca insanî vasıfları itibarıyla belirlenir. İşte bundan dolayı raiyye, insan oldukları için, insanla ilgili hak ve görevler hususunda ve şer’î hükümlerin herkese uygulanması bakımından birbirlerine eşittirler.

Hakim, anlaşmazlıkları çözerken; yönetici, yönetirken insanlar arasında fark gözetemez. İslâm devletinin tabiiyetini taşımalarının dışında hiçbir özelliği dikkate almadan onlara eşit bir şekilde muamele eder. Bu nedenle devletin raiyyesinden birisi olmak sıfatıyla, herkesin kendi görüşünü bizzat ifade edebilme hakkı bulunduğu gibi; hem kendisini hem de kendisini seçenlerin görüşlerini ifade edebilmek üzere temsilcisini seçebilme hakkı vardır. Çünkü yüce Allah; bütün insanlara, insanlık nitelikleriyle hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُب۪يناً “Ey insanlar! Size rabbinizden apaçık bir delil gelmiş bulunuyor. Ve size apaçık bir nur da indirmişizdir.” (Nisa 174)

قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعاًۨ “De ki, Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah’ın hepinize gönderdiği Rasulüyüm.” (A’raf 158)

İslâm alimleri ve özellikle usül alimleri, ister Müslüman, ister gayri müslim olsun, ister erkek, ister kadın olsun şer’î hükümlere muhatap olan kimsenin hitabı anlayan aklı başında insanlar olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Müslüman olmayanlar açısından durum budur. Kadın açısından durumun böyle oluş sebebine gelince; Ümmet meclisi yönetim kapsamına giren görevleri icra etmez. Bu nedenle ümmet meclisi, kadının yöneticiliğiyle ilgili hadis-i şerifin kapsamına girmemektedir. Diğer taraftan efendimiz Ömer (radiyallahu anh.)’dan sabit olduğuna göre o, ister şer’î hükümlerle (teşrii), ister yönetimle isterse devletin herhangi bir işiyle ilgili olsun, Müslümanların görüşlerini almak istediği herhangi bir olay ile karşı karşıya kaldığı zaman erkek-kadın herkesi mescide çağırır ve hep birlikte onların görüşlerini alırdı. Nitekim mehirlerin sınırlandırılması hususunda bir kadın, onun görüşünü kabul etmeyip, reddedince ileri sürdüğü görüşünden vazgeçmişti.

Diğer taraftan Rasül (Sallallahu aleyhi ve sellem.) Peygamberliğinin 13. yılında (yani hicret ettiği sene) huzuruna 75 Müslüman gelmişti. Bunların 73’ü erkek, 2’si hanımdı. Bunlar hep birlikte İkinci Akabe Biatı’nda ona biat ettiler. Bu biat, hem savaş ve kıtal biatı, hem de siyasi bir biattı. Biat sona erdikten sonra, onlara şöyle dedi: أَخْرِجُوا إِلَيَّ مِنْكُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا يَكُونُونَ عَلَى قَوْمِهِمْ “Bana, aranızdan on iki nakip çıkartınız ki, bunlar, aralarında olacak şeylerde kavimlerinin kefili olsunlar.” (İbn Hişam, Siret’inde, Ka’b b. Malik’ten)

Bu, aralarında seçimde bulunmak üzere hepsine verdiği bir emirdi. Bu emri yalnızca erkeklere yöneltip, kadınları bundan istisna etmemiştir. Ne seçecekler, ne de seçilecekler hakkında böyle bir istisna ve tahsis söz konusu değildir.

Kayıtlayıcı bir delil varid olmadığı sürece mutlak ifade mutlak olarak kalır. Tıpkı umumi huküm ifade eden emrin, genelliği üzere kaldığı gibi. Burada ise ifade hem genel hem de mutlak olarak varid olmuştur. Tahsis edici ve kayıtlandırıcı herhangi bir delil varid değildir. O halde bu ifade, Allah’ın Rasulünün iki kadına nakibleri seçme emrini ve Müslümanlar arasından nakib seçilme hakkını verdiğini göstermektedir.

Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem.) bir gün, insanlar kendisine biatte bulunsunlar diye oturdu. Beraberinde de Ebu Bekir (radiyallahu anh.) ile Ömer (radiyallahu anh.) da oturdu. Ona erkekler ve kadınlar biat etti. Bu biat ise, İslâm üzere bir biat olmayıp, ancak yönetim üzere bir biat idi. Çünkü bu biata katılan kadınlar, Müslüman kadınlar idiler. Hudeybiye’deki Rıdvan biatından sonra kadınların da ona biat ettiklerini görüyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِذَا جَٓاءَكَ الْمُؤْمِنَاتُ يُبَايِعْنَكَ عَلٰٓى اَنْ لَا يُشْرِكْنَ بِاللّٰهِ شَيْـٔاً وَلَا يَسْرِقْنَ وَلَا يَزْن۪ينَ وَلَا يَقْتُلْنَ اَوْلَادَهُنَّ وَلَا يَأْت۪ينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَر۪ينَهُ بَيْنَ اَيْد۪يهِنَّ وَاَرْجُلِهِنَّ وَلَا يَعْص۪ينَكَ ف۪ي مَعْرُوفٍ فَبَايِعْهُنَّ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ “Ey peygamber! Mümin kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ve ayakları arasında iftira düzüp getirmemeleri ve hiçbir marufda sana isyan etmemeleri üzerine sana biat etmeye geldikleri vakit biatlarını kabul et. Onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah çok mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir.” (Mümtehine 12)

İşte bu da yönetim üzere yapılan bir biattır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, onların mü’min kadınlar olduklarını bildirmektedir. Bu biat, maruf olan hiçbir hususta kadınların ona isyan etmemeleri üzere yapılmıştır.

Buna ek olarak kadının görüş belirtme hususunda kendisine vekil tayin etme hakkı olduğu gibi başkasının onu vekil etme hakkı da vardır. Çünkü kadın, görüşünü açıklayabilir ve bu hususta kendisine vekil olacak kimseyi de tayin edebilir. Diğer taraftan vekalette erkeklik şartı da aranmaz. O halde kadının, başkasının vekili olma hakkı vardır.

Bütün bunlarla beraber, Müslüman olmayanların teşrii hususunda görüş açıklama hakları yoktur. Çünkü İslâmi teşrii, İslâm akidesinden kaynaklanır. İslâmi teşrii, tafsili delillerden çıkartılmış şer’î ve ameli hükümlerdir. İslâmi teşrii, İslâm akidesinin belirlediği muayyen bir bakış açısına uygun bir şekilde, insanın meselelerini ele alır. Müslüman olmayan bir kimse ise, İslâm akidesiyle çelişen bir inanca sahiptir. Onun hayata dair bakış açısı da İslâm’ın bakış açıyla çelişkilidir. Bundan dolayı Müslüman olmayan bir kimsenin teşrii hususlarda görüşü alınmaz.

Yine Müslüman olmayan bir kimsenin, Halife seçimine katılma ve aralarından Halife’nin seçilebilmesi için Halife adaylarının tesbitinde bulunma hakkı yoktur. Çünkü gayri müslimin yönetime katılma hakkı bulunmamaktadır. Ümmet meclisinin yetkisi kapsamına giren diğer hususlarda ise Müslüman bir üye gibi görüş belirtme hakkına sahiptir.

Ümmet Meclisinin Yetkileri

Ümmet meclisinin yetkileri şunlardır:

1- a- Yönetim, eğitim, sağlık, ekonomi, ticaret, sanayi ve tarım gibi inceleme ve araştırma yapmayı, tecrübe sahibi olmayı gerektirmeyen ameli konularda, ve işlerde Halife, ümmet meclisi ile istişare eder, ümmet meclisi de ona görüşlerini bildirir.

b- İnceleme ve araştırma yapmayı, tecrübe sahibi olmayı gerektiren teknik işlerde, mali konularda, orduyu ve dış politikayı ilgilendiren meselelerde Halife’nin ümmet meclisine danışma ve görüşlerini alma hakkı vardır. Ancak bu konularda meclisin görüşleri Halife’yi bağlayıcı değildir.

2- Halife’nin benimsemek istediği hükümleri ve kanunları ümmet meclisine havale etme hakkı vardır. Ümmet meclisinin Müslüman üyelerinin ise bu gibi meseleleri tartışıp doğruluğu veya yanlışlığı hakkında görüş belirtmek hakları vardır. Ancak buna dair belirttikleri görüşleri Halife’yi bağlayıcı değildir.

3- Ümmet meclisinin, iç işlerinin, dış işlerini, maliyeyi, orduyu ilgilendiren konularda ve diğer işlerin tümünde Halife’yi denetleme, muhasebe etme hakkı vardır. Çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olduğu konularda meclisin görüşü Halife’yi bağlayıcıdır. Çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olmadığı konularda ise bağlayıcı değildir.

Fiilen tamamlanmış olan bir konuya ait şer’î hükümde meclis ile Halife ihtilaf ederse, uygulamanın şer’î olup olmadığının tespiti hususunda konu mezalim mahkemesine götürülür. Bu durumda mahkemenin görüşü bağlayıcıdır.

4- Ümmet meclisinin, yardımcılar, valiler ve amillerden hoşnut olmadığını açığa vurma hakkı vardır. Bu konuda ümmet meclisinin görüşü bağlayıcıdır. Böyle bir durumda Halife, derhal bu gibi görevlileri azletmek zorundadır.

5- Ümmet meclisinin Müslüman üyelerinin Halife adaylarını tespit etme ve sınırlandırma hakkı vardır. Bu konudaki görüşleri bağlayıcıdır. Meclisin gösterdiği adaylar dışında kalanların adaylığı kabul edilemez.

İşte ümmet meclisinin yetkileri bunlardır. Bu yetkileri oluşturan maddelerin her birinin delilleri ise şunlardır:

“a” fıkrasının delili, şanı yüce Allah’ın şu ayetleridir: لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ “İş hususunda onlarla müşavere et.” (Ali İmran 159) لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ “Ve onların işleri, aralarında müşavere iledir.” (Şura 38)

Yüce Allah, bu ayette; “iş hususunda” ifadesine istinaden müşaverenin genel olarak her hususta yapılacağını belirtmektedir. Emir kelimesi ise “elif lam” ile birlikte getirilmiş cins isimdir. “Onların işleri” ayeti ise izafe halinde getirilmiş bir cins isimdir. Her iki kelime de umum ifade eden lafızlar arasında yer alır ve her işi kapsar. Ancak bu genellik, diğer şer’î hükümlerle tahsis edilmektedir. Çünkü şer’î hükümler Allah’tan bir vahiydir. Vahyin bulunduğu yerde ise insanların görüşlerine yer verilmez. Çünkü tek hakim ve kanun koyucu yalnızca Allah’tır.

“b” fıkrasının deliline gelince: Bu madde, Rasulullah (radiyallahu anh.)’in Bedir savaşında, savaş yeri konusunda diğer sahabelerin görüşlerini almadan Habbab b. Münzir’in önerisi üzerine savaş yerini seçmesi olayından alınmıştır. Fikri konular, teknik işler, maliyeyi, orduyu, dış politikayı ilgilendiren konularda işin erbabına ve uzmanların görüşlerine müracaat edilir. Bu türden konularda insanların görüşünün çokluğunun veya azlığının hiçbir değeri yoktur.

Şûranın mübah olan hususlarda söz konusu olması, şûranın vacip değil, mendub olduğunun bir karinesidir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem.) birçok işlerde ve birçok zaman sahabelerle istişare yapıyor ve onların görüşlerini alıyordu. Ahmed’in Enes’den yaptığı rivayet şöyledir: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e Ebu Süfyan’ın başında olduğu kervanın geldiği haberi kendisine ulaşınca istişare yaptı.” (Ahmed b. Hanbel)Yine Amed’in Enes’den yaptığı bir başka rivayet ise şöyledir: “Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir savaşına çıkma konusunda ashabı ile istişare yaptı. Ebu Bekir Görüşünü belirtti. Sonra Ömer ile istişare yaptı. Ömer de görüşünü belirtti. Sonra diğer Müslümanlarla istişare etti. Bunun üzerine Ensar’dan bazıları: Ey Ensar topluluğu! Allah’ın Nebisi sizin görüşünüzü öğrenmek istiyor deyince, Ensar’dan birisi şöyle dedi: Bizim görüşümüzü mü almak istiyorsunuz ey Allah’n Nebisi? Şüphesiz ki biz, İsrail oğullarının Musa (Aleyhisselam)’a dedikleri gibi: ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturacağız’ demeyiz. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki atını Berku’l Ğımad’a sürmüş olsan dahi yine senin peşinden geliriz.” (Ahmed b. Hanbel)

Ahmed ibni Hanbel’in Bedir esirleri ile ilgili olarak rivayet ettiği Ömer hadisi ise şöyledir: “. . .Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir Ömer ve Ali ile istişare yaptı…)” (Ahmed b. Hanbel)

İbni İshak Zühri’den yaptığı rivayette şöyle der: “İnsanların üzerindeki sıkıntılar iyice şiddetlendiği zaman Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), Ğatafan’ın liderleri olan Uyeyne b. Hısn ve El-Haris b. Avf El-Merri’ye bir heyet gönderdi. Onlara, beraber oldukları müttefiklerinden ayrılmaları şartıyla Medine mahsulünün üçte birini vereceğini bildirdi. Allah’ın Rasulü ile onlar arasında sulh yapılması üzerinde anlaşıldı ve anlaşma maddelerinin yazılması için kağıt kalem hazırlandı. Ancak antlaşma imzalanmadı. İmzalanması için ciddi anlamda istek de yoktu. Sadece Ğatafan’ı oyalamak için yapılan bir işlemdi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) görüşlerini almak üzere Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Übade’ye haber gönderdi. Durumu onlara anlattı ve onların görüşlerini aldı…” (İbn İshak)

Yine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud savaşı öncesinde Medine dışına çıkıp çıkmama konusunda ashabı ile istişare etmişti. Bunun dışında daha birçok olayda da istişare yapmıştı. Ebu Bekir (radiyallahu anh.), Ensar ve Muhacirin liderleri ve alimleri ile istişareler yapardı. Mürtedlerle, zekât vermeyenlerle, ve Rum’la savaş konusunda ve daha birçok meselede sahabelerle istişareler yapıyordu. Aynı şekilde Ömer (radiyallahu anh) ve diğer Halifelerin tümü de insanlarla istişare yapıyorlardı.

Ebu Bekir Halife seçilmesinden sonra Üsame Ordusunun gönderilmeyi istemesinde -ki insanların büyük bir kısmı mürted olmuştu- olduğu gibi insanlar zaman zaman kendilerinden görüşleri sorulmadan bazı konularda görüşlerini belirtiyorlardı. Bu olay üzerine Ömer, Osman, Ebu Ubeyde, Sa’d b.Ebi Vakkas ve Sa’d b. Zeyd istişarede bulunmak üzerine Ebu Bekir’in yanına girdiler ve bu durumda Üsame ordusunun gönderilmemesi konusunda görüş belirttiler. Ancak Ebu Bekir onların bu görüşlerini kabul etmedi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in ve sahabelerin gözleri önünde cereyan eden Râşidi Halifelerin hayatlarından aktarılan bu olaylar, şûranın ve istişarede bulunmak için insanların görüşlerini almanın mendub olduğuna delalet etmektedir. Aynı şekilde Halife’nin çeşitli hususlarda ümmet meclisinin görüşüne müracaat ederek onların görüşlerini alması da mendubtur.

Halife’nin ameli konularda ve işlerde ümmet meclisinin görüşüne başvurması durumunda çoğunluğun görüşüne bağlı kalması lazımdır. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud savaşında, hem kendisinin hem de sahabenin büyüklerinin görüşü Medine’nin dışına çıkılmaması yönünde olduğu halde çoğunluğun görüşünü kabul etmiştir. Bu olay; bu türden konularda ve işlerde araştırma ve inceleme yapılmasına, uzmanların görüşünün alınmasına gerek olmadığı, Müslümanların çoğunluğunun görüşüne göre hareket edileceğini göstermektedir. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir ve Ömer’e şöyle demiştir: لَوِ اجْتَمَعْتُمَا فِي مَشُورَةٍ مَا خَالَفْتُكُمَا “İkiniz bir meşverete ittifak ettiğiniz zaman size muhalefet etmem.” (Ahmed b. Hanbel, 17309; İbn Ganem el-Eşari yoluyla rivayet etmiştir.) Bu hadiste yer alan “meşveret” kelimesi şûra ile aynı anlamdadır. İster pratikte uygulanmakta olan bir iş olsun ister diğer işlerden olsun her işi kapsamına almaktadır.

Birinci maddenin “a” fıkrasının açıklaması bu şekildedir. “b” Fıkrasının açıklamasına gelince: Bu türden konularda Halife ümmet meclisinin görüşüne müracaat edecek olursa, meclisin görüşü bağlayıcı değildir. Bu türden konularda Halife’nin, alimlerin, uzmanların, konu hakkında deneyimli olan kimselerin görüşünü alması gerekir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir savaşında savaş yerinin tespiti konusunda Habbab b. Münzir’in görüşünü kabul etmiştir. Bu olay İbni Hişam’da şöyle anlatılmaktadır: “Allah’ın Rasulü Bedir kuyularından uzak bir yere indiği zaman, bu yer Habbab b. Münzir’in hoşuna gitmedi. Bunun üzerine Habbab: Ey Allah’ın Rasulü! Bu yer, İleri ve geri gitmemiz mümkün olmayan Allah’ın sena vahiyle bildirdiği bir yer midir, yoksa şahsi bir görüş neticesi savaş ve hile türünden kişisel davranışınız mıdır? Allah’ın Rasulü: Hayır. Bu görüş, savaş ve hile türünden şahsi bir görüştür. Habbab: Ey Allah’ın Rasulü! Burası uygun bir yer değildir. Orduyu kaldır da Kureyş kavminin konaklayacağı yerin hemen yanındaki su başına gidip yerleşelim. Sonra gerideki tüm kuyuları kapatalım, ardında bir havuz yapalım ve içini su ile dolduralım. Sonra da kavimle savaşalım. Biz susadıkça havuzdan su içeriz, onlarsa içemezler. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: Görüşüne katılıyorum. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve beraberindekiler bulundukları yerden kalktılar ve Habbab’ın dediği yere indiler, yerleştiler. Sonra kuyuların kapatılmasını emretti. Bir havuz yapılıp içerisi su ile dolduruldu. İçine de bir kap konuldu.” (İbn Hişam) Bu olayda Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Habbab’ı dinledi ve onun görüşüne tabi oldu.

Savaş ve savaş tedbiri türünden olaylarda insanların görüşüne müracaat edilmez ve çoğunluğun görüşünün hiçbir kıymeti de yoktur. Bu türden konularda yalnızca uzmanların görüşü dikkate alınır. Teknik işlerde, inceleme ve araştırma yapmayı, ileri görüşlü olmayı gerektiren konularda çeşitli meselelerin tarifinde de ilgili konunun uzmanlarına, işin erbabının görüşüne başvurulur. Bu türden konularda insanların, çoğunluğun görüşünün hiçbir kıymeti yoktur. Yalnızca bilgiye, tecrübeye uzmanlığa itibar edilir.

Mali konular da yanı kapsam içerisinde değerlendirilir. Çünkü şeriat gelir olarak toplanacak malların türlerini ve miktarlarını, nerelere ve nasıl harcanacağını, ne zaman vergi alınabileceğini belirlemiştir. Bu nedenle, devlete nerelerden gelir toplanacağını ve nerelere harcanacağı konusunda çoğunluğun veya insanların görüşüne bakılmaz. Ordu da aynı kapsamda değerlendirilir. Şeriat, ordunun idaresi ile ilgili konuları Halifeye bırakmıştır. Cihad ile ilgili hükümleri belirtmiştir. Dolayısıyla şeriat tarafından kararlaştırılan konularda insanların görüşüne bakılmaz. Devletlerarası ilişkiler açısından da durum aynıdır. Çünkü devletlerarası ilişkiler, inceleme ve araştırma yapmayı, ileri görüşlü olmayı gerektirmektedir. Cihadla bağlantısı vardır. Üstelik savaş ve savaşla ilgili olarak görüş belirtme, hile kurma türünden meselelerdendir. Dolayısıyla az da olsa çok da olsa bu türden konuların tümünde insanların görüşüne hiçbir surette itibar edilmez. Bununla birlikte Halife’nin, görüşünü almak için bu türden konuları ümmet meclisinin görüşüne sunması caizdir ve görüşünü alabilir. Çünkü bir konunun ümmet meclisinin görüşüne sunulması mübahlardandır. Bedir olayında sabit olduğu üzere bu türden konularda ümmet meclisinin görüşü bağlayıcı değildir.

İkinci maddeye gelince: Hükümleri ve kanunları benimsemek Halife’nin yetkisine giren konulardan olmasına ve meclisin görüşünün de bağlayıcı olmamasına rağmen, Halife’nin, benimsemek istediği şer’î hükümlerde ve kanunlarda görüşünü öğrenmek için ümmet meclisine müracaat etme hakkı vardır. Tıpkı Ömer (radiyallahu anh.)’in şer’î hükümlerde Müslümanların görüşüne müracaat etmesi ve sahabenin de bu konuda olumsuz bir şey söylememeleri olayında olduğu gibi. Fethedilen Irak arazisi konusunda Ömer (radiyallahu anh.) Müslümanların görüşünü almış, onlar da arazinin savaşan gaziler arasında taksim edilmesi yönünde görüş belirtmişlerdir. Daha sonra ise görüşü; arazinin Irakta yaşayan insanların ellerinde bırakılması, adam başı ödedikleri cizyeye ilave olarak arazi karşılığında da harac ödemelerinde istikrar bulmuştur. Ebu Bekir ve Ömer (radiyallahu anhüm) sahabeye soru sormaları ve şer’î hükümlerde onların görüşlerini almaları, sahabenin de onların bu davranışlarına karşı çıkmamaları; Halife’nin, Allah’ın Kitabında ve Rasulünün sünnetinde açık nass bulamadığı veya nassı anlamada şüpheye düştüğü veya benimsemek istediği zaman şer’î hükümler konusunda görüşlerini almak üzere Müslümanların görüşüne başvurmasının caiz olduğuna dair sahabe icmasını göstermektedir. Ancak bunların tümünde Müslümanların görüşü bağlayıcı değildir.

Ümmet meclisinin Müslüman olmayan üyelerinin Halife’nin benimsemek istediği hükümler ve kanunlar konusunda görüş belirtme hakları yoktur. Çünkü onlar İslâm’a inanmamaktadırlar. Onların görüş belirtme hakları, yöneticilerin kendilerine yaptıkları zulümleri dile getirmekle sınırlıdır. Halife tarafından benimsenmek istenen şer’î hükümler ve kanunlar hakkında görüş belirtemezler.

Üçüncü Maddenin deliline gelince: Yöneticileri muhasebe etmekle ilgili olarak gelen şer’î nassların genelliği bu konunu delillerini oluşturmaktadır. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: َ “Başınızda, kendileri yapmadıkları şeyleri sizlere emreden bir takım emirler olacaktır. Kim onların yalanlarını doğrular ve zulümlerine yardım ederse, benden değildir. Ben de ondan değilim. Kesinlikle o, Kevser havuzunda yanıma gelmeyecektir.” (Ahmed b. Hanbel 5444; İbn Ömer’den)

أَفْضَلَ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ “…Cihadın en faziletlisi zalim bir sultanın yanında hak söz söylemektir.” (Ahmed b. Hanbel 10716; Ebu Saîd el-Hudri’den) Cabir (radiyallahu anh)’den rivayet edilen bir hadiste Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: سَيِّدُ الشُّهَدَاءِ حَمْزَةُ بْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِوَرَجُلٌ قَالَ إِلَى إِمَامٍ جَائِرٍ فَأَمَرَهُ وَنَهَاهُ فَقَتَلَهُ (طس عن جابر “Şehitlerin efendisi Abdulmuttalib’in oğlu Hamza ile zalim bir imama karşı hakkı emrettiği ve zulümden nehyettiği için öldürülen kimsedir.” (Hakim Cabir’den rivayet edilmiştir.) Avf b. Malik El-Eşcaî’den: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: شَيْئًا مِنْ مَعْصِيَةِ اللَّهِ فَلْيَكْرَهْ مَا يَأْتِي مِنْ مَعْصِيَةِ اللَّهِ وَلا يَنْزِعَنَّ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ “Dikkat edin! Kimin başına yönetici tayin edilir de o yöneticinin Allah’a isyan eden bir iş yaptığını görecek olursa işlediği bu masiyeti hoş görmesin. Bununla birlikte de itaatten asla el çekmesin.” (Müslim 3448; Ebu Davud, 2677)  Ümmü Seleme’den, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: سَتَكُونُ أُمَرَاءُ فَتَعْرِفُونَ وَتُنْكِرُونَ فَمَنْ عَرَفَ بَرِئَ وَمَنْ أَنْكَرَ سَلِمَ وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ “Sizin başınıza öyle kimseler emir olacak ki, bazı davranışlarını güzel bulup memnun kalacaksınız. Bazı davranışlarını da çirkin bulacaksınız. Onların iyi davranışlarını bilen kimse (onların münkerinden) uzak olur. Her kim (münkerlerine) karşı çıkarsa kurtuluşa erer. Razı olup tabi olan ise…” (Müslim 3445)

İşte genel olarak gelen bu nassların tümü, hangi konuda olursa olsun yöneticilerin muhasebe edilebileceğine delalet etmektedir. Hudeybiye musalahasında sahabenin Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Allah’ın Rasulü onları azarlamamış, yalnızca görüşlerini kabul etmemiş ve antlaşmayı imzalamıştır. Çünkü Allah’ın Rasulü, vahyin gereğini yerine getiriyordu. Vahyin olduğu yerde ise insanların görüşlerinin değeri yoktur. İhramdan çıkmaları, kurbanlıklarını kesmeleri ve tıraş olmaları emrine itaat etmedikleri için onları azarlamıştır. Yine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), bedir ordusunun konakladığı yer hakkında Allah’ın Rasulüne karşı çıkan Habbab b. Münzir’i de azarlamamış, tam tersine onun görüşüne tabi olmuştur. İster şer’î hükme muhalif bir iş olsun, ister hatalı bir davranış olsun, ister Müslümanlara zarar veren bir iş olsun, ister tebaaya yapılan bir zulüm olsun, isterse yerine getirilmesi gereken herhangi bir işin aksatılması olsun, fiilen yapılan her iş hakkında ümmet meclisinin Halife’yi, yardımcıları, valileri ve amilleri muhasebe etme hakkı vardır. Halife’nin ise, kendisine yapılan muhasebe ve itirazlara yönelik yapmış olduğu işler ve söyledikleri hakkında, deliline dayanarak açıklık getirmesi gerekir. Böylece ümmet meclisi Halife’nin yaptığı işlerden ve söylediği sözlerden dolayı işlerin iyi bir şekilde yürüdüğünden mutmain olsun. Ancak ümmet meclisi Halife’nin bakış açısını ve delillerini kabul etmez ve geri çevirirse duruma bakılır:

Eğer söz konusu mesele çoğunluğun görüşüne gere hareket edilmesi gereken bir iş ise ümmet meclisinin görüşü bağlayıcıdır. Çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olmadığı konularda ise, ümmet meclisinin görüşü bağlayıcı değildir.

Eğer ümmet meclisinin görüşü bağlayıcı değilse Halife’yi denetmenin ne anlamı vardır? şeklinde bir itiraz ileri sürülemez. Böyle bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü, yöneticileri muhasebe etmek mutlak surette yapılması gereken şer’î bir hükümdür. Farzı kifayedir. Aynı zamanda yöneticileri muhasebe etmek, görüşlerin açığa çıkmasına, netleşmesine, kamu oyunun şuurlandırılmasına ve uyanık tutulmasına katkıda bulunmaktadır. Denetleme, her yerde yöneticileri korkutan, ordulardan bile kuvvetli bir güçtür. Bunun için yöneticilerin denetlenmesinde çok büyük faydalar vardır.

Halife’yi denetleyen kimseler herhangi bir konuda yöneticilerle ihtilafa düşerlerse, mesele mezalim mahkemesine havale edilir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: يا أيها الذين آمنوا أطيعوا الله وأطيعوا الرسول وأولي الأمر منكم فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول “Ey iman edenler. Allah’a itaat edin. Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve Rasulüne götürün.” (Nisa 59)

Yani, ey Müslümanlar, herhangi bir konuda emir sahipleri ile anlaşmazlığa düşerseniz, meseleyi Allah’a ve Rasulüne götürünüz. Yani şeriatın hakemliğine müracaat ediniz. Şeriatın hakemliğine müracaat etmek meseleyi yargıya, mahkemeye götürmek demektir. Bu nedenle konu mezalim mahkemesine götürülür ve mahkemenin görüşü her iki tarafı da bağlayıcıdır.

Dördüncü Maddenin deliline gelince: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bahreyn’deki amili El-Alâ b. El-Hadrami’yi, Abdi Kays heyetinin şikayeti nedeniyle azletmişti. İbni Sa’d Muhammed b. Ömer yoluyla şunu rivayet eder: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Abdülkays’tan yirmi kişilik bir gurupla Medine’ye gelmesi için El-Alâ b. El-Hadrami’ye mektup yazdı. Başkanlığını Abdullah b. Avf El-Eşecc’in yaptığı yirmi kişilik bir grup Medine’ye geldi. El-Alâ Bahreyn’de yerine El-Münzir b. Sava’yı bıraktı. Heyetin şikayetçi olmaları üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) El-Alâ b. El-Harami’yi azletti. Yerine Ebban b. Saîd b. El-As’ı görevlendirdi ve ona: Abdi Kays heyetine hayır tavsiye et. Önde gelenlerine ikramda bulun.” dedi. (İbn İshak) Yine Ömer b. El-Hattab (radiyallahu anh.), sadece insanların şikayetçi olmaları üzerine Sa’d b. Ebi Vakkas’ı azletmiş ve ardından: “Onu, acizliğinden veya hıyanetinden dolayı azletmedim.” Bu rivayetler, vilayet halkının valilerden ve emirlerinden hoşnut olmadıklarını ve onlara kızgın olduklarını açıklama hakları olduğunu göstermektedir. Bu durumda ise Halife’nin de hakkında şikayetin söz konusu olduğu kişileri azletmesi gerekir. Aynı şey ümmet meclisi için de geçerlidir. Çünkü ümmet meclisi, vilayetlerdeki tüm Müslümanların vekilidir. Dolayısıyla ümmet meclisi valilerden ve amillerden razı olmadıklarını söylediği zaman Halife’nin bunları azletmesi gereklidir.

Beşinci maddenin deliline gelince: Ömer (radiyallahu anh.) hançerle yaralandığı zaman artık hayatta kalacağından ümit kesilince Müslümanların Ömer’den yerine Halife adayı göstermesini istedikleri sabittir. Kendisi ise bunu kabul etmedi. Bir defa daha aynı isteği tekrarlamaları üzerine altı kişiyi Halifeliğe aday gösterdi. İşte bu sükûti bir icmadır. Bu icma, ümmet meclisinin Müslüman üyelerinin Halife adaylarını tespit etme haklarının bulunduğu, bu konudaki görüşlerinin de bağlayıcı olduğunun delilidir. Yine sabit olduğu üzere, Ömer’in bu altı kişiyle birlikte elli kişiyi daha görevlendirmiş ve içlerinden karşı çıkanın öldürülmesini emretmiştir. Bu altı kişiye de içlerinden birini Halife olarak seçmeleri için üç günlük bir süre tanımıştır. Bu olaydan bağlayıcılık ilkesi anlaşılmaktadır. Müslüman olmayanların ise adayları belirleme hakları yoktur. Çünkü biat yalnızca Müslümanlara ait bir haktır.

Herhangi Bir Engel Olmaksızın Konuşma Ve Görüş Belirtme Hakkına Sahip olmak

Ümmet meclisi üyelerinden her birisinin herhangi bir baskı veya engel söz konusu olmaksızın şeriatın helal kaldığı sınırlar çerçevesinde dilediği gibi konuşma ve görüşünü açıklama hakkı vardır. Çünkü meclis üyesi görüş belirtmek ve sorgulamak hususlarında Müslümanlara vekalet eden bir vekildir. Onun görevi, Halife’nin yahut devletteki herhangi bir yöneticinin ya da devlet organlarından herhangi birisindeki herhangi bir memurun yaptıklarını yakından takip edip tespit etmektir.

Yine onun yapacağı iş, tüm devlet görevlilerine nasihat etmek, görüş belirtmek, öneriler sunmak ve tartışmak, devlet tarafından yapılan aykırı işlere itiraz etmektir. Ümmet meclisi bunların tümünü, Müslümanlara vekaleten yapar. Bu çerçevede, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma farziyetini, yöneticileri denetleme, onlara nasihatte bulunma ve istişarede bulunma görevini Müslümanlar adına yerine getirirler. Çünkü bunların tamamını yapmak Müslümanlara farzdır. Nitekim yüce Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: كنتم خير أمة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن المنكر “Sizler, insanlar için çıkartılmış, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en hayırlı bir topluluksunuz.” (Ali İmran 110) الصلاة وآتوا الزكاة وأمروا بالمعروف ونهوا عن المنكر “Onlar (müminler) ki kendilerine yeryüzünde bir iktidar verdiğimiz taktirde namazı kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder, münkerden alıkoyarlar.” (Hacc 41) ولتكن منكم أمة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun.” (Ali İmran 104) Aynı şekilde iyiliği emredip münkerden alıkoymaya delalet eden pek çok hadis-i şerif de varid olmuştur. Allah’ın Rasulünün şu sözünde olduğu gibi: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ اللَّهُ أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْ عِنْدِهِ ثُمَّ لَتَدْعُنَّهُ فَلا يَسْتَجِيبُ لَكُمْ “Nefsim elinde olana yemin olsun ki: Muhakkak ya iyiliği emredip münkerden alıkoyarsınız yahut da aradan fazla zaman geçmeden Allah kendi katından bir azap gönderir. Sonra da ona dua edersiniz de asla duanız kabul olunmaz.” (Tirmizi 2095; Ahmed b. Hanbel, 22212; Huzeyfe’den)

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır: مَنْ رَأَى  مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أَضْعَفُ الإيمَانِ “Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıfıdır.” (Müslim 70; Ahmed b. Hanbel, 11034, 11090; Ebu Saîd’den)

Bu ayeti kerimeler ve hadis-i şerifler Müslümanlara iyiliği emredip münkerden alıkoymalarını emretmektedir. Yöneticileri hesaba çekip sorgulamak ise iyiliği emredip münkerden alıkoymak kapsamına girer. Hatta özel olarak yöneticiyi sorgulayıp hesaba çekmeyi açıkça ifade eden bir takım hadis-i şerifler de varid olmuştur. Çünkü yöneticinin hesaba çekilip sorgulanmasının, ona iyiliği emredip münkerden alıkonulmasının kendine ait bir önemi vardır. Ümmü Atiyye’den. Ebu Saîd’den: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: أَفْضَلَ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ “Cihadın en faziletli olanı zalim bir hükümdar önünde söylenen hak sözdür.” (Ahmed b. Hanbel 10716)

İşte bu, yöneticiyi hesaba çekip, sorgulamayı, onun önünde hak sözü söylemenin lüzumunu ortaya koymakta ve bunu cihad olarak hatta cihadın en faziletli olanı saymaktadır. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu hususa oldukça teşvik etmiş ve bunu yapmaya -öldürülmeye götürecek olsa dahi- imrendirmiştir. Nitekim Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’den varid olan sahih bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: سَيِّدُ الشُّهَدَاءِ حَمْزَةُ بْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِوَرَجُلٌ قَالَ إِلَى إِمَامٍ جَائِرٍ فَأَمَرَهُ وَنَهَاهُ فَقَتَلَهُ (طس عن جابر “Şehitlerin efendisi Abdulmuttalib’in oğlu Hamza ile zalim bir imama karşı hakkı emrettiği ve zulümden nehyettiği için öldürülen kimsedir.” (Hakim Cabir’den)

Sahabe (Allah onlardan razı olsun) Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i ve hesaba çektikleri gibi onda sonra gelen raşid Halifeleri de hesaba çekmişlerdir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini hesaba çekiyorlar diye ashabı azarlamadı. Aynı şekilde Râşid Halifeler de onları azarlamamışlardır. Diğer taraftan Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), Bedir savaşında kendisine karşı itiraz etmesi üzerine El-Habbab b. El-Münzir’in görüşünü kabul ettiği gibi Kureyşlilerle karşılaşmak üzere Medine’nin dışına çıkmak hususunda ise çoğunluğun görüşünü kabul etmiştir. Halbuki kendisi daha farklı düşünüyordu.. Hudeybiye günü de Müslümanlar Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e karşı şiddetli bir şekilde itiraz ettiler. Ömer b. Hattab da bu itirazcılar arasında en ileri derecede itiraz eden bir kimse idi. Huneyn’de ise Ensar, Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in kendilerine hiçbir şey vermeksizin müellefetü’l kulûba bağışlarda bulunması üzerine kızmışlardır.

Ömer (radiyallahu anh) b. Hattab’ı minber üzerinde olduğu halde Yemen’den gelen kumaşları paylaştırması meselesinde hesaba çekip, sorgulamışlardır. Aynı şekilde mehirlerini artırmayı yasakladığı için bir kadın kendisine itiraz ettiği gibi Şam, Irak ve Mısır topraklarını fethedildikten sonra paylaştırmadığı için de Ömer (radiyallahu anh.)’e itiraz etmişler ve onu hesaba çekmişlerdir. Hatta bu hususta Bilal ve Zübeyr ona karşı çok sert ve ağır davranmıştır. Buna rağmen karşılıklı olarak onlarla görüşür, sahabe ile danışır ve görüşünün doğruluğuna onları ikna edinceye kadar da bu tutumunu sürdürürdü.

Bu nedenle ümmet meclisinin her üyesinin, Müslümanları temsil etmesi itibarı ile mecliste herhangi bir engel ve sıkıntı olmaksızın istediği gibi konuşma ve görüş beyan etme hakkı vardır. Her üyenin Halife’yi, yardımcılarını, valiyi ve devlet organları içindeki herhangi bir görevliyi muhasebe etme hakkı vardır. Üye, muhasebesinde ve görüş beyanında şer’î hükümlerle kayıtlı olduğu sürece ister Halife olsun, ister vali ya da bir vazifeli olsun ona cevap vermeleri görevleri icabıdır.