İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve Şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle İslâm Şer’iatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ile ve Allah Subhenehû ve Teala yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama; “imamet” ve “müminlerin emirliği” adları da verilir.

Hilâfet/Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Hilafet, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebiler veya Rasulülerin, Allah’ın Şer’iatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda nebinin vahiy yoluyla aldığı Şer’iatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır.

Nitekim yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:

 وما على الرسول إلا البلاغ المبين”Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir.”[1] 

 فإنما عليك البلاغ “Sana düşen ancak tebliğdir.”[2] ما على الرسول إلا البلاغ “Rasule düşen, tebliğden başkası değildir.”[3]

Nübüvvet, Hilâfetten farklı bir şeydir. Hilâfet, yüce Allah’ın Şer’iatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, Rasul olabilmesi için Allah’ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve rasul olması için Allah’ın kendisine Şer’iat vahyetmiş olması ve bu Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şer’iatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.

Buna göre nübüvvet ve risalet makamı Hilâfet makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah Subhenehû ve Teala bu makamı dilediğine verir.  Hilâfet ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem getirmiş olduğu Şer’iatı uygulayan bir hâkim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda Müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti.

Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:

 وأن احكم بينهم بما أنزل الله “Ve onlar arasında Allah’ın indirdikleri ile hükmet.”[4]   إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله   “Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah’ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik.”[5]

Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:

  يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك “Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”[6]   وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ   “Bu Kur’an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu.”[7]

  يا أيها المدثر (1) قم فأنذر   “Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar.”[8]

Ancak Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem risaleti; Yüce Allah’ın şu;  وأحل الله البيع وحرم الربا “Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”[9] Ayetinde olduğu gibi sözlü olarak tebliğ etti. Aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak da tebliğ etti. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hüküm hakkında kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat iş yapmakla karşı karşıya kaldığında insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. İnsanlar arasında yargılama yaptığında, verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.

– Tevbe suresi nazil olunca; Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib RadıyAllah’u Anh’u arkasından gönderdi. Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe’de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.

– Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah’tan gelmiş bir vahiydi.

– Cabir; “Malımı ne yapayım?” diye sorunca vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari’nin Muhammed b.el-Münkedir’den rivayetine göre o şöyle demiştir: “Cabir b. Abdullah’ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah’ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi.”[10]

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.

Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce Müslümanları mescitte topladı ve Medine’de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı. Çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine’nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.

Aynı şekilde insanlar arasında yargı hükmü verirken başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.

Buhari’nin Ümmü Seleme’den rivayetine göre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi: إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا    “Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir Müslüman’ın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]

Yine, Enes’den rivayet edildiğine göre Rasül SallAllah’u Aleyhi Vesellem ashabına şöyle buyurmuştur: وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ   “Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah’ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” [12]

İşte bütün bunlar, Rasul’ün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şer’iatını uygulamak için dünyada Müslümanların başkanlığı makamıdır. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.

İnsanlardan yönetim hususunda biat aldığı gibi bu biatı kadınlardan da erkeklerden de almıştı. Fakat henüz ergenlik yaşına ulaşmamış küçüklerden böyle bir biat almamıştı. İşte, bu husus onun aldığı biatın nübüvvet üzere bir biat değil de yönetim kastıyla alınan biat olduğunu pekiştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah Subhenehû ve Teala‘nın risaleti tebliğ ve yükümlülüklerini ifa hususunda herhangi bir sebep dolayısıyla ona sitem etmediğini görüyoruz. Aksine çağrısına, insanların icabet etmemeleri dolayısıyla rahatsız olmamasını istediğini görüyoruz. Çünkü risaletin görevlerini yerine getirmek yalnızca tebliğden ibarettir. Sana düşen tebliğden başkası değildir anlamında yüce Allah ona şöyle hitap ediyordu:

 فلا تذهب نفسك عليهم حسرات  “O halde nefsin onlar hakkında birtakım üzüntülere dalmasın.”[13]  ولا تحزن عليهم ولا تكن في ضيق مما يمكرون   “Onlar için üzülme ve kurmuş oldukları tuzaklardan dolayı kendini sıkıntıya koyma.”[14]  إن عليك إلا البلاغ   “Sana düşen ancak tebliğdir.”[15]

Fakat daha önce indirilmiş ve tebliğ etmiş bulunduğu hükümleri uygulamak kastıyla, yönetimin sorumluluklarını yerine getirirken yapmış olduğu bir takım fiillerden dolayı yüce Allah ona sitemde bulunmuştur. Daha önceden inmiş bulunan hükümleri uygularken evla olanın tersine hareket ettiği için Rasul’üne sitem etmiş ve şöyle demiştir:

 ما كان لنبي أن يكون له أسرى حتى يثخن في الأرض     “Hiçbir nebiye yeryüzünde ağır basıp zaferler elde edinceye (düşmanı iyice ezinceye) kadar esirler alması olacak bir şey değildir.”[16]   عفا الله عنك لم أذنت لهم “Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?”[17]

İşte, bütün bunlardan yönetim hususundaki başkanlık makamının nübüvvet makamından farklı olduğu, halifelik makamının ilahî bir makam olmayıp beşeri bir makam olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.  Yine bu açıklamaların tümü, halifeliğin dünyada bütün Müslümanların genel başkanlığı olan beşeri bir makam olduğunu göstermektedir. İlahi bir makam değildir. Çünkü bu makam Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in de üstlenmiş olduğu yönetim makamıdır. Bu makamı vefatı ile bırakmış ve bu hususta kendisine Müslümanlardan birisinin halef olmasını farz kılmıştır. O halde halifelik, yönetim hususunda Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘e halife olmak üzere onun yerine geçmektir. Hilâfet, nübüvvet hususunda Rasul’ün yerine geçmek değildir. Hilâfet, Allah’tan vahiy ve Şer’iat almak hususunda değil, İslâm hükümlerini uygulamak, İslâm davetini taşımak için Müslümanların başkanlığı alanında Allah Rasulü’nün yerine geçmektir.

Rasulullah’ın masumiyetine gelince:

Onun masumiyeti nebî oluşu bakımından söz konusudur. Yönetici olması açısından masum değildir. Çünkü masumiyet, kendi şer’iatlarıyla insanları yönetip yönetmediklerine, şer’iatlarını uygulayıp uygulamadıklarına bakılmaksızın tüm nebilerin ve Rasulülerin taşıması gereken sıfatlardandır. Musa, İsa ve İbrahim (hepsine selam olsun) masum Rasulülerdir. Aynı şekilde Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘de masumdur. Bu masumiyet yönetici olması dolayısıyla değil, nübüvveti ve risaleti dolayısıyladır.

Ancak Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘in yönetim yükümlülüklerini yerine getirirken haram bir fiil işlememesi ve farz bir fiili yerine getirmeyi terk etmemesine gelince:  Bu, onun nübüvvet ve risalet bakımından masum oluşundan dolayıdır. Yönetici oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir. Buna göre yönetim işlerini yapması, ismet sıfatına sahip olmasını gerektirmez. Fakat Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem fiili konum olarak, nebi ve Rasul oluşundan dolayı masumdu.  İşte bu sebepten dolayı beşer sıfatıyla yönetim işlerini üstleniyor ve beşer olarak hüküm veriyordu. Kur’an-ı Kerim onun bir beşer olduğuna dair açık ifadeler içermektedir.

Yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:

 قل إنما أنا بشر مثلكم   “De ki; ben, ancak sizin gibi bir beşerim.”[18]

Daha sonra yüce Allah’ın şu buyruğu onun diğer beşerden farklı oluş yönünü şöylece açıklamaktadır:

 يوحى إلي “Bana vahyediliyor.”[19]

Onun ayırt edici özeliği kendisine vahiy gelmesidir. Yani Rasul oluşudur. Bunun dışında ise o, diğer insanlar gibi bir beşerdir. O halde yönetim hususunda da diğer insanlar gibidir, beşerdir. Buna göre ona halife olacak olanın da elbette diğer insanlar gibi beşer olacağından şüphe yoktur. Çünkü halife, nübüvvet ve risalette değil ancak yönetim hususunda onun halifesidir. Bundan dolayı halifelikte ismet sıfatı şart değildir. Zira yönetimin gerektirdiği bir nitelik değildir. Bu nitelik ancak nübüvvetin gereklerindendir. Halife ise yöneticiden başka bir şey değildir. O halde halifelik görevine gelecek olanlara ismeti şart koşmanın gereği de yoktur. Hatta bu göreve gelecek olanlarda ismet şartının aranması caiz bile değildir. Çünkü ismet, nebîlere, Rasullere hastır. Nebîlerden başkası hakkında ismetin söz konusu olması caiz olmaz. Zira nebide ve Rasulde bu sıfatın varlığını tebliğ gerekli kılmaktadır. Bu da tebliğ ettiklerinde masum olmaları demektir. Haramları işlememe hususunda masum olması ise, tebliğde ismete bağlı bir konudur. Çünkü tebliğde ismet, haramları işlemekten yana korunmuşluk olmadıkça tamam olmaz. O halde ismeti gerekli kılan risaletin tebliğ edilmesidir. İnsanların tasdik etmeleri veya etmeyişleri değildir. Bu sıfatı gerektiren amellerde hata etmek ya da etmemek de değildir. Bu sıfat, risaleti tebliğ etmek için gereklidir. Zira Rasul, Allah tarafından korunmuş (masum/ismet sıfatına sahip) olmasaydı, risaleti gizlemesi yahut ona bir şeyler ilave etmesi ya da ondan bir şeyler eksiltmesi ya da Allah’a karşı söylemediği bir şeyi yalan söyleyip uydurması veya tebliğ etmekle emredildiğinden başkasını tebliğ ederek hata etmesi mümkün olurdu.

Bütün bunlar, Allah tarafından nebî olarak gönderilmeye aykırıdır; onun tasdik edilmesi farz olan nebî oluşuna uymamaktadır. O bakımdan nebînin risaletinin tebliğ hususunda masum olmak sıfatına sahip olması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak onun haramları işlemekten yana masum olması da söz konusudur. İşte, bundan dolayı ilim adamları haramları işlemekten yana nebîlerin korunmuşluğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi nebîler yalnızca büyük günahları işlemekten yana korunmuşlardır, küçük günahları işlemesi caizdir derken kimisi de nebîler, büyük-küçük her türlü günahı işlemekten yana korunmuştur derler. Onlar bu görüşleri, ‘fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru mudur değil midir’ açısından ele alarak söylemişlerdir. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru ise tebliğde ismet bunları da kapsar ve nebî bunlardan yana da korunmuş olur. Zira tebliğ bu fiillerden korunmuş olmadıkça tamam olamaz. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru değil ise tebliğde ismet bunları kapsamaz. Çünkü bunlar olmadan da tebliğ tamamlanabilmektedir. Bundan dolayı, evla olana aykırı fiilleri işlemekten yana nebîlerin masum olmadıkları hususunda bütün Müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. Çünkü tebliğin tamam olması bunlara bağlı değildir. Buna göre, ismet tebliğe hastır. O bakımdan, ismet ancak Nebiler ve Rasuller hakkında söz konusudur. Onların dışında mutlak olarak herhangi bir kimse hakkında varlığı caiz değildir.

Allah’u Teâlâ’nın şu sözüne gelince:

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا  “Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.[20]

Bu ayetin manası; ‘Sizden şüphe ve töhmeti gidermek ister’ demektir. Bu ayet şu üç ayetin bir cüzüdür:

يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلاً مَعْرُوفًا (32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الآولَى وَأَقِمْنَ الصَّلاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (33) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا “Ey Nebî hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi gibi değilsiniz. Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimseler umutlanır. Siz hep uygun söz söyleyin. Evlerinizde oturun, ilk cahiliyyede olduğu gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin. Namazı da dosdoğru kılın, zekâtı verin. Allah ve Rasul’üne itaat edin. Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamı ile sizi temizlemek ister. Evlerinizde okunan, Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Muhakkak Allah, her şeyin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır.”[21]

Bu ayetin, ismet/günahtan korunmuşluk ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. ليذهب عندكم الرجس   “sizden kiri gidermek….” sözünün ‘sizi masum kılar’ şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Hâlbuki ‘kirin giderilmesi’ pisliğin giderilmesidir. Burada kast olunan ise manevi kirliliktir. O da bu cümleden önceki iki ayetin cümlelerinde açıkça görüldüğü gibi, şüphe ve töhmettir. Burada “taharet/temizlik” şüphe ve töhmetten arınmış olmaktır. Çünkü الرجس-rics “kirlilik” kelimesinin manası maddi pislik ve manevi pisliktir. Bir manası da azaptır.

Bu kelime, Kur’an’da bu manalarla şöyle geçmektedir:

فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنْ الأوْثَانِ  “Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun.”[22]   كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللَّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ   “Allah, iman etmeyenlerin üzerine işte böyle kirlilik/pislik çökertir.”[23]

Bu iki ayette, الرجس rics “kirlilik” kelimesi manevi pislik olarak geçmektedir.

Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

أَوْ لَحْمَ خِنزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ   “… Domuz eti – ki o pisliktir…”[24]

Burada رجس–rics “kirlilik” kelimesi maddi pislik anlamında geçmektedir. Böylece ayette geçen; ليذهب عندكم الرجسAllah sizden kiri gidermek ister.” sözü, töhmet olan manevi pisliği giderir demektir. ويطهركم تطهيراًSizi tam anlamı ile temizler.” sözündeki يطهركم ve تطهيراً kelimelerinde kesinlikle “ismet” manası, hem lügatte, hem Kur’an’da, hem de Hadiste geçmemektedir. Zira lügatte; طهر الشيء “o şeyden necâsetin/pisliğin giderilmesi” demektir. ‘Kadının, hayızdan, necâsetten ve kusurdan temizlendi’ derken de aynı kelime kullanılır. الطهارة “taharet” Şer’iatta ‘pisliği gidermektedir.’

Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا يَقْبَلُ اللَّهُ صَلاةً بِغَيْرِ طُهُورٍ   “Allah, temizliğin olmadığı bir namazı kabul etmez.”[25]

طهر   “tahar” kelimesi Kur’an’da da bu mana ile geçmiştir.

Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ   “Elbiseni temizle.”[26] مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ   “… onunla sizi temizlemek için su (indirdi).”[27] وَلا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”[28]

Bu ayetlerde kast olunan, necasetten ve hayızdan temizlenmektir.

Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ “(Allah) seni seçti ve seni arındırdı.”[29]

Yani kusurlardan temizledi demektir.

وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا “Eğer cünüp iseniz, temizleniniz.”[30]

Yani hadesten/pislikten temizleniniz demektir.

تطهير -temizlemek kelimesi Kur’an’da mü’minler için de geçmiştir.

Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ    “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmaz, fakat sizi tertemiz kılmak size nimetini tamamlamak ister.”[31]

Bu nâsların hepsi de o Ehli Beyt ile ilgili ayette kast olunanın; Allah’ın onları şüphe ve töhmetten arıtması olduğunu belirlemektedir. Ayette kast olunanın; Allah Subhenehû ve Teala’nın onlara ismet sıfatı vermesi olduğunu nefyetmektedir. Böylece o ayet ismete delâlet etmemektedir.

Buna binaen, insanlardan birisi için ismetin varlığına dair bir nakli delil yoktur. Buna dair sadece akli delil vardır.

İsmet sıfatının delili ise nakli değil aklidir. Çünkü Şer’i nâslar arasında ne Kur’an’da ne de Hadis-i Şer’iflerde nebiler hakkında da, Rasuller hakkında da, başkaları hakkında da herhangi bir kimsenin masum olduğuna dair bir nâs yoktur. Nebinin ve Rasul’ün tebliğde ismet sıfatına sahip olması aklen gerekli bir özelliktir. Çünkü nebi ve Rasul olmaları masum olmalarını gerektirmektedir. Aksi takdirde nebi de olamaz, Rasul de olamaz. Allah Subhenehû ve Teala‘dan aldığı risaleti tebliğ etmekle mükellef olmayan bir kimsenin masum olmaması aklın gereğidir. Çünkü böyle bir kimse insandır ve yüce Allah Subhenehû ve Teala‘nın onu yaratmış olduğu fıtratı gereği hata da edebilir, unutabilir de. Allah’tan aldığı risaleti tebliğ ile mükellef olmadığı için de masum olmasını gerektirecek bir özellik söz konusu değildir. Kendisinin masum olduğunu iddia etmesi Allah’tan aldığı bir risaleti tebliğ etmekle mükellef olması demektir. Bu da caiz değildir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala‘nın Rasulü Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘den sonra kesinlikle nebi gelmeyecektir.

Yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:

 ولكن رسول الله وخاتم النبيين “Fakat o Allah’ın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur.”[32]

O halde masumiyet iddiasında bulunmak, risalet iddiasında bulunmayı gerektirir. Rasul, Allah’tan aldıklarını tebliğ eden olduğuna ve insan olması itibariyle de tebliğinde hata ve sapma ihtimali bulunduğuna göre, Allah’ın risaletini tebliğde değişiklikten ve değiştirmeden korunmasının zorunluluğu, Rasul’ün hata ve yanılmadan da masum olmasını gerektirmektedir. İşte, yalnızca bu sebep dolayısıyla ismet nebilerin sıfatlarından bir sıfattır. İsmeti gerektiren de yalnızca budur. Nebiden başkasının bu sıfata sahip olduğu iddia edilecek olursa                -değinildiği gibi bu sıfatın varlığını gerektiren ancak Allah’tan alınan risaleti tebliğdir- o takdirde böyle bir iddia sahibi, Rasul’ün dışında olan bu kimsenin masumiyetini ve masumiyetin gereğini de iddia etmiş olur ki, bu da risaletin tebliğ edilmesidir. Buna bağlı olarak böyle bir kimsenin Allah’tan aldığı risaleti tebliğle mükellef olduğunu iddia ediyor demektir.

Buna göre halifede masumiyet şartını aramak caiz değildir. Zira böyle bir şartı öngörmenin anlamı, onun Allah Subhenehû ve Teala‘dan aldığı risaleti tebliğ etmekle mükellef olması demektir. Bundan dolayı da onun masum olması gerektiği kabul edilmektedir ki, böyle bir şey caiz olamaz.

Bütün bunlardan açıkça anlaşılan şudur: Halife bir beşerdir. Hata ve isabet etmesi mümkündür. Herhangi bir beşerde görülmesi mümkün olan yanılma, unutma, yalan, hainlik, masiyet ve bunun dışındaki diğer hususların onda da görülmesi mümkündür. Çünkü o beşerdir, ne nebidir ne Rasuldür. Nitekim Allah Rasulü SallAllah’u Aleyhi Vesellem, bizlere imamın hata etmesinin mümkün olduğunu haber vermiştir. Aynı şekilde insanların kendisine buğz etmelerine sebep teşkil edecek şeyleri yapması, zulüm, masiyet ve bunun dışında kalan herhangi bir sebep dolayısıyla ona lanet okumalarının da mümkün olduğunu bildirmiştir. Hatta Nebî SallAllah’u Aleyhi Vesellem, halifenin bazen açıktan açığa küfre sapabileceğini de haber vermiştir.

Ebu Hureyre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَعَدَلَ كَانَ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرٌ وَإِنْ يَأْمُرْ بِغَيْرِهِ كَانَ عَلَيْهِ مِنْهُ    “Şüphesiz ki imam bir kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur. Eğer Aziz ve Celil olan Allah’tan korkmayı/takvayı emreder, adalet yaparsa bundan dolayı onun için bir ecir söz konusudur. Eğer başkasıyla emredecek olursa bundan dolayı da onun aleyhine (günah kazanmak) söz konusudur.” [33]

Bu hadis, imamın masum olmadığını ve Allah Subhenehû ve Teala ‘ya karşı takvalı olmaya uygun düşmeyen emirler vermesinin mümkün olduğunu göstermektedir.

Müslim Abdullah’dan şu hadisi rivayet eder: “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem buyurdu ki;  إِنَّهَا سَتَكُونُ بَعْدِي أَثَرَةٌ وَأُمُورٌ تُنْكِرُونَهَا قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ كَيْفَ تَأْمُرُ مَنْ أَدْرَكَ مِنَّا ذَلِكَ قَالَ تُؤَدُّونَ الْحَقَّ الَّذِي عَلَيْكُمْ وَتَسْأَلُونَ اللَّهَ الَّذِي لَكُمْ  “Benden sonra başkalarının size tercih edildiği ve uygun görmeyeceğiniz işler olacaktır.” Ashap; Ey Allah’ın Rasulü, böylelerine bizden kavuşanlara ne emredersiniz? Şöyle buyurdu:“Üzerinizdeki hakkı tastamam yerine getirirsiniz ve kendi lehinize olanları da Allah’tan istersiniz.” [34]

Avf b. Malik’ten gelen rivayet ise şöyledir:  “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘i şöyle buyururken dinledim: خِيَارُ أَئِمَّتِكُمِ الَّذِينَ تُحِبُّونَهُمْ وَيُحِبُّونَكُمْ وَيُصَلُّونَ عَلَيْكُمْ وَتُصَلُّونَ عَلَيْهِمْ وَشِرَارُ أَئِمَّتِكُمِ الَّذِينَ تُبْغِضُونَهُمْ وَيُبْغِضُونَكُمْ وَتَلْعَنُونَهُمْ وَيَلْعَنُونَكُمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَفَلا نُنَابِذُهُمْ بِالسَّيْفِ فَقَالَ لا مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ وَإِذَا رَأَيْتُمْ مِنْ وُلاتِكُمْ شَيْئًا تَكْرَهُونَهُ فَاكْرَهُوا عَمَلَهُ وَلا تَنْزِعُوا يَدًا مِنْ طَاعَةٍ  “Sizin imamlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdiğiniz ve onlar tarafından sevildiğiniz, kendilerine dua edip dualarını aldığınız imamlarınızdır. En kötü imamlarınız (yöneticileriniz, devlet başkanlarınız) ise kendilerine buğz ettiğiniz ve kendileri tarafından size buğz edilen, kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet eden yöneticilerdir.” Dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü, böyle bir durumda biz, onlarla çekişmeyelim mi?” Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem: “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır. Şunu bilin ki, her kim, başına bir yönetici gelir de onun Allah’a isyanı gerektiren bir işi yaptığını görürse yaptığı bu masiyeti hoş görmesin. Herhangi bir şekilde itaatten de el çekmesin.” [35]

Buhari Cünalde b. Ebi Ümeyye’den şu hadisi rivayet eder: Dedi ki: Übade b. es-Samit’in yanına hasta olduğu halde girdik ve dedik ki; “Allah sana afiyet versin. Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘den dinlediğin ve Allah’ın kendisiyle sana fayda vereceği bir hadisi bize naklet.” Dedi ki; “Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem bizi çağırdı. Biz de ona biat ettik. Bizden aldığı biat arasında hoşumuza giden ve gitmeyen hallerde, zorluk ve kolaylık zamanlarımızda ve başkaları bize tercih edilmesine rağmen dinleyip itaat etmek, emir sahipleri ile anlaşmazlık çıkarmamak üzere biat ettik. Ancak elimizde o hususta Allah’tan bir burhanın bulunduğu apaçık bir küfür görmemiz hali müstesna.” [36]

Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem buyurdu ki; ادْرَءُوا الْحُدُودَ عَنِ الْمُسْلِمِينَ مَا اسْتَطَعْتُمْ فَإِنْ كَانَ لَهُ مَخْرَجٌ فَخَلُّوا سَبِيلَهُ فَإِنَّ الإمَامَ أَنْ يُخْطِئَ فِي الْعَفْوِ خَيْرٌ مِنْ أَنْ يُخْطِئَ فِي الْعُقُوبَةِ   “Gücünüz yettiğince Müslümanlardan hadleri uzaklaştırmaya çalışınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa, onu serbest bırakınız. Çünkü imamın affetmek hususunda hata etmesi, cezalandırmakta hata yapmasından daha hayırlıdır.” [37]

İşte bu Hadis-i Şer’ifler imamın hata etmesinin, yanılmasının, isyan etmesinin mümkün olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bununla birlikte Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem, İslâm ile hükmetmeye devam ettiği, kendisinden açık bir küfür sadır olmadığı, masiyetin işlenmesini emretmediği sürece ona itaate bağlı kalmayı emretmektedir. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem‘in, kendisinden sonra gelecek halifeler arasında Müslümanların münker gördüğü işleri yapanların bulunacağını, bu durumda bile onlara itaat edilmesi gerektiğini emretmesine rağmen, halifenin masum olması gerektiği ve insanlar hakkında caiz olan şeylerin halife hakkında caiz olmadığı nasıl söylenebilir? Bu nedenle Hilâfet Devleti ilahi bir devlet değil beşeri bir devlettir.

Bu, hilâfetin vakıası bakımından ve ismet şartının olması hatta onu şart koşmanın caiz olmaması bakımından bir izahat idi. Ancak, halife hakkında, masum olması şartının koşulduğunu söyleyenler, bu sözlerine dair bir takım deliller ileri sürmüşlerdir. Onları ortaya koyup, o delillerde olanı açıklamak mutlaka gereklidir. Şöyle ki :

1- İmam; Şer’iatın korunması, tebliğ edilmesi, öğretilmesi, tebanın işlerini üstlenmesi, aralarında adaletin yerine getirilmesi, mazluma hakkının verilmesi, hadlerin ve tâzir cezalarının uygulanması, İslâm’ın tamamının Şer’î yönde tatbik edilmesi hususlarında Nebi’nin yerini tutmaktadır. O halde; onun hayatının başından sonuna kadar, meydana gelişleri ister kasten olsun ister dalgınlıkla olsun, büyük küçük bütün günah ve hatalardan masum, korunmuş olması kaçınılmazdır.

2- İmamın suç işlemesi mümkün olsaydı. Onu o suçu işlemekten ve hataya düşmekten alıkoyacak bir masum imama kesinlikle ihtiyaç duyulurdu. İkincisinin de hata yapması ve masiyet işlemesi mümkün olsaydı, onu da bundan alıkoyacak bir masum imama ihtiyaç duyulurdu. İşte böylece silsile, hata ve masiyet işlemesi mümkün olmayan bir masum imam varlığı ile son bulur. Onun için imamın masum olması kaçınılmazdır.

3- İmâmet; kendisine yönelinmesi ve amel edilmesi gayesi ile konulan, bir ilahi kanunun korunması için var olan ilahi bir makamdır. İnsanların emirliklerinden bir emirlik değildir. Şer’iat da; içerisinde oynamak ve hile yapmak mümkün olsun diye hükümetler tarafından konulmuş bir yasa ve anayasa değildir. Zira, kulların Yüce Rabbi, Şer’iatının üzerine masum olmayan bir kimseyi veli/hâkim, koruyucu, yönetici yapmaz. Ta ki insanların ona güven duymaları sağlansın, ondan hükümleri gerçekten Allah’ın hükümleridir diye alsınlar, o hükümler hakkında kendileriyle amel etmekten ve kendilerine yönelmekten alıkoyan herhangi bir şüphe sızmasın. Bu ise, Şer’iatın korunmasına tayin edilen velinin ancak hatadan korunması ile mümkün olur. Zira masum olmayanın, hataya düşmesi ve masiyet işlemesi mutlaka mümkündür. Kendisine güven oluşmaz, insanlara sunduğu hususun Allah’ın hükmü olduğu insanlar nezdinde kesinlik kazanmaz. Onun koruyucu kılınmasından kasıt; hükümlerin sadece bir kısmı için değil, bilâkis Nebi SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in getirdiği her husus için koruyucu kılınmasıdır. Dolayısıyla, bütün hükümleri biliyor olması ve dünyada kaldıkça kendileriyle amel edilmesi için onların hepsini hıfz ediyor olması kaçınılmazdır. Bazı hükümleri bilen ya da masiyet işlemesi ve hataya düşmesi kendisi için mümkün olan bir kimse nasbedilirse, onun nasbedilişi teklifin gayesi ile çelişen bir nasb olur. Teklifin gayesi ise; Şer’iatın getirdiği hususların hepsi ile amel etmek ve kayıtlı olmaktır. Şer’iatın getirdiklerinin Kıyamet Gününe kadar bâki oldukları da bilinen bir husustur. Gayeye ters düşmek El-Hakim/Hikmet Sahibi için muhaldir/imkânsızdır. O halde masum olmayanı ya da bazı hükümleri bileni nasb etmek de muhaldir.

4- Nâslar, halifenin masum olmasının vacip olduğuna delâlet ederek gelmişlerdir. Zira Kur’an’dan bazı ayetler bunu ilân ederek gelmişlerdir. Bu, şu üç ayette gayet açıktır:

a- Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor:

لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ    “Ahdim zalimlere erişmez.”[38]

Allah’ın bu sözü, Şer’iat için koruyucu imamın hatadan korunmuşluğunun vacip oluşunun delilidir. Zira bu ayet Bakara suresindedir ve tamamı şöyledir:

وَإِذْ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي   قَالَ لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ   “Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. (Allah) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. O, ‘zürriyetimden de’ demişti. Allah; ‘ahdim zalimlere erişmez’ demişti.”[39]

Bu ayetten sonra geçen ayetlerin ifade ettiklerine göre, onu imam yapan “kelimeler”dir. İbrahim Allah’u Teâlâ’nın şu; إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا “Ben seni insanlara imam yapacağım.” sözünü işitince, bu şerefli makamın büyüklüğünü görüp, bu makamdan zürriyeti için de bir pay olmasını rica etti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ şöyle dedi: عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Ahdim zalimlere erişmez.” Bunun içeriği şudur: Bu makam, zulümle kirlenmiş ya da kirlenen kimselerden birisine, hayatının kısa bir vaktinde de olsa, kendisine ve başkalarına zalim olan kimselere genel olarak verilmez. Bilâkis bu makam, hayatında herhangi bir zulüm yapmayan kimseye verilir.

b- Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لا يَهِدِّي إِلا أَنْ يُهْدَى    “Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe, kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”[40]

Bu da, imamın ismetinin vacip oluşuna dair bir delildir. Çünkü o, hakka iletendir. Hata yapması mümkün olan kimse, hakka isabet etmesi tesadüf etse de, hakka iletmez.

c- Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ  “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasule ve sizden olan yöneticilere itaat edin.”[41]

Bu ayet, emir sahiplerinin yani imamın ismetine dair bir delildir. Çünkü, Allah’u Teâlâ ululemire itaati özel bir zaman ve yerle tahsis etmeksizin mutlak olarak emretmiştir. Bu da, itaat edilenin masum olmasını gerekli kılar. Çünkü başkası, masiyetle emredebilir ve hata yapabilir. Ona itaat vacip olsaydı –ki bu haram olmasına rağmen bir durumdur– o zaman Şanı Yüce Mevlâ’nın iki zıt veya çelişkili olanın birleştirilmesini emretmiş olmasını gerekli kılardı ki bu da imkânsızdır. O halde, itaat edilenin masum olması kaçınılmazdır. Ayrıca, Allah’u Teâlâ ululemire itaati, itaat edilmesini kendisine itaatle birleştirdiği Rasule itaat ile birleştirmiştir. Bu tazimi/yüceltmeyi gerektirir. Ululemirden kast olunan ise, masum imamlardır.

İmamın masum olmasının şart koşulduğunu söyleyenlerin delilleri işte bunlardır. Bunların hepsine cevap şöyle özetlenir:

1- Halife, Rasul’ün yerini, yönetimde Şer’iatı tatbik ederek doldurmaktadır, Şer’iatı Allah’tan alıp tebliğ etmekte değil. O, Rasul’ün yönetimdeki halifesidir. Allah’tan geleni tebliğde değil. Bu halifenin masum olmasını gerektirmez. Çünkü yönetim vazifesi, hem akla hem de Şer’iata göre, masum olmayı gerektirmez.

Evet, halifede bazı sıfatların olması şart koşulmuştur. Onlar da şunlardır: Müslüman olması, erkek olması, hür olması, buluğ olması, akıl sahibi olması, adalet sahibi olması, kudretli/yeterli olması. Bu sıfatların her birisi, hakkında geçen bir Şer’i delile binaen şart koşulmuştur. Fakat bu sıfatların halife olacak kişide olmasının şart koşulmasının manası; onun bu sıfatlara ters düşmekten masum olması değildir. Bilâkis, insanlardan bu makamı üstlenecek kimsenin, üstlenmesi esnasında bu sıfatların kendisinde olmasının vacip olması demektir, bu sıfatların dışına çıkmamaktan kasıt masum olması demek değildir. Bilakis onun bu sıfatlardan dışarı çıkması mümkündür. Bu durumda ise ya azledilmeyi hak etmiş olur ya da Hilafetten dışarı çıkmış olur.

Bu sıfatların halifede şart koşulması, şahitliğinin kabul edilmesi için şahitte adalet vasfının şart koşulması gibidir. Onda bu vasfın şart koşulması, onun buna ters düşmekten korunmuş olması demek değildir.

Buna binaen, halifenin yönetimde Nebi’nin yerini doldurması, onun masum olmasının gerekliliğine dair bir delil olmaz.

Şer’iatın Müslümanlar tarafından tebliğ edilmesine gelince; o, Şer’iatı Allah Subhenehû ve Teala’dan alıp tebliğ etmek demek değildir. O ancak, davetin insanlara taşınmasında, İslâm’ın fikirleri ve hükümlerinin öğretilmesinde Allah Subhenehû ve Teala’nın Müslümanlara vacip kıldığı hususu yerine getirmek demektir, kesinlikle bunun dışında bir şey demek değildir. Zira o Allah’tan tebliğ değildir. Bilakis o, Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in getirdiği tekliflerden bir tekliftir. Bu, Rasul’ün Allah’tan tebliğinden başkadır. Onun için hatadan korunmuşluğu gerektirmez, bu hususta ismet sıfatına da gerek yoktur. Tebliği yerine getirmek diğer Şer’î teklifleri yerine getirmek gibidir. Tebliğ halife vasfından dolayı halifeye vacip değildir. Bilakis, Şer’iatı bilen her Müslüman’a vaciptir. Halife, Müslüman vasfından dolayı Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunmuştur. Eğer öyle ise bu, onun âlim sayılmasından dolayıdır. Çünkü Şer’iatı bilen Müslüman’a bildiği hususta tebliğ yapması farzdır. Burada ise ismet şart koşulmaz. Bilakis ismetin şart koşulmasına gerekte yoktur.

2- Halife isyan ettiğinde, onu masiyet işlemekten alıkoyan bir imama gereksinim duyulmaz, sadece onu muhasebe edip onu değiştirmek için harekete geçen, ya da onu değiştiren ümmete ihtiyaç duyulur. Nitekim Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem onu ümmetin muhasebe ettiğini açıklamış ve ümmetten onu kınamasını, eleştirmesini talep etmiştir. Halife masiyet işlediğinde, ondan razı olan ve onun peşinden giden kimseyi Allah Subhenehû ve Teala’nın önünde sorumlu kılmıştır.

Müslim, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: سَتَكُونُ أُمَرَاءُ فَتَعْرِفُونَ وَتُنْكِرُونَ فَمَنْ عَرَفَ بَرِئَ وَمَنْ أَنْكَرَ سَلِمَ وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ قَالُوا أَفَلا نُقَاتِلُهُمْ قَالَ لا مَا صَلَّوْا   “İleride birtakım emirler olacak. Onları tanırsınız/bilirsiniz ve inkâr edersiniz. Kim tanırsa beri olur/ayrı tutulur. Kim inkâr ederse emin olur. Fakat kim razı olur ve peşinden giderse …” Dediler ki; ‘Onlarla savaşmayalım mı?’ Dedi ki; “Hayır, namazı kıldırdıkları sürece!”[42]

Bununla, Şer’iat, halifenin masiyet işlemekten alıkonulduğu yolu açıklamıştır. Bu yol, halifeyi alıkoyan bir imamın varlığı değil ümmettir.

‘Halife, kendisini masiyet işlemekten alıkoyan bir halifeye ihtiyaç duyar’ diyen kimse yönetimin ne olduğunu idrak etmiyor ve tasavvur etmiyor. Çünkü halife, bir başka halifeyi masiyetten alıkoymaz. Sadece yönetim için onunla savaşır veya ona tâbi olup (bir halife değil) vali olur. Böylece, başkaldırmasından dolayı o kişi ile savaşılır. Şu halde, bir halifeyi masiyet işlemesinden dolayı başka bir halifenin engellemesi nasıl tasavvur edilir?

3- İmamet, ilahi bir makam değil, beşeri bir makamdır. O, ilahi bir kanunu korumak için var değildir. O ancak, Allah’ın Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e indirmiş olduğu Şer’iatı tatbik etmek için vardır. Şer’iatın korunmasına gelince; Allah, Kur’an’ın korunmasını üstlenirken onun korunmasını da üstlenmiştir.

Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ    “Zikri kesinlikle Biz indirdik. Elbette onu yine Biz koruyacağız.”[43]

Halifenin belirlenmesinden maksat; onu, Nebi SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in gösterdiği her husus için bir koruyucu olarak belirlemek değildir. Ki, “halife hükümlerin hepsini bilen ve koruyan olmalıdır” denilsin. Onun belirlenmesinden maksat sadece; Kitap ve Sünnetin hükümlerini ikâme etmek, yani İslâm’ı tatbik etmek ve İslâm Davetini âleme taşımaktır. Bu, onun bütün hükümleri biliyor ve koruyor olmasını gerektirmez. Onun için halifenin masum olması gerekmez. Bu sebeple onun nasbının/belirlenmesinin, uğruna nasb edildiği gayeye ters düşmesi gerekli olmaz.

Kendileriyle amel etmekten ve kayıtlı olmaktan alıkoyan bir şüphe sızmaksızın gerçekten Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümleridir, diye hükümleri kendisinden alabilmeleri için insanların halifeye güven duymalarına gelince; bu, halifenin masum olup olmaması ile oluşmaz. Bu ancak hükmün kendisinin delili ile oluşur. Zira eğer bir Şer’î delil var ve ondan Şer’î bir şekilde istinbat edilmiş ise, insanlar bu hükmün bir Şer’î hüküm olduğuna güven duyarlar. Bu durumda halifenin kim olduğuna bakmaksızın, hatta bu hüküm kendi istinbatlarına ters düşse de, onunla amel etmekten ve kayıtlı olmaktan alıkoyan herhangi bir şüphe onlara sızmaz. Çünkü müçtehitler arasındaki istinbat farklılığı, hükmü bir müçtehit yanında Şer’î, diğeri yanında Şer’î olmayan yapmaz. Bilakis, hükmü istinbat eden kimsenin yanında Şer’î delillerden bir delil şüphe de olsa var olduğu sürece, o hüküm bütün Müslümanların nezdinde Şer’î bir hükümdür. Şer’iat ve lügatla ilgili bilgilere göre bu istinbatın benzerini istinbat etmek mümkün olur.

Masum olmayanın masiyet işlemesi ve hataya düşmesinin mümkün olup kendisine güvenilmesine ve edâ ettiğinin Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü olduğuna dair kesinlik kazanmamasına gelince; bu hususta mesele, sadece hüküm ve yönetici meselesidir. Hüküm, kendisi ile hükmedilir, yönetilir ve yerine getirilir. Yönetici, hükmeder ve yerine getirir. İstenilen güven ise; sadece Allah’ın hükmü olup olmaması bakımından hükümle ilgilidir, Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü yerine getiriyor ve kendisiyle hükmediyor olup olmaması bakımından yönetici ile değildir. Dikkate alınan hususlar sadece kendisi ile hükmedilen ve İslâmî bir hüküm ya da İslâmî olmayan bir hüküm olarak alınan hüküm hakkındadır, masum olup olmaması bakımından hüküm veren şahıs hakkında değildir. Kendisi ile amel etmekten, kayıtlı olmaktan alıkoyan şüphenin sızmasına mâni olan güveni hüküm hakkında insanlarda oluşturan şey sadece onların, o hükmün kendisine Şer’i olup olmaması bakımından itibar etmeleridir, hükmü kendisinden almakta oldukları halifenin masum olup olmaması değildir.

Ayrıca, hilâfet makamına ne Âlemlerin Rabbi Rasulü’ne bir halife tayin ediyor, ne de Rasul kendisine bir halife tayin ediyor. Sadece Müslümanlar Hilafet makamına kendileri için bir halife tayin edip ona Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti üzere biat ederler. Buna delil biat hadisleridir. Bu hadislerin genel nâslarla gelmeleri, belirli bir imama değil de mutlak olarak bir imama isnat etmeleridir. Yine buna delil, ümmet ile alakasında halife üzerindeki genel sorumluluktur. Buna binaen, Hilafet makamı, hiçbir şekilde hata ve günahtan korunmuşluğu gerektirmemektedir.

4- İsmetin şart koşulduğuna dair delil olarak ileri sürülen nâslara gelince; bunların içinde ismete delâlet eden bir tek nâs yoktur.

Birinci nâs, şu ayettir:

لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ     “Ahdim zalimlere erişmez.”[44]

Bu ayette geçen إمام imâm” kelimesi Hilafet demek değildir, yönetim de demek değildir. إمامimâm” kelimesi Kur’an’ı Kerim’de bir çok ayette geçmiştir.

Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

 وَمِنْ قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً  “Ondan önce de bir rahmet ve imam olarak Musa’nın kitabı vardır.”[45] وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا   “Ve onlar ki: ‘Rabbımız! Bize gözümüzü aydınlatan eşler ve zürriyet bağışla ve bizi takva sahiplerine imam kıl!’ derler.”[46]

Bu iki ayetteki إمام imam” kelimesinin manası; uyulacak örnek, model, rehberdir. İmam Buhari, Allah’u Teâlâ’nın şu; واجعلنا للمتقين إماما “Bizi muttakilere imam kıl.” sözü hakkında şöyle dedi: “İmamlar; Bizden önceki kimseye uyarız, bizden sonraki kimse de bize uyar.”

Allah’u Teâlâ’nın şu sözündeki إمام imam” kelimesine gelince:

وَإِذْ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ   “Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. (Allah) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. O, ‘zürriyetimden de’ demişti. Allah; ‘ahdim zalimlere erişmez’ demişti.”[47]

Bu ayette geçen إماما imam” kelimesinden kast edilen; nübüvvet ve örnekliktir. Çünkü bu ayetten sonra gelen ayetler, Kâbe’den ve İsmail’in kavminden, ayrıca İbrahim’e nübüvvetin verilmesinden bahsetmektedirler. Böylece ayetin manası şöyle olmaktadır: ‘Seni, insanların sana uydukları bir imam ve tâbi oldukları bir nebi yaptım.’ Bu ayette, burada “imam” kelimesinin hilâfet ya da yönetim anlamında olması mümkün değildir. Özellikle İbrahim, yönetimi üstlenmedi, bir yönetici olmadı. O sadece bir nebi ve Rasul idi.

O, kendisine verileni zürriyetine de verilmesini Allah Subhenehû ve Teala’dan talep edince Allah’u Teâlâ ona, önderlik ve nübüvvet olan bu makamın zalimler için olmadığını söyledi.

Buna göre bu ayette, halifenin ismetine dair bir delâlet yoktur. Ayrıca, “zalimler” kelimesinin mefhumu muhalefeti “âdiller” olur, “masumlar” değil. Zira zalim olmayanlar masumlardır demek değildir, sadece zulmün yokluğu ile yani adaletle vasıflanmışlar demektir.

İkinci nâsa gelince; o şu ayettir:

أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لا يَهِدِّي إِلا أَنْ يُهْدَى    “Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe, kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”[48]

Allah en iyi bilendir, bu ayetten kast edilen şudur: Kendisi hidayet için uyulan olan mı uyulmaya daha layıktır -yani Rasul mü daha layıktır- yoksa başkası kendisine hidayeti göstermedikçe kendisi hidayeti bulamaz halde şaşkın olan mı? Konu tamamen hidayet ve hidayeti gösterene tâbi olmak hakkındadır, yönetim ve Hilafetle bir alakası yoktur. İmam, insanları yönetir, işi yönetmektir, hidayet değil. O, sapık ve şaşkınları, isyankârları cezalandırır, kâfirlerle savaşır. Burada “hâdi/hidâyeti gösteren” kelimesi ancak “Rasule” hamledilir, bağlanır. Zira bu mana “halife”ye uygun düşmez. Bu ayet ve halifenin ismeti arasında bir ilişki yoktur. Yönetim, hidayet midir yoksa Şer’iatın uygulanması mıdır?!.

Üçüncü nâsa gelince; o şu ayettir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ  “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasule ve sizden olan yöneticilere itaat edin.”[49]

Bu ayet, ululemire itaati emretmektedir. Bu itaatin, Allah’a itaat ve Rasule itaat ile bir araya getirilmiş olması; sadece, bu itaatin hükmünün, Allah Subhenehû ve Teala’ya itaat ve Rasule itaatin hükmü gibi olduğuna delâlet içindir, başka bir şey için değil! Bu itaat, aynı ayette bilfiil tahsis etmeksizin genel olarak geçmektedir. Fakat bu itaat, başka ayetler ve çeşitli hadislerle tahsis edilmiştir. Zira o ayetler ve hadisler itaati masiyet ve küfür olmayan hususla tahsis etmişlerdir. Masiyette itaat etmemeyi emretmişlerdir. Bununla da yetinmeyip imama karşı çıkmayı ve onu eleştirmeyi de emretmişlerdir. Küfürde itaat etmemeyi emretmiş, bununla yetinmeyip imama karşı savaşmayı da emretmişlerdir. Bu husustaki tahsis edici ayet ve hadisler gayet açıktırlar.

Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

وَلا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا    “Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, hevasına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme!”[50] فَلا تُطِعْ الْكَافِرِينَ     “Kâfirlere itaat etme.”[51] فَلا تُطِعْ الْمُكَذِّبِينَ      “Yalanlayıcılara itaat etme.”[52] وَلا تُطِعْ كُلَّ حَلافٍ مَهِينٍ   “Alabildiğine yemin edene … itaat etme.”[53] وَلا تُطِعْ مِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا  “Onlardan hiçbir günahkara yahut hiçbir nanköre itaat etme.”[54]

Rasule hitap, onun özelliklerinden olduğuna ve ona has kılındığına dair bir delil gelmedikçe ümmetine de hitaptır. Burada bu hitabın Rasule has kılındığına dair bir delil gelmemiştir. Böylece bu hitap, ümmete ait bir hitap olur.

Buhari, Nâfi’den o da Abdullah RadıyAllah’u Anh’dan Nebi SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ مَا لَمْ يُؤْمَرْ بِمَعْصِيَةٍ فَإِذَا أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلا سَمْعَ وَلا طَاعَةَ  “Masiyetle emrolunmadığı sürece, Müslüman kişiye, hoşlandığı ve hoşlanmadığı hususlarda dinleyip itaat etmesi vaciptir. Masiyetle emrolunduğunda ise dinlemek ve itaat etmek yoktur.”[55]

Müslim, İbn Ömer’den, Nebi SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ إِلا أنْ يُؤْمَرَ بِمَعْصِيَةٍ فَإِنْ أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلا سَمْعَ وَلا طَاعَةَ “Müslüman kişiye, masiyetle emredilmedikçe hoşuna giden ve gitmeyen hususta dinlemek ve itaat etmek vaciptir. Eğer masiyetle emrolunursa, dinlemek ve itaat etmek yoktur.”[56]

Müslim’in rivayet ettiği hususta, Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, halifelere ve emirlere itaat konusunda; قَالُوا أَفَلا نُقَاتِلُهُمْ قَالَ لا مَا صَلَّوْا    “Dediler ki; ‘Onlara savaş açmayalım mı?’ Dedi ki; “Hayır, namaz kıldırdıkları sürece!”[57]

Bir başka rivayette de şöyledir: قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَفَلا نُنَابِذُهُمْ بِالسَّيْفِ فَقَالَ لا مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ     “Denildi ki; Ya Rasulullah, onlara kılıçla karşı savaşmayalım mı? O da dedi ki; “Hayır, aranızda namazı kıldıkları sürece.”[58]

Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir başka rivayette:  إلا أن تروا كفرا بواحا    “Açık bir küfür görmedikçe…”[59]

Müslim’in rivayetinde: فَمَنْ كَرِهَ فَقَدْ بَرِئَ وَمَنْ أَنْكَرَ فَقَدْ سَلِمَ وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ    “Kim kerih görürse beridir/ayrı tutulur. Kim inkâr ederse emin olur. Fakat kim razı olur ve peşinden giderse…”[60]

Bu ayet ve hadisler, halifeye itaati masiyet ve küfür olmayan hususlara tahsis etmektedirler. Şu halde; “masum olmayan masiyetle emredebilir, hataya düşebilir. Ona itaat vacip olursa; Allah Subhenehû ve Teala’nın; masiyeti haram kılarken halifeye itaati emretmesi ile iki zıttın birleştirilmesini emretmiş olması gerekir” sözü uygun düşmez. Çünkü iki zıttın birleşmesi yoktur. Zira Allah Subhenehû ve Teala masiyet ve küfür olmayan hususlarda itaati emrediyor, masiyet ve küfür olan hususlarda ise itaat etmemeyi emrediyor, masiyetin yasaklanmasını emrediyor. Bu konuda Allah’ın emirleri arasında bir tezat/zıtlık ve tenakuz/çelişki yoktur.

Böylelikle, bu ayet halife için ismetin şart koşulmasına dair delil olmaya uygun olmamaktadır. O halde onunla bu hususta delil getirmek düşer.

Halife için ismet sıfatı olması hakkında konuşanların delilleri işte bunlardır. Bunların hepsi de istidlâl/delil getirme konumundan düşmektedirler, delil olmaya uygun değildirler. Bütün bunlardan açığa çıkıyor ki; halife için masum olması şart koşulmaz, hatta onun şart koşulması caiz olmaz. Hilafet, beşeri bir makamdır, ilâhi bir makam değildir. Bundan dolayı İslâm devleti, ilâhi/teokratik bir devlet değil, beşeri bir devlet olmaktadır.

[1] Nur: 54

[2] Ali İmran: 20

[3] Maide: 99

[4] Maide: 49

[5] Nisa: 105

[6] Maide: 67

[7] En’am: 19

[8] Müddesir: 1-2

[9] Bakara: 275

[10] Buhari

[11] Buhari, 2278, 6645

[12] Ahmed b. Hanbel, 12132

[13] Fatr: 8

[14] Nahl: 127

[15] Şura: 48

[16] Enfal: 67

[17] Tevbe: 43

[18] Kehf: 110

[19] Kehf: 110

[20] Ahzâb: 33

[21] Ahzâb: 32-34

[22] Hacc: 30

[23] En’am: 125

[24] En’am: 145

[25] Nesei, K. Tahârat, 139

[26] Müdessir: 4

[27] Enfâl: 11

[28] Bakara: 222

[29] Ali İmran: 42

[30] Maide: 6

[31] Maide: 6

[32] Ahzab: 40

[33] Müslim, 3428

[34] Müslim, 3430

[35] Müslim, 3447, 3448; Daremi, 2677

[36] Buhari

[37] Tirmizi, 1344

[38] Bakara: 124

[39] Bakara: 124

[40] Yunus: 35

[41] Nisa: 59

[42] Müslim, K. İmârat, 3445

[43] Hicr: 9

[44] Bakara: 124

[45] Ahkaf: 12

[46] Furkan: 74

[47] Bakara: 124

[48] Yunus: 35

[49] Nisa: 59

[50] Kehf: 28

[51] Furkân: 52

[52] Kalem: 8

[53] Kalem:10

[54] İnsan: 24

[55] Buhari, K. Ahkâm, 6611

[56] Müslim, K. İmârat, 3423

[57] Müslim, K. İmârat, 3445

[58] Müslim, K. İmârat, 3447

[59] Buhari

[60] Müslim, K. İmârat, 3446