Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini çok merak etmişimdir: هَذَا الْأَمْرُ كَائِنٌ بِالْمَدِينَةِ ثُمَّ بِالشَّامِ ثُمَّ بِالْجَزِيرَةِ ثُمَّ بِالْعِرَاقِ ثُمَّ بِالْمَدِينَةِ ثُمَّ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ، فَإِذَا كَانَتْ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ فَثَمَّ عُقْرُ دَارِهَا، وَلَنْ يُخْرِجَهَا قَوْمٌ فَتَعُودُ إِلَيْهِمْ أَبَدًا “Bu mesele (yani Hilafet benden sonra), Medine’de, sonra Şam’da, sonra el-Cezire’de, sonra Irak’ta, sonra Medine’de, sonra da
Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini çok merak etmişimdir: هَذَا الْأَمْرُ كَائِنٌ بِالْمَدِينَةِ ثُمَّ بِالشَّامِ ثُمَّ بِالْجَزِيرَةِ ثُمَّ بِالْعِرَاقِ ثُمَّ بِالْمَدِينَةِ ثُمَّ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ، فَإِذَا كَانَتْ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ فَثَمَّ عُقْرُ دَارِهَا، وَلَنْ يُخْرِجَهَا قَوْمٌ فَتَعُودُ إِلَيْهِمْ أَبَدًا “Bu mesele (yani Hilafet benden sonra), Medine’de, sonra Şam’da, sonra el-Cezire’de, sonra Irak’ta, sonra Medine’de, sonra da Beytu’l Makdis’te var olacaktır; şayet Beytu’l Makdis onun (Hilafetin) merkezi olursa, hiçbir kavim-topluluk onu çıkaramayacak ve onlara asla geri dönmeyecektir.” Yani Hilafetin nihai yerleşim yeri olacak, bundan sonra Hilafet oradan çıkmayacaktır demektir! Burada soru şudur: Beytu’l Makdis, Mekke, Medine, Şam, Kahire ve bir gün onun hakkında İmam Şafii’nin ilim talebelerinden birine, “Bağdat’ı gördün mü” diye sorduğunda (talebenin) hayır cevabı üzerine İmam Şafi’nin, “o zaman sen dünyayı ve insanları görmedin” dediği Bağdat gibi Müslümanların büyük şehirlerinden hangisinde? Bunlar, İslami Hilafet tarihinin büyük bir kısmına tanıklık eden ve tartışmasız dünyanın en büyük şehirleri arasında yer alan şehirlerdir. O halde neden Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunların gerçekliğini ihmal edip Kudüs’ü zikredip hadis-i şerifi onunla sonlandırdı?
Büyük tarihimize ve Aziz ve Alîm olan Rabbimizin şeriatının hükümlerine dönüp bir baktığımızda, Allah Subhanehu ve Teala’nın değişim sünnetinin, değişmeyen, tebdil etmeyen ve herhangi biri pahasına herhangi birine iltifat etmeyen sabit bir kanun haline geldiğini görürüz; dolayısıyla Allah’ın hakkını yerine getiren, O’nun musibetlerine kucak açıp sabreden, tutku ve kazancını Allah için sayan kişi, Allah’ın rızasını kazanmaya ve sonuçta O’nun mükâfatını ahiretten önce dünyada elde etmeye en layık olan kişi olur.
Şam beldesi halkının ve özellikle de Filistin halkının başına gelenler de tam olarak budur; nitekim mücrim Mustafa Kemal, Müslümanların hamisi ve savunucusu olan Osmanlı Hilafet Devleti’ni İstanbul’da yıkıp zilleti, zulmü, mahrumiyeti, yoksulluğu ve sefaleti tatsınlar diye Osmanlı ailesini Avrupa’ya sürgün etmesinden bu yana Filistin halkı, her türlü dehşet ve zorluklara maruz kaldıkları gibi kendilerine en yakın olan Müslüman kardeşlerinden bile zulmün, despotluğun, baskının ve mahrumiyetin tüm aşamalarına maruz kalmıştır. Dolayısıyla düşmanları İngilizlerle ve onların akabinde Yahudilerle olan savaşlarının ilk gününden itibaren, yani yetmiş yıldan fazla bir süre boyunca kendilerine güvenmek ve güçleri yettiğince para, silah ve Nebileri Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İsra’sını geri elde etmek için Allah yolunda cihad eden adamlarını bizzat kendileri hazırlamak zorunda kalmışlardır.
Bizler burada, Filistin topraklarının dışından gelen Müslümanların haklarını küçümsemiyoruz; zira onlar birçok münasebetle Filistinli kardeşlerinin yanında yer almışlar ve İngilizlere ve Yahudilere en kötü azabı tattırmışlardır.
Ancak bizler burada, ajan yöneticilerin Filistin’deki kardeşlerimizi hayal kırıklığına uğratmalarının ardından herkesin bildiği üzere Filistin halkından tek başlarına savaşan ve sabreden kimselerden bahsediyoruz. Zira bu ajan yöneticiler, sadece hayal kırıklığına uğratmakla ve onlardan yardımları kesmekle yetinmediler, aksine onlar, orduların hazır olduğu ve Yahudilerle savaşma, toprakları geri alma ve namusları koruma görevinin sadece orduların görevi olduğu bahanesiyle devrimcilerin ellerinden silahları geri almaya çalışarak da komplo kurdular; böylece devrimciler onlara inandılar ve silahlarını teslim ettiler! Daha sonra ecdatlarının yaşadığı toprakların %20’sinden daha azında mahsur kalana kadar yerinden edilmeye, felaketlere ve aksiliklere maruz kaldılar.
Bugün aradan geçen bunca yılın ardından Filistin halkı, özellikle de Gazze’deki mustazaf Müslümanlar, modern ve kadim tarihin en çirkin, en iğrenç, en aşağılık ve en barbar savaşlarına maruz kalmaktadırlar; zira büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan iki milyondan fazla mustazaf Müslüman, on altı yıldan fazla bir süredir Mısır dahil her taraftan kuşatma altındadırlar ve bugün Amerika ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın tüm suçlu ve zalim güçlerinin desteklediği Yahudilerin barbarlığına, nefretine ve ahlaksızlığına maruz kalıyorlar. Çünkü onlar (Amerika ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın tüm suçlu ve zalim güçleri), Yahudilere mal, hizmet, petrol ve türevlerini sağlamak için her türlü çabayı gösteren -ki bu, Müslümanlara bağlı bir odağın en düşük ve an aşağılık tutumlarından biridir- Türkiye başta olmak üzere Müslümanlara bağlı ülkelerin de katılımıyla Yahudilere silah, para ve yiyecek gibi ihtiyaç duydukları her şeyi temin ediyorlar.
Burada iki milyar olan ümmetin kardeşlerine yardım etmeyi terk etmesinin, aklın hayalin alamayacağı garip ve tuhaf bir durum olduğunu da unutmayalım! Sâdıku’l Masdûk Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyururken ne kadar da doğru söylemiştir: لَا يَضُرُّهُمْ مَنْ خَذَلَهُمْ “Kendilerini terk eden kimseler onlara zarar veremezler.” Buradaki terk etmek, Müslümanların bir şeyi yapma güç ve kuvvetleri olduğu halde onu yapmamalarıdır! Vallahi bu, büyük bir felakettir.
Bütün bunlar, mutant varlık için tehlike oluşturabilecek bir devlete karşı gerçekleşmiyor, aksine kadınlara, çocuklara, İzzeddin El Kassam’ın Mücahid gruplarından bazı savaşçılara ve onların cihad sancağı altına katılan diğer kardeşlere karşı gerçekleşiyor.
Allah’a ve Rasulü’ne inanan bu grup ve Filistin’deki diğer Müslümanlar, kendilerini yardımsız bırakan Müslümanlar da dahil olmak üzere tüm dünyaya, sabrın, savaşın ve İsra ve Mirac toprakları için canı, malı, aileyi fidye olarak feda etmenin en güzel örneklerini sunmuşlardır. Zira onlar, cimrilik yapmadılar, korkaklık göstermediler ve birbirlerini terk etmediler; bu yüzden Allah, onların elleriyle Yahudi varlığının kalbine korku saldı; böylece onlar, bu varlığın sahadaki herhangi bir meydana okumaya karşı koyma gücü olmayan kağıttan bir kaplan olduğunu, şayet onlarca yıl boyunca ümmeti, Yahudi ordusunun yenilmez olduğu ve Müslümanların ona karşı koyma gücü olmadığı konusunda kandıran Müslümanların başındaki yöneticilerin ve onların ordu komutanlarının işbirliği, alçaklığı, rezilliği ve ihaneti olmasaydı bu varlığın bekasının devam edemeyeceğini uzak yakın herkese ispatladılar! Sonra bu yalan, tüm dünyanın gözü önünde ifşa oldu; bu yüzden kâfir Batı, bu varlığın ihtiyaç duyduğu her şeyi sağlamak zorunda kaldı; hatta maymunların ve domuzların kardeşlerinin yanında savaşmaları için dünyanın dört bir tarafından paralı asker getirdi.
Müslümanların başına gelen acılar, zorluklar ve dehşetler, onların zihinlerini ve kalplerini arındırdı, Allah Azze ve Celle’ye olan imanlarını güçlendirdi ve onlara sabır verdi; dolayısıyla onlar, insanların, hatta Müslüman kardeşlerinin bile bu mustazaflarla bağlarını kesmelerinin ardından sadece Allah Azze ve Celle’den hayır ve yardım bekliyorlar! Burada asıl nokta şudur; Aliy ve Azim olan Allah’tan başka hiçbir kurtuluş, zafer, başarı, izzet ve iktidar yoktur; zira güç ve kudret sahibi sadece O’dur; bir şeye sadece ol der, o da oluverir.
Filistin, Şam ve Gazze halkından, Hizb-ut Tahrir gençlerinden oluşan bir grup vardır ki onlar, Müslümanlar için bir devlet kurmak amacıyla gecelerini gündüzlerinde katarak çalışmaktadırlar. Işte bu devlette, iman ehli izzetli olacak, Allah’ın şeriatı tatbik edilecek, bu devlet sayesinde küfrün ve nifakın başları devrilecektir; zira Hizb-ut Tahrir gençleri, Rableri Suhanehu’nun vaadine ve Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafetin kurulacağını vurgulayan Kerim Rasulleri Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesine iman etmektedirler. İşte o zaman Allah’ın izniyle İkinci Daru’l Hilafetin merkezi olması için Beytü’l-Makdis’ten daha şerefli ve daha layık bir yer bulamayacaksınız.
Yukarıda geçenlerden hareketle Hilafetin Beytü’l-Makdis’e geleceğine dair birçok işaretin olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi; Beytü’l-Makdis (Kudüs), kadim dünyanın tarihi, siyasi ve coğrafi bir düğüm noktası olduğu gibi bütün dinlerin merkezi ve ilgi odağıdır; her kim onu kontrol ederse kadim dünyayı da kontrol etmiş olur; bu da Hilafetin burada istikrar bulacağı anlamına gelmektedir. Bundan sonra Yahudi ve Hıristiyanların burunları sürtülse bile Müslümanlar tüm dünyaya hakim olacaklardır. İkincisi: Onlarca yıldır başlarına gelenlere, acılara ve kırılmalara katlanmalarının, sabretmelerinin ve sebat göstermelerinin karşılığı olarak Şam halkı için bir ödül olması; böylece Allah onları tüm dünyanın efendileri yapacaktır; Vallahi onlar bunu hak ediyor ve onlar buna layıktır.
Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِيْنَ آمَنُوا اصْبِرُوْا وَصَابِرُوْا وَرَابِطُوْا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُوْنَ “Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” [Al-i İmran 200]
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Reyyan Adil – Irak