Şari’nin şerî hükümlerin tatbik edilmesini fertlere, partilere ve devlete yüklediğini bilirsek, ibadetler gibi fert olması vasfıyla fertlerle ilgili hususların olduğunu, ferdin namaz kılmak ve zekât vermekle muhatap olduğunu da biliriz. Aynı zamanda Şari’nin, bu hükümlerin şeriatın gerektirdiği şekilde yerine getirilmesini sağlamak amacıyla hükümlerin düzenlenmesiyle ilgili devlete hitap ettiğini de biliriz; örneğin bunlardan biri, zekâtın zenginlerden alınıp zekât sandıklarına konulmasıdır. Örneğin bizzat ferdin zekâtı fakir komşusuna verme imkânı olduğu halde ancak Şari, zekâtın Sultana verilmesi şeklinde çok güzel bir mekanizma belirlemiştir. Sultan da onu kaynaklarına harcar. Bize Ebu Bekir’in şöyle dediği rivayet edildi, bize Bişr İbn el-Mufaddal, Suheyl’den o da babasından şöyle dediğini rivayet etti; Said’e, İbn Ömer’e, Ebu Hureyra’ya ve Ebu Said’e sordum ve şöyle dedim: Benim malım var ve zekâtını vermek istiyorum ama onun için bir yer bulamıyorum. Onlara bu konuda yaptıklarını ve ne düşündüklerini sordum. Sonra dedi ki: Onların hepsi bana, zekâtı onlara vermemi emretti. Bize Muaz İbn Muaz, İbn Avn’dan, o da Nafi’den şöyle dediğini rivayet etti: İbn Ömer şöyle dedi: Mallarınızın zekâtlarını Allah’ın üzerinize sorumlu kıldığı kimselere verin. Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim de bir günah işlerse kendi aleyhinedir. Bize Ebu Usame, Hişam’dan o da Muhammed’den şöyle dediğini rivayet etti: Sadaka (zekât), Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e ve O’nun emir tayin ettiği kişiye, Ebu Bekir ve onun emir tayin ettiği kişiye, Ömer’e ve onun emir tayin ettiği kişiye ve Osman’a ve onun emir tayin ettiği kişiye verilirdi. Nitekim Osman öldürülünce ihtilaf ettiler ve onlardan bazıları onlara verilmesi gerektiği görüşünü benimserken bazıları da zekâtı kişinin paylaştırması gerektiği görüşünü benimsediler. Bunun üzerine Muhammed şöyle dedi: Zekâtı kişinin paylaştırması gerektiğini tercih eden Allah’tan korksun ve onları ayıplar gibi bir şeyle gelerek onları ayıplayan biri olmasın. Bu hususta birçok eser ve deliller vardır. Biz bunları, ibadet fiilini düzenlerken o işleri düzenleyen bir devlete ihtiyaç duyulduğuna dair bir örnek olarak verdik.

Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefat edip O’nun ardından Ebu Bekir Halife olunca Araplardan kafir olanlar kafir oldu ve bunun üzerine Ebu Bekir efendimiz de zekât vermeyenlerle savaştı. Bunun üzerine Ömer, Ebu Bekir’e şöyle dedi: كيف تقاتل الناس، وقد قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: «أمرت أن أقاتل الناس حتى يقولوا: لا إله إلا الله، فمن قال: لا إله إلا الله عصم مني ماله ونفسه، إلا بحقه وحسابهم على الله»؟ “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Her kim: Allah’tan başka ilah yoktur derse mal ve canlarını benden kurtarırlar, gizli durumlarının hesabı Allah’a kalmıştır, demesine rağmen sen bu İnsanlarla nasıl savaşacaksın? Ebu Bekir de şu karşılığı verdi: Namaz ile zekatı birbirinden ayıranlara karşı vallahi savaşacağım çünkü zekat malın hakkıdır. Allah’a yemin ederim ki Allah’ın Rasulü’ne verdikleri bir deve yularını bana vermeseler bunun verilmemesi yüzünden kendileriyle savaşırım.” Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Vallahi durum bu minvalde iken Allah’ın, Ebu Bekir’in göğsüne ferahlık verdiğini gördüm ve savaş konusunda kendisinin hak üzerinde olduğunu anladım.

Devlete yüklenen hükümlerde, zekatın doğrudan fakirlere verilmesi gibi bazılarını fertlerin yapabileceği, hadler gibi bazılarını ise devlet olmadıkça fertlerin yapmasının imkansız olduğunu görüyoruz. Zira Sultan, Kâdi, Vali veya bunu uygulamak için görevlendirilen biri olmadıkça herhangi birinin had cezasını uygulama hakkı yoktur. Nitekim şeriatın hükümlerine daha yakından bakıldığında devlete yüklenenin aşağıdaki hükümler olduğunu görürüz:

Devletin dahili siyaseti: Dahili siyaset, ister muhasebe, Ümmet Meclisi, Mezalim, insanların maslahatlarına ilişkin daireler, valilerin, memurların, yardımcıların ve muhtesiplerin atanması gibi devletin onlarla ve onların da devletle olan ilişkileri olsun isterse nasihat, emri bir maruf ve’n nehyi anil münker, akidenin korunması, ilmi yayarak dini korumak, cehalet ve bidatle savaşmak, medya siyaset, husumetlerin çözülmesi, muamelatlarla ilgili hükümlerin istinbat edilmesi için gerekli olan hususlar, yargı, şeriata göre muamele ve haklarda eşitliğin sağlanması, Müslüman ve zimmi tebaanın tüm haklardan, zenginliklerden ve devletin kamu hizmetlerinden faydalanmasını sağlamak, onların temel ihtiyaçlarını garantilemek, yardımlaşma, kardeşlik, dayanışma ve fedakarlık temelinde bir toplum oluşturmak, güvenliği sağlamak, pazarlar, camiler, araştırma merkezleri, tesisler, barajlar ve benzerlerini inşa etmek ve faziletin ve yüce değerlerin hakim olduğu parlak bir örnek ve İslam davetini başkalarına taşımak için temel bir araç olsun diye İslami yaşam tarzını en güzel şekilde göstermek gibi birbirleriyle olan ilişkileri olsun ümmetin ve devletin tebaasının işlerini gözetmektir.

Devlete yüklenen hükümlerden biri de dış siyasettir: anlaşmalar, davetin taşınması, cihat, harbiye, buna müteakip ağır sanayilerin inşa edilmesi, fabrikaların kurulması, doğal kaynakların çıkarılması, İslam devletinin amaçlarını uluslararası arenada uygulamak için ülkeler ve diğer uluslararası taraflarla uluslararası ilişkiler, İslam’ı yaymak ve devletin uluslararası ilişkilerine yön verecek kararlar almak, küresel sistemin siyasi, stratejik, ekonomik, sosyal ve kültürel düzeylerde tanık olduğu olayları ve etkileşimleri takip etmek yoluyla devletin işlerine karşı uyanık olmak ve bunların ümmet üzerindeki etkisini incelemek, ümmetin maslahatlarını gözetmek için gerekli önlemleri almak, daveti taşımak ve İslam’ı yaymak için gerekli planlar yapmak, yurt dışındaki tebaanın maslahatlarını gözetmek ve benzerlerini yapmak gibi ister hükümet cihazı olsun isterse siyasi partiler ve siyasi ortamın temsil ettiği hükümet dışı cihaz olsun dış siyasetle ilgili siyasetlerin ve kararların alınmasına ve uygulanmasına dayalı bir cihazın oluşturulmasıdır.

Devlete yüklenen hükümler arasında; kamu, özel ve devlet mülkiyetleri, devletin ekonomik olarak inşasını gerçekleştirmesi ve bu sisteminin amaçlarına ulaşmasını sağlaması, mülk edinme ve onun geliştirilmesi keyfiyetiyle ilgili hükümler, onu harcama ve onun hakkında tasarrufta bulunma keyfiyeti, servetin toplumun bireylerine dağıtılması ve toplumda dengenin oluşturulması keyfiyeti ve haraç, zekât, arazi, nakitler, para politikaları, iç ve dış ticaret, sanayiler ve benzerlerinin hükümleri gibi finansal hükümler ve ekonomik sistem de yer almaktadır.

Devlete yüklenen hükümler arasında; hadler, tazir, kısas, cinayetler, beyyinatlar, yargı, muhalefetler ve benzerleri gibi ukubat sistemine ilişkin hükümler de vardır. Gözünüzü nereye çevirirseniz çevirin, İslam’ın hükümlerinin İslam Devleti yoluyla uygulanması temeline dayandığını görürsünüz. Ancak uygulamada; devlete nasihat etmek ve onu muhasebe etmek gibi fertlerin payı da vardır. Zira emir sahibi yerine getirmesi için tayin edildiği Allah’ın emrini uygular. Ayrıca fertler olarak ümmet, otorite sahibidir ve ümmet, Allah’ın emretmiş olduğu emir nehiyleri uygulamasının yanı sıra namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sadaka (zekât) vermek ve benzeri hükümler gibi fertlere yüklenen amelleri de yerine getirmesi için yöneticiye vekalet vermiştir.

Devlete yüklenen tüm bu hükümlerin yerine getirilmesi ve bunların eda edilmesinin düzenlenmesi için İslam Devleti’nin cihazları, on üç cihaz üzerine kurulmuştur ki bunlar şunlardır:

1- Halife.

2- Muavinler (Tefvîz Muavinleri).

3- Tenfîz Muavinleri.

4- Valiler.

5- Cihad Emiri – Harbiye Dairesi (Ordu).

6- Dahili emniyet (iç güvenlik).

7- Hâriciye (Dışişleri Dairesi).

8- Sanayi (Dairesi).

9- Kadâ (Yargı).

10- İdâri Cihaz (İnsanların Maslahatları).

11- Beytu’l Mâl (Hazine).

12- Medya.

13- Ümmet (Şûra ve Muhasebe) Meclisi.

Dolayısıyla Allah’ın Müslümanlara uygulanmasını farz kılmış olduğu toplam şerî hükümlerden fertlerle ilgili şerî hükümlerin payı, İslam’ın toplam hükümlerinin neredeyse yüzde onunu bile zor bulmaktadır. Dolayısıyla da İslam Devleti’nin ikame edilmesi İslam’ın ikame edilmesi, devletin yok olması İslam’ın yok olması demektir. Nitekim bunu, önde gelen alimlerin sözleri doğrulamaktadır ki bunlardan bazılarını zikredelim:

Cürcâni şöyle demiştir: “Bir İmamın nasbedilmesi, Müslümanların maslahatlarının yerine getirilmesi ve dinin en büyük maksatlarından biridir.”

İbn-i Teymiye (Siyasetu’ş Şeriyye)’de şöyle demiştir: “İnsanlara bir emir tayin etmenin dinin en büyük farzlarından biri olduğu ve onsuz dinin uygulanamayacağı bilinmelidir. Zira insanoğlunun birbirlerine ihtiyaçları olduğu için maslahatlarını ancak icmayla yerine getirebilirler. Dolayısıyla onların bir baş için icma etmeleri şarttır. Zira Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: لا يحل لثلاثة يكونون بفلاة من الأرض إلا أمروا عليهم أحدهم “Üç kişinin aralarından birisini başlarına emir tayin etmeksizin bir açık alanda durmaları helal değildir.” [Ahmed, Abdullah İbn Ömer’in hadisinden rivayet etmiştir.]

Dârimi Sünen-i’nde şöyle demiştir: Bize Yezid İbn Harun rivayet etti, bize Bakıyye rivayet etti, bana Safvan İbn Rüstem, Abdurrahman İbn Meysera’dan, o da Temim ed-Dari’den şöyle dediğini rivayet etti: Ömer zamanda binalar yayılmaya başladı. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Ey Arap topluluğu! Toprak, toprak! İslam, İslam olamaz, cemaat olmadıkça!.. Cemaat, cemaat olamaz, emiri olmadıkça!.. Emir, emir olamaz, ona itaat olmadıkça!.. Herhangi bir kimseyi, onun kavmi, fıkıh (ilmi) üzere başlarına geçirecek olurlarsa, bu, o kişi için de kavmi için de hayat olur. Herhangi bir kimseyi kavmi, fıkıh (ilmi) olmadan başa geçirecek olurlarsa, bu, o kişi için de kavmi içinde helak (sebebi) olur. [İbn Abdülber El-Kurtubi, Câmi’u beyani’l-‘ilm ve fadlihi’de rivayet etti.]

Şeyh Tâhir İbni Âşûr (Usulü’n-Nizami’l-İctimai fi’l-İslam)’da şöyle demiştir: “Müslümanların genel ve özel bir yönetim kurması, İslam şeriatının asıllarından bir asıldır. Bununla ilgili Kitap ve sünnetten o kadar çok delil sabit olmuştur ki manevi tevatür derecesine ulaşmıştır. Nitekim sahabe, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatının ardından İslam ümmetini gözetmesi için peygamberimize halef birini getirmek amacıyla hızla bir araya gelip müzakerede bulunmuşlardır. Bunun üzerine Muhacir ve Ensarlar, Sakife günü Ebu Bekir Sıddîk’i Müslümanlar için Allah’ın Rasulü’nün Halifesi olarak getirilmesi üzerinde icma etmişler ve bunun akabinde Müslümanlar Halife’nin ikamesinin farziyeti hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Bazı Harici ve Mutezile gibi şaz olanlar icmayı bozmaya yeltenmiş olsalar da gözler onları görmemiş ve kulaklar işitmemiştir. Hilafet’in konumu şeriatın usulünden olduğu için Usuluddin alimleri onu kendi meselelerine dahil etmişlerdir. Dolayısıyla bablarından biri de İmamet olmuştur. İmam El-Harameyn (Ebu el-Meâlî El-Cüveynî) İrşad’da şöyle demiştir: İmamet hakkında konuşmak, itikat usulünden değildir. Zira ondan habersiz olma riski, usuluddinin aslından habersiz olma riskini de hazırlar.”

El-Heysemî, Savâiku’l-Muhrika’da şöyle demiştir: “Aynı şekilde sahabe Rıdvânullahi Aleyhim’in, nübüvvetin sona ermesinin ardından bir İmamı nasbetmenin farz olduğu üzerine icma ettiklerini, dahası onu en önemli farzlardan saydıklarını biliyorum. Zira Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem defnedilirken onunla meşgul olmuşlardır.”

Ebu Bekir el-Ensâri Gâyetu’l Vusûl ilâ Şerhi Lebbu’l Usûl’de şöyle demiştir: İnsanların, gedikleri kapatması, ordunun techiz edilmesi, zorbaları ve yağmacıları bastırması gibi maslahatlarını yerine getirmesi için (bir İmamı nasbetmesi vaciptir.) Zira sahabeler, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra onun nasbedilmesi üzerinde icma etmişler, onu en önemli vaciplerden saymışlar, onu Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in defnedilmesinin önüne geçirmişlerdir ve her asırda insanlar bunu yapmaya devam etmelidir.

Müfessir, fakih, kelamcı, usulcü ve gramerci Muhammed İbn Ahmed İbn Muhammed İbn Hişam el-Mahallî el-Mısrî eş-Şafii Celaleddin Şerhu’l Mahallî Alâ Cem’u’l Cevâmi adlı eserinde şöyle demiştir: İnsanların, gedikleri kapatması, ordunun techiz edilmesi, zorbaları ve yağmacıları bastırması gibi maslahatlarını yerine getirmesi için bir İmamı nasbetmesi vaciptir. Zira sahabeler, Nebi Salallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra onun nasbedilmesi üzerinde icma etmişler, onu en önemli vaciplerden saymışlar, onu Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in defnedilmesinin önüne geçirmişlerdir ve her asırda insanlar bunu yapmaya devam etmelidir.

İbn-i Haldun (Mukaddime)’de şöyle demiştir: “Bir İmamı nasbetmek farzdır. Onun şeriatta farz olduğu, sahabenin ve tâbiinlerin icmasıyla bilinmektedir. Zira Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sahabesi, peygamberimiz vefat ettiğinde Ebu Bekir Radıyallahu Anha biat etmek ve işlerinin gözetilmesini ona teslim etmek için harekete geçtiler. Aynı şekilde insanlar, ondan sonraki hiçbir asırda da terk etmediler ve bunun bir İmamın nasbedilmesinin farz olduğuna delalet eden bir icma olduğuna karar verdiler.”

Şâfi Fakihi ve küçük Şafi lakaplı Şemsüddîn Muhammed Bin Ahmed er-Remlî el-Ensârî’nin (kendisi dokuzuncu asır alimlerindendir) “Gâyetü’l Beyân Şerhi Zübedi İbn-i Raslen” adlı kitabında şöyle geçmektedir: (İnsanların, hükümlerinin ve hadlerinin uygulanması, geçitlerinin korunması, ordularının hazırlanması, ödemeleri durumunda sadakalarının alınması, zorbaların hırsızların ve yol kesenlerin bastırılması, hasımlar arasındaki anlaşmazlıkların kesilmesi, ganimetlerin taksim edilmesi ve benzerleri gibi maslahatlarını koruyacak bir İmam nasbetmeleri vaciptir. Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra onun nasbedilmesine dair sahabenin icması vardır. Hatta onu en önemli farzlardan saymışlardır ve onu Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in defnedilmesinin önüne almışlardır. Dolayısıyla her asırdaki insanlar bundan sorumludur.)

Şeyh Ali Belhac, “Hilafeti Yeniden Tesis Etmek Dinin En Büyük Vaciplerindendir” adlı risalesinde şöyle demiştir: “Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafet” nasıl olmasın ki. Zira İslam alimleri ve onun bayraktarları, Hilafetin bu azim dinin farzlarından temel bir farz olduğuna, dahası diğer farzların uygulanmasının kendisine bağlı olduğu “en büyük farz” olduğuna, bu farzın yerine getirilmesini terk etmenin “büyük günahlardan” olduğuna, fertler olarak Müslümanların, devlet olarak da Müslüman halkların arasında ortaya çıkan kayıpların, karışıklıkların, anlaşmazlıkların ve çatışmaların Müslümanların bu azim farzı yerine getirmedeki ihmallerinden başka bir şey olmadığına karar vermişlerdir.”