Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesinin ve İslam ümmetinin sömürgeci kafirin tuzağına düşmesinin akabinde, bu asırda İslam ümmetinin başına gelen en büyük musibetlerden biri de, evlatlarının başına bir benzerine tanık olmadığı yoksulluk, muhtaçlık ve sefaletin gelmesidir. Hem de su ve tarım gibi zahiri ve sanayinin bel kemiği ve ruhu olan enerji gibi gömülü olanların yanı sıra coğrafi ve insani derinlikle ilgili olanlar da dahil olmak üzere İslam ümmetinin beldelerinin sahip olduğu devasa servet ve zenginliklere rağmen. Ayrıca İslam ümmeti, teknoloji, maddi gelişim, iletişim hızı ve ulaşım kolaylığı çağında yaşamaktadır. Tüm bunlara rağmen o -yani İslam ümmeti-, yoksul ümmetler arasında, dahası kafir milletlerin ve sömürgeci ülkelerin kırıntılarıyla geçinen geri kalmış milletler arasında sınıflandırılmaktadır.
Yoksulluğun varlık nedenleri:
Birçok kişinin tanımladığı, teşhislerinin yanlış olduğu ve şifa verici sahih bir çözümü ortaya koyanların az olduğu, yoksulluk gerçeğini tanımlamanın ötesinde bunun sebeplerini toplayıp bir göz atmak istediğimizde, bunların en önemlilerinin aşağıdaki hususlar olduğunu görürüz:
1- Genel olarak ümmetin işlerinde ve özel olarak da ekonomik hayatta Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesidir. Zira küfür, İslam’ın tüm hükümlerini değiştirmiş ve yeryüzünün doğusu ve batısındaki ümmet, en belirgini yoksulluk musibeti olmak üzere kendisini birbiri ardına felaketlere sürükleyen küfür hükümlerine boyun eğmiştir.
2- Tek bir varlığa ve tek bir yöneticiye sahip olan ümmetin, zenginlik ve kaynaklarını parçalayıp onları despot gruplar için bir yağma haline getiren, yönetici olmadıkları halde yönetici olduklarını iddia eden, ümmeti tüm dünyayı zenginleştirecek, dahası onun eşsiz bir onur kazanmasını sağlayacak ekonomik entegrasyondan mahrum eden çok sayıda farklı ve birbirini dışlayan varlıklara bölünmesi.
3- Hala ümmetin göğsüne çöreklenmiş ve özellikle ekonomik yön olmak üzere yaşamın her yönüne gölge düşüren sömürgecilik. Zira Müslümanların ülkeleri, kendisine çok pahalıya mal olsa da sömürgeciliğin savunmaya ve tutunmaya hazırlandığı hayati çıkarlarından biri haline gelmiştir. Tıpkı -Amerika’nın dediği gibi- ulusal güvenliğinin bir parçası olmuştur ve bu sömürgeciliğin en belirgin özellikleri şunlardır:
a- Hammadde ve enerji kaynaklarını yağmalamak.
b- Bunları mal ve ürünleri için bir pazar olarak kullanmak ve İslam dünyasındaki mevcut ülkelerin çoğu gümrüklerin yükseltildiği ve devletin dış ticaretteki rolünün azaldığı sözde Uluslararası Ticaret Örgütü’ne girene kadar bu konuda ustalaşmak.
c- Onları (Müslüman ülkelerini) borç kafesine koymak. Çünkü bu ülkelerden sömürgeci kurumlara borçlu olmayan hiçbir ülke yoktur.
d- Onların üzerine kapitalist ekonomik sistemin hükümlerini uygulamak. Böylece faize, stokçuluğa, fiyatlandırmaya, anonim şirketlerine ve sigortaya izin vermek ve onların sahip oldukları mefhumları değiştirmek ve gelişme nedenleri ve yolları ile dış ticaret mefhumunu farklılaştırmak.
e- Onları, beklenen sonuca ulaşmadan ülkenin zenginliklerini tüketecek finansmanı gerektiren krizlerle meşgul etmek.
f- Sömürgecinin hayata ve ekonomiye bakış açısını, Müslümanların kıblesi haline getirmek. Bu da insanların işlerini krediler, vergiler ve özelleştirme olarak bilinen şeylerle gözeterek devletin rolünün azaltılması, ülkenin sömürüye veya yabancı yatırıma açılması ve ülkenin askeri üsler olarak kiralanması ve benzeri yollarla yapılmaktadır.
4- Devletin ve ümmetin işlerinin gözetilmesi mefhumunun kaybolması. Zira İslam’da devlet, bireysel ve cemaat olarak insanların iç ve dış işlerinin gözetilmesi anlamına gelmektedir. Bu ise, yöneticiler ve onların temsilcileri arasında anlaşılan bir husustur. Bu yüzden bunu doğru bir şekilde anlamışlar ve gerçekleştirmek için çok çaba sarfetmişlerdir. Aynı şekilde yöneticilerin işlerinde kusur gösterdiklerini veya göz ardı ettiklerini gördüğünde onların hiç çekinmeden muhasebe edilmesi de ümmet tarafından anlaşılan bir durumdu. Ancak artık işler tersine döndü. Zira artık başımıza, kendi işlerini gözetmekten, efendileri sömürgeci kafirlerin çıkarlarını korumaktan, insanların başına musallat olmaktan, onları aşağılamaktan ve onların haklarını yemekten başka bir şey bilmeyen yöneticiler gelmiştir. Böylece zulüm, cehalet ve yoksullukla dolu bir atmosfer oluşturdular ve insanlardan gözetim mefhumu kayboldu. Bu yüzden insanlar, ülkeyi ve insanları, kendi mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunan bu yöneticilerin mülkü olarak görmeye başladılar ve kendilerinin onlar üzerinde bir hakları olduğunu düşünmediler, dahası özel ve kamu işlerinden kendilerinin sorumlu olduklarını düşündüler. Bu ise kendileri için doğru olan şeyi talep etmek amacıyla yöneticilerine dönmeksizin yoksulluk ve aşağılanma içinde bocalayanlar tarafından idrak edilemez. Daha da kötüsü, yöneticilerin onların bazı trajedilerinin farkına varıp onlardan yağmalananların kırıntılarını onlara sadaka olarak verdikleri halde insanların yüzlerinin neşe, mutluluk ve şükranla dolu olduğunu görmektir.
Kapitalizmin yoksulluğa bakışı:
Kapitalistler yoksulluk görüşlerinde, çözmeye çalıştıkları ekonomik soruna ilişkin görüşlerinden yola çıkarak buna, ihtiyaçların çokluğu karşısında doyum sağlayacak araçların az olduğunu, yani insanın yenilenen ve artan ihtiyaçlarını bütünüyle doyurmak için bu evrende var olan mal ve hizmetlerin yetersiz olduğunu belirten mal ve hizmetlerin göreli azlığı teorisi adını verdiler. O halde onlar için sorun insan değil, ihtiyaçlar ve kaynaklardır. Yani sorun, her bireyin ihtiyaçlarının doyurulması değil, ihtiyaçları karşılamak için kaynakların sağlanmasıdır. Böylece iktisat bilimi ile iktisat sistemini birbirine karıştırdılar. Oysa ekonomik çalışmalar, tüm insanların mal ve hizmet tüketimini artırmaya yönelik çalışma etrafında dönmektedir. Buna ek olarak onlar, ihtiyacı arzu ve istek olarak tanımladılar. Dolayısıyla sen neyi arzuluyorsan ona ihtiyacın var demektir. Bu yüzden yiyecek, giyecek ve barınma gibi insanda fıtri olarak var olan temel ihtiyaçlar ile medeniyet geliştikçe değişen ve gelişen lüks ihtiyaçlar arasında bir ayırım yapmadılar. İhtiyaçların arttığına dair iddialarının sırrı işte budur. Dolayısıyla bu isteğin, bir şeydeki menfaat ölçüsü olarak düşündüklerinden dolayı çok tehlikeli olan bir yola gittiler. Böylece bir şeyi ekonomik olarak faydalı ve faydasız kılan şey, o şeye duyulan arzu oldu.
Mal ve hizmetlerin göreli azlığına, ihtiyacın arzu ve istek olduğuna ve bu hizmetlerin maddi ve medeniyetteki gelişmeye bağlı olarak değiştiğine dayalı olan bu bakıştan hareketle yoksulluğu, mal ve hizmetler gibi ihtiyaçların karşılanamaması ve bunun farklı milletlere ve kişilere göre değişiklik göstermesi olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla yoksulluk, nispi ve itibari bir şeydir. Bu yüzden geri kalmış milletlerin fertlerinin ihtiyaçları, zaruri olan mal ve hizmetlerle sınırlıdır. Dolayısıyla onlarda yoksulluk, bu mal ve hizmetleri elde etme gücünün olmamasıdır. Ancak maddi olarak ilerlemiş, gelişmiş toplumlarda bireylerin ihtiyaçları daha fazladır ve bunların doyurulması için daha çok mal ve hizmetlere ihtiyaç vardır. Bu sebeple gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk, geri kalmış ülkelerdeki yoksulluktan farklı olarak kabul edilir. Örneğin Avrupa ve Amerika’da lüks sayılabilecek ihtiyaçları karşılayamamak yoksulluk olarak kabul edilirken, Mısır yahut Irak’ta ise temel ihtiyaçların yanında lüks ihtiyaçları karşılayamamak fakirlik tanımı içerisine girmemektedir. Bu özde hatalıdır. Çünkü onlar yoksulluğu, gerçek değil göreceli bir şey olarak kabul ettiler. Bu ise zamana veya mekâna ya da medeniyetteki ilerleme veya gerilemeyle değişmeyen yoksulluk gerçeğine aykırıdır. Çünkü yasanın, yani konusu insan olan yasanın, sorunlar için çözümler ortaya koyduğunda, insana, birey olması vasfıyla değil de uzvi ihtiyaçlar ve içgüdülerden oluşan bir insan olması vasfıyla bakması gerekir.
Kapitalizm, yoksulluğu yanlış tanımlamakla kalmamış, aksine onu ortaya çıkarmış ve servet dağılımına bakıldığında onun pekişmesine de yardımcı olmuştur. Zira servetin iki yolu kapsadığını düşünüyorlar: Birincisi mülkiyet özgürlüğü. Zira tüm insanlar için kaynak ve servetler sağlandıktan sonra bunun için belirli nedenler belirlemeksizin veya onu geliştirmenin belirli yollarına atıfta bulunmaksızın mülk edinme özgürlüğünü onlara terk ediyor. Bu da kaçınılmaz olarak servetin küçük bir grubun elinde toplanıp hapsedilmesine ve diğer grupların bundan mahrum kalmasına yol açıyor. Yani servetin yanlış dağıtılmasına yol açıyor. Böylece kontrolü kapitalist toplumların sınırlarını aşan kapitalist tekelleşmeler, dünyanın geri kalan kısmına yayıldı, üreticiler tüketicilere tahakküm etti ve yoksulluk ve yoksunluk da yayıldı.
Onlar için servet dağılımının ikinci yolu ise fiyattır. Onlar için servetin toplumun bireylerine dağılımını düzenleyen şey fiyattır. Zira bunun, insanı kaynaklarıyla orantılı olarak sahip olmayı ve tüketimi durduran bir kısıtlama olduğunu söylüyorlar. Böylece fiyat, bazı mallar için yükselmesi bazıları için düşmesi ve paranın bazılarında çok bazılarında ise az bulunmasıyla servetin tüketicilere dağıtım mekanizmasını belirlemektedir. Dolayısıyla her bireyin, ülkenin servetinden alacağı pay temel ihtiyaçları oranında olmaz. Aksine mal ve hizmetlerin üretiminde katkıda bulunduğu işlerin değerine, yani sahip olduğu para miktarına eşdeğer olur.
Mülk edinme özgürlüğü ve fiyatın olduğu bu iki kural ile kapitalist ekonomik sistem, sadece mal ve hizmetlerin üretimine katkıda bulunabilen veya kendisine uygun herhangi bir nedenle bunlara sahip olan kişilerin yaşamayı hak ettiklerine karar vermiş olmaktadır. Fakat zayıf yaratılışlı olduğu için veya başına gelen bir zayıflıktan dolayı aciz olan kimseye gelince; o kimsenin ülke servetinden ihtiyaçlarını karşılayacak şeye sahip olma hakkı yoktur. Aynı şekilde malı ile tok olmak, egemen olmak ve nüfuzlu olmak ancak bunlara güç yetirebilecek yaratılışa veya başka bir yoldan elde etme yeteneğine sahip, bedenen ve aklen kuvvetli olan kişilerin hakkıdır.
Yoksulluk sorununu çözme ve onu ortadan kaldırma tasavvurlarına gelince; bu aşağıdaki şekildedir:
Ekonomik sorun, kaynakların sınırlı olması ve artan sınırsız ihtiyaçlara bağlı olarak azalması olduğu sürece; onların çözüme yönelik düşünceleri, bu kaynakları yani mal ve hizmetleri sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle üretim seviyesini yükseltmek, yani insanların, fertlerin değil tüm insanların tükettikleri şeyleri artırmaktır. Böylece onlar arasında milli üretim olarak adlandırılan şey ortaya çıktı ve bu dağıtım fiyat aygıtıyla düzenlendi. Böylece herkesin sahip olduğu üretim faktörlerine göre bu servetten elde edilebilecek şeylere ulaşmak bireylere terk edildi. İster doyum tüm fertler için gerçekleşmiş olsun isterse diğerleri hariç bazıları için gerçekleşmiş olsun fark etmez. Bu tedavi hatalı olup fertlerin yoksulluğunun ortadan kalkmasına veya herkesin yaşam standardının yükselmesine yol açmaz; çünkü doyurulması gereken ihtiyaçlar, insanın ihtiyaçları olmasından dolayı fertlerin ihtiyaçlarıdır. Bu yüzden ülkenin yoksulluğuna çözüm bulmak, bireylerin tek tek yoksulluk sorunlarına çözüm olmaz. Ancak fertlerin yoksulluğunun tedavi edilmesi ve ülkenin servetinin onlara dağıtılması, kaçınılmaz olarak milli gelirde artışa yol açacaktır. Fakat üretim kapasitesini ve millî geliri artırmaya etki eden faktörleri incelemek, iktisat ilminin yani iktisat maddesinin ve onun artırılmasının konusudur. Yoksulluğa gelince; servetin insanlar arasında dağıtılmasıyla ilgili konu olup bu da iktisadi nizam olarak adlandırılmaktadır.
İslam’ın yoksulluğa bakışı ise, aşağıdaki düşüncelere göre hareket etmektir:
1- Toplumun karşı karşıya kaldığı ekonomik sorun, ülkenin iç ve dış servetinin ümmetin tüm fertlerine tek tek dağıtılmasıdır. Böylece tüm bireylerin bütün temel ihtiyaçlarının tamamen doyurulması ve onlardan her bir ferdin lüks ihtiyaçlarının tatmin edilmesi sağlanmış olur.
2- İnsan olması bakımından insanın temel ihtiyaçları şunlardır: Yiyecek, giyecek ve mesken. Bunlar artmaz. Ancak artan ve yenilenen şey sadece onun lüks ihtiyaçlarıdır. Bunun için ilerleyen modern yaşama paralel olarak insanın ihtiyaçlarındaki artış temel ihtiyaçlarla ilgili değil ancak lüks ihtiyaçlarındaki artışla ilgilidir. Bunlar doyurulmaya çalışılır ancak lüks ihtiyaçların doyuma ulaştırılmaması bir soruna neden olmaz. Soruna neden olan şey ancak temel ihtiyaçların doyuma ulaştırılmamasıdır. Bu, ihtiyaçlar açısındandı. Kaynaklar, yani dünyadaki mal ve hizmetler olarak adlandırılan mallar ve çabalar açısından olana gelince; bunlar, temel ve aynı şekilde lüks ihtiyaçları karşılamak için yeterlidir.
3- Üretim seviyesini yükselterek milli geliri artırmak, kaynak ve servetler bakımından ülkenin gerçeğiyle ilgili bir husus olup bunu iktisat ilmi inceler ve bunun iktisadi nizamın incelediği servetin dağıtılmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Zira iktisat ilmi ile iktisat nizamı arasında fark vardır.
Bu düşüncelerden hareketle İslam, yoksulluğa zamana ve mekâna ya da medeni olarak gerileme veya ilerlemeye göre değişmeyen tek bir bakış açısıyla bakar ve yoksulluğa temel ihtiyaçların tam olarak doyurulmaması olarak itibar eder. Nitekim şeriat, bu temel ihtiyaçların üç tane olarak belirlemiştir ki bunlar: Yiyecek, giyecek ve meskendir. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir.” [Bakara 233] Ve Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: أَسْكِنُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ سَكَنْتُمْ مِنْ وُجْدِكُمْ “Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun” [Talak 6] İbn Mace, İbn el-Ahvas’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ألا وحقهن عليكم أن تحسنوا إليهنّ كسوتهنّ وطعامهنّ “Onların sizin üzerinizdeki hakları ise, giyim kuşam ve yeme içme konularında kendilerine iyi imkânlar sağlamanızdır.” Buna göre doyurulmaması yoksulluk kabul edilen ihtiyaçlar, yiyecek, giyecek ve barınmadır. Bunların dışında kalanlar ise doyurulmadığı taktirde bir sorun oluşturmayan lüks ihtiyaçlar kapsamında nitelendirilmektedir. Yoksulluk sorununa yönelik bakış açısına dayalı olarak İslam, yoksulluğu ortadan kaldırmak ve ümmeti onun tehlikelerinden korumak için doğrudan ve acil çözümler koymuştur. Bu da yoksulun ihtiyaçlarını doğrudan karşılayacak şeylerin sağlanmasında ve bunun sorumluluğunu taşıyacak tarafların belirlenmesinde kendini göstermektedir. Aynı şekilde İslam, tatbik edilmesi ve ümmetin ona bağlı kalması halinde yoksulluğu uzaklaştıracak ve ümmeti ondan koruyacak ideal bir ekonomik siyaset belirlemiştir. Zira bu siyaset ve ekonomik soruna bakış açısı tutarlı olup ferdi, tüm hükümlerinin etrafında döndüğü bir eksen haline getirmiştir. Nitekim bu hususta şu üç yönü dikkate almıştır: Birincisi, bir insan olarak tamamı kâmil bir şekilde doyurulması gereken temel ihtiyaçlarının olması. İkinci yöne gelince; bireyselliği göz önünde bulundurması; çünkü temel ihtiyaçlar, bir grubun değil belirli bireylerin ihtiyaçlarıdır. Üçüncü yöne gelince; ferdin başkalarıyla muayyen bir şekilde hareket eden muayyen ilişkilerle bağlantılı olması. Yani özel bir yaşam tarzına sahip muayyen bir toplumda yaşıyor olması.
Böylece İslam, yoksulluğu sadece temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan bireylerin sorunu olarak görmez. Bilakis yoksulluğu, gerek servete sahip bireyler ile ihtiyaçların doyurulması arasında sınıfların varlığını hissettirecek şekilde büyük bir eşitsizliğin olması gibi bıraktığı etkiler bakımından, gerek en önemlisi ülkenin servetlerinin sömürülmesi ve toplumun bireylerin enerjilerinden mahrum bırakması olmak üzere geride bıraktığı ciddi ekonomik etkiler bakımından, gerekse hırsızlık, yağma, kıskançlık ve kin gibi insanların birbirleriyle olan ilişkilerindeki güvenlik ve istikrar üzerinde olumsuz etkiler bırakan yolsuzluk bakımından olsun toplumla ilgili bir sorun olarak görür. Böylece yoksulluğu, özel bir yaşam tarzına sahip belirli bir toplumda yaşayan bireylerin sorunu olarak görüyoruz. Dolayısıyla çözümü, doğrudan tedavi ile yoksulluğun önlenmesini ve dolaylı olarak tedavi edilmesini garanti eden şeri hükümlerin olduğu iktisadi siyaset arasında değişmektedir. Bunlar ise özetle şunlardır:
Doğrudan tedavi:
İki yönü vardır. Birinci yön: Ferdin kendisiyle ilgilidir. Zira İslam, ferdi kazanmaya ve rızık talep etmeye teşvik etmiştir. Dahası rızkı kazanmak için çaba göstermeyi, muhtaç olup güç yetiren kimseye farz kılmıştır. Zira bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in Sa’d İbn Muaz Radiyallahu Anh ile musafaha yaparken iki elinin kabardığını görür, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem sebebini sorunca Sa’d: “Ailemi geçindirmek için balyoz ve kürekle çalışıyorum” deyince Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem Sa’d’ın elini öptü ve şöyle dedi: كفان يحبهما الله تعالى “İşte Allahu Teala’nın sevdiği iki avuç.”
İkinci yöne gelince: Şeriat, bu temel ihtiyaçlarını doyuracağı şeyleri elde etmesi için yoksula yardım etmeyi başkalarının üzerine yüklemiş ve bunları aşağıdaki şekilde ayırmıştır:
a- Kendisine mahrem olan akrabalarının üzerine farz kılmıştır. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلَّا وُسْعَهَا لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir.” [Bakara 233] Yani rızık ve giyim bakımından kendisinin çocuğu gibi varisine ait demektir.
b- Eğer onun, Allah’ın üzerlerine akrabalarına bakmayı vacip kıldığı akrabaları yoksa, zekât kapısı olan Beytu’l Mâl’e intikar eder. Ebu Hureyra’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem şöyle buyurmuştur: من ترك مالاً فلورثته، ومن ترك كلاًّ فإلينا “Kim bir mal bırakırsa onun varislerine aittir. Kim de geride kimsesiz birini bırakırsa (onun bakımı) bize aittir.” Oğlu ve babası olmayan her zayıf kişi demektir. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ “Ancak sadakalar (zekât), fakirlere, miskinlere… aittir.” [Tevbe 60]
c- Şayet fakir ve miskinlerin zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasına Beytü’l Mâl’daki zekât kâfi gelmezse, o takdirde devletin Beytü’l Mâl’in diğer gelir kalemlerinden harcama yapması gerekir.
d- Beytu’l Mâl’de para bulunmaması halinde devlet, zenginlerin malları üzerine vergi koyması ve fakirlere ve miskinlere harcama yapmak için bunlardan alması gerekir. Zira fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak bütün Müslümanların üzerine farzdır. Aleyhissalatu ve’s Selam şöyle buyurmuştur: أيُّما أهل عرصة أصبح فيهم امرؤٌ جائع فقد برئتْ منهم ذمةُ الله تبارك وتعالى “Herhangi bir yerde bir adam aç olarak sabahlarsa oranın halkı, Allahu Teala’nın zimmetinden (koruyuculuğundan) beri olurlar.” [Ahmed rivayet etti.] Ayrıca Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem, Ensar’ı, fakir Muhacirlerin geçimini sağlamaya mecbur etmişti. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ “Onların mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.” [Zariyat 19] Tüm bunlar, tüm Müslümanlar üzerine farz olduğuna delalet etmektedir. Tüm Müslümanlar üzerine farz olan bir husus onların işlerini gözetmekle yükümlü olan Halife’nin üzerine de farzdır. Buna göre Halife Müslümanlar üzerindeki bu farziyetin yerine getirilmesi için onların mallarından alır. Dolayısıyla fakir akrabaların nafakasının, zengin olan yani başkasına muhtaç olmayacak şekilde zengin olan Müslümanların vergisinden ödenmesi farz olur. Bir kimse eğer zekât verebiliyorsa zengin sayılır. Zekât veremiyorsa zengin sayılmaz. Bu da Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in şu kavlinden dolayıdır: خير الصدقة ما كان عن ظهر غنى “Sadakanın en hayırlısı ihtiyaçtan arta kalandan verdiği sadakadır.” Fakihler şöyle demişlerdir: Zenginlik kişinin kendisinin ve ailesinin yiyeceğini, giyim ve barınma ihtiyacını kendisi gibi olanlarla aynı düzeyde karşılanmasıdır. Aynı şekilde binek ve süsünü de kendisi gibi olan kimselerle aynı düzeyde karşılayan şeydir. Müslim Cabir’den Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: ابدأ بنفسك فتصدق عليها، فإن فضل شيء فلأهلك، فإن فضل عن أهلك شيء فلذي قرابتك، فإن فضل عن ذي قرابتك شيء فهكذا وهكذا يقول فبين يديك وعن يمينك وعن شمالك “Öncelikle kendi ihtiyaçlarını gör, sonra kalanını tasadduk et, yine artarsa ailene harca. Ailene harcamalarından artanı yakın akrabalarına harca. Onlardan da artar ise şuraya buraya harca diyerek eliyle sağa sola işaret etti.” İnsanın kendi nefsine olan infakı sadece temel ihtiyaçlarını karşılaması değil karşılanmasını istediği bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar harcanmasıdır; Çünkü şeriat, kişinin zevcesinin nafakasının bilinen örfe göre temin edilmesi mecburiyetini getirmiştir. Bu da kadının durumuna ve kendi emsallerinin durumuna uygun bir biçimde nafaka alması diye tefsir edilmiştir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ “Kadınların yaşadıkları çevrenin durumuna göre yedirilmeleri ve giydirilmeleri kocalarına aittir.” [Bakara 233] Aynı şekilde erkek de kendisi için içerisinde yaşadığı hayat şartlarına göre harcamalıdır.
İktisadi siyaset veya yoksulluğun dolaylı tedavisi olarak adlandırdığımız şey:
Birincisi: Mülkiyetler:
İslam, bu dünyadaki servetleri, fert, cemaat ve devlet olmak üzere üç kategoriye ayırmıştır. Bu ayırımda ilk muteber olan, servetin insanlar arasındaki dağılımıdır; İslam, insanın fıtri ihtiyacı olan servet sahibi olmayı onaylamış, insanın ona sahip olmasını engellemediği gibi onun için çalışmasını, onu geliştirmesini ve onunla ilgili tasarrufta bulunmasını da engellememiştir. Ancak meşru nedenler kapsamında, fiziksel ve zihinsel güçler ile doyum ihtiyacındaki farklılıklar nedeniyle insanların ilişkilerine hâkim olan bozukluğu ve fesadı yasaklamıştır. Ayrıca İslam, mülkiyetin kaldırılmasını veya bir miktarla sınırlandırılmasını yasakladığı gibi mülkiyet özgürlüğü ile de mücadele etmiş ve bireyin parasını koruduğu gibi onu başkalarının saldırılarından koruyan kanunlar ve yönergeler getirmiştir. İslam belirli malları veya aynileri insanlar arasında ortak kılmış ve ferdin bunlara sahip olmasını yasaklamıştır. Böylece insanların bu mallardan toplu olarak faydalanmalarını sağlamıştır. Yine İslam, devlet için de Halife’nin idaresine tabi olan mülkiyet belirlemiş olup cizye, fey, haraç ve benzerleri gibi bu mallardan bir kısmını görüşüne göre bazı fertlere tahsis edebilir ve başta ferdin temel ihtiyaçlarının karşılanması olmak üzere insanların işlerinin gözetilmesini sağlar.
İkincisi: Arazi hükümleri:
Bunlardan en önemlisi ölü arazinin ihya edilmesidir. Tebânın fertlerinden herhangi biri, üzerine duvar çekmek, ziraatta bulunmak, bina yapmak veya benzerleri gibi üzerinde birinin mülkü olduğuna dair bir görünümün olmadığı bir araziyi ihya ederse, orası onun mülkü olur. Bu da Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’den şöyle dediğinin rivayet edilmesidir: مَن أحيا أرضاً ليست لأحد فهو أحق “Herhangi bir kimseye ait olmayan bir araziyi kim ihya ederse, ona sahip olmaya daha layıktır.” İslam bununla da yetinmemiş, bilakis mülkiyeti devlete ait tarımsal faaliyette bulunmaya elverişli olan arazinin fertlere ikta edilmesinin caiz olduğunu belirtmiştir. Nitekim Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in yapmış olduğu ve O’ndan sonra sahabelerin üzerinde icma ettiği şey işte budur.
Arazinin işletilmesine hırs gösterilmesi. Zira İslam, arazi sahibini onu işletmeye zorlamıştır. Nitekim İslam, arazisini üç yıl boyunca işlemeyip ihmal eden kimseden, arazinin elinden alınarak bir başkasına verileceğini belirtmiştir. Zira Ömer İbn Hattab şöyle demiştir: ليس لمحتجر حق بعد ثلاث سنين “Muhtecir/araziye sınır çeken kimse için üç seneden sonra hak yoktur.” Çünkü şeriat, arazi mülkiyetine, diğer taşınır ve taşınmaz malların mülkiyetinden başka bir anlam yüklemiştir. Dolayısıyla şeriatın (arazi hakkında) belirtmiş olduğu süre askıya alınırsa, arazi sahibinin mülk edinmesinin anlamı ortadan kalkmış olur. Bu hükümlerin, karşılıksız arazi edinmeleri ve onu işlemeye zorlanmaları şeklinde fertleri servetin önemli bir unsuru haline getirerek yoksullukla mücadele ettiği hiç kimse için bir sır değildir.
Üçüncüsü: Şirketlerin hükümleri:
İslam ortaklığa cevaz vermiş, onun sıhhati için bedenin varlığını şart koşmuş, beden ortağının paraya sahip olmasını şart koşmamış ve zararı bedene değil paraya yüklemiştir. Böylece sadece kendi çabasıyla ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir rızık kaynağı sağlamak isteyen kimse için büyük bir fırsat oluşturmuştur. Şirkette sözleşme, kazanç amacıyla mâli bir işin yapılması üzerine odaklanmıştır. Dolayısıyla bir işin olması gerekir. Yani beden ortağının ve kazanç amacının olması gerekir.
Dördüncüsü: Ganimetler ve kamu malları gibi devlet mallarından fakirlere verilmesi:
Bu, fakirlere taşınır ve taşınmaz bir malın verilmesidir. Bu ise bireylerin ihtiyaçlarını geçici olarak karşılamaları için değil, ihtiyaçlarının sürekli olarak giderilmesini sağlayan serveti mülk edinmeleri, yani ihtiyaçlarını karşılayacak araçlara sahip olmaları içindir. Nitekim bu, çoğunlukla mülkiyet noktasında insanlar arasında bir eşitsizlik görüldüğünde, yani mülkiyetin bir gurup insanın elinde sınırlı olduğunda ortaya çıkar. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ “Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın diye.” [Haşr 7] Ayrıca Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in Nadir oğullarının feyi ile yapmış olduğu işte budur.
Beşincisi: Kamu menfaatlerinden olan koruluğun (mera ve çayırın) yasaklanması:
Koruluk, kendisini koruyan kimsenin dışında (hayvanları) otlatmaya izin verilmeyerek korunan yerdir. Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem şöyle buyurmuştur: لا حِمَى إِلاَّ لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ “Koruluklar ancak Allah ve Rasulü’ne aittir.” Hadiste yasaklanan koruluk (mera ve çayır) iki hususu kapsamaktadır: Birincisi: İnsanlardan her birinin ihya edip mülkiyetine geçirebileceği ölü arazi.. İkincisi: Su, mera ve ateş gibi kamu mülkiyetinden olanlar. Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem şöyle buyurmuştur: من منع فضل الماء ليمنعَ به فضل الكلأ منعه الله فضلَه يوم القيامة “Fazla yeşillik elde etmeyi engellemek için suyun fazlasını esirgeyen kimseyi Allah kıyamet günü fazlından mahrum bırakacaktır.” Devlete gelince; devletin, kamu mülkiyeti dahilinde olan bir araziyi, Müslümanların maslahatına gördüğü herhangi bir maslahat için koru (mera) yapabilir. Ancak herhangi bir kimseye zarar vermeyecek şekilde olması şartıyla. Fertlere gelince; bu, onlar için caiz değildir.
Altıncısı: Altın ve gümüşün biriktirilmesinin (kenzinin) yasaklanması:
Belki de bu, kötü dağılımı dolaylı olarak tedavi etmek için gelen en belirgin hükümlerden biridir. Kenz, bir ihtiyaca binaen olmadığı halde parayı yani nakdi birbiri üzerine yığmak anlamına gelmektedir. Bu ise ekonomik projelerin azalmasına yol açar, bu da işsizliğe ve yoksulluğa yol açar. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَالَّذِينَ يَكْنِـزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Altın ve gümüşü biriktirip onu Allah yolunda infak etmeyenleri elem verici bir azapla müjdele.” [Tevbe 34]
Yedincisi: İslam’ın faizi yasaklaması:
Faizin vakıası, tefecinin insanların emeğini sömürerek hiçbir emek harcamaksızın elde ettiği faydadır. Çünkü faizden alınan mal, zarar riski olmayan garantili bir maldır. Dolayısıyla paranın ortaklık, mudaraba ve benzerleri yoluyla kullanılması ondan başkadır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا “Allah alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır.” [Bakra 275] İslam faizi yasaklarken borç vermeye ve ödünç almaya teşvik etmiştir; çünkü paraya muhtaç olan kişi, ya yaşamak için ona ihtiyacı vardır ki İslam, tebaanın her bir ferdinin geçimini garanti altına alarak bunu karşılamıştır, ya da verimli bir proje için ona ihtiyacı vardır ki İslam, muhtaç olanlara faizsiz kredi vererek bunu karşılamıştır. Nitekim İbn Hibban, İbn Mesud’dan Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: ما من مسلم يقرض مسلماً قرضاً مرتين إلا كان كصدقة مرة “İki defa bir Müslümana borç veren Müslüman, bir sadaka vermiş gibidir.” Muhtaç olanlara borç vermek menduptur. Aynı şekilde borç istemek de menduptur; çünkü Rasul Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem de borç isterdi. Faizli bankalar ortadan kalkınca, geriye sadece maldan faydalanma imkânlarının incelenmesinin ardından proje sahiplerine faizsiz borç veren Beytu’l Mâl kalacaktır. Ömer’in Irak çiftçileriyle yaptığı işte budur.
Sekizinci: İhtikârın (stokçuluğun) yasaklanması:
İhtikâr, malların (piyasadan) toplanıp ülke halkının satın almasını zorlaştıracak şekilde fahiş fiyata satmak için bekletilmesi olup bu, ister yiyecek isterse başkaları olsun tüm eşyalarda haramdır. Nitekim Ebu Ümâme’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: نهى رسول الله أن يحتكر الطعام “Allah’ın Rasulü, yiyeceklerin stoklanmasını nehyetti.” Sahih-i Müslim’de Nebi Nebi Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: لا يحتكر إلا خاطئ “Ancak günahkâr kişi ihtikâr (stokçuluk) yapar.” Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem şöyle buyurmuştur: من دخل في شيء من أسعار المسلمين ليغليه عليهم كان على الله أن يقعده بعظم من النار يوم القيامة “Kim Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmak gayesi ile bir şey yaparsa, o kimseyi kıyamet gününde bir ateş yığınına oturtmak Allah’ın üzerine hak olur.” Stokçuluk, toplum için büyük tehlikeler oluşturur. Bunlardan biri de durumu zayıf olanların fiyatların yüksek olması nedeniyle ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır ki bu da insanlar arasında eşitsizlik oluşturmaktadır. Bugün ümmetin vakıası, dahası servetleri birkaç şirketin tekelinde olan tüm dünyanın vakıası buna tanık olmaktadır.
Dokuzuncu: Devletin fiyatı belirlemeyi (fiyata sınır koymayı) yasaklaması:
Fiyat belirleme, Sultan (devlet başkanı), onun vekili yahut da Müslümanların işlerinden sorumlu olan herhangi birinin, pazar esnafına malı ancak şu fiyata satabilirsiniz şeklinde emir vermeleridir. Böylece fiyatların yükselmemesi için artırılmasını veya başkalarıyla çatışmaya girmesinler diye de düşürülmesini engellemiş oluyorlar. Bunların tamamı haramdır. Zira Ahmed, Enes’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: غلا السعر على عهد رسول الله (صلى الله عليه وآله وسلم) فقالوا: يا رسول الله، لو سعرت، فقال: إن الله هو الخالق، القابض، الباسط، الرازق، المسعر، وإني لأرجو أن ألقى الله ولا يطلبني أحد بمظلمة ظلمتها إياه في دم ولا مال “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem zamanında fiyatlar yükselmişti. (Bir kısım insan O’na): Ey Allah’ın Rasulü fiyatları sınırlandırsanız, dediler. Bunun üzerine Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: Şüphesiz yaratan, (rızkı) daraltan, genişleten, rızk veren, alan ve fiyatı koyan Allah’tır. Ben istiyorum ki hiç kimsenin ne mal ne de kanıyla ilgili olarak kendisine yapmış olduğum bir zulüm yüzünden benden hak talep etmediği bir şekilde Allah’a varayım.” Dolayısıyla fiyat belirleme bir zulüm olup o da haramdır. Fiyat belirlemenin en belirgin etkilerinden birisi, devletin kontrolünden uzak karaborsa diye bilinen gizli bir pazarın doğmasına yol açmasıdır. Böylece fiyatlar yükselecek ve (karaborsa) malına, fakirler olmaksızın zenginler sahip olacaklardır. Fiyatların yükselmesi ya malın stoklanması nedeniyle olur ki İslam bunu haram kılmıştır, ya da malın kıtlığının bir sonucu olur ki Halife’nin bu durumda insanların maslahatlarını gözetmesi emredilmiştir. Dolayısıyla Halife’nin bu malları temin etmek için çalışması gerekir. Böylece İslam, fiyat belirlemeye ihtiyaç duymaksızın fiyat artışını engellemiş olmaktadır.
Onuncusu: İslam’ın, ferdin kendisine ve çoluk çocuğuna bir şey kalacak şekilde zengin olması dışında hibe etmesini, hediye etmesini ve sadaka vermesini yasaklaması:
Dârimî, Cabir İbn Abdullah’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: بينما نحن عند رسول الله (صلى الله عليه وآله وسلم) إذا جاءه رجل بمثل البيضة من ذهب أصابها في بعض المغازي (قال أحمد: في بعض المعادن، وهو الصواب)، فقال: يا رسول الله، خذها مني صدقة، فَوَاللهِ مالي مالٌ غيرها. فأعرضَ عنه، ثم جاء من ركنه الأيسر فقال مثل ذلك، ثم جاءه من بين يديه فقال مثل ذلك، ثم قال هاتها مغضباً، فحذفه بها حذفة لو أصابته لأوجعه أو عقره، ثم قال: يعمد أحدكم إلى ماله لا يملك غيره فيتصدق به ثم يقعد يتكفف الناس، إنما الصدقة عن ظهر غنى، خذ الذي لك، لا حاجة لنا به، فأخذ الرجل ماله “Biz Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem’in yanında iken bazı gazvelerde kazanmış olduğu yumurta büyüklüğünde bir altınla bir adam geldi (Ahmed b. Hanbel, bir maden yerinde diye rivayet eder, doğru olan da budur) ve: Ey Allah’ın Rasulü, bunu benden sadaka olarak al. Vallahi bundan başka malım yoktur, dedi. Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem yüzünü ondan çevirdi. Sonra adam ona sol yandan geldi ve aynı şeyi söyledi. Sonra önünde durup aynı şeyi söyledi. Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem kızarak: Onu bana getir, dedi ve o altını ona süratle fırlattı, eğer adama isabet etseydi canını yakar ya da onu yaralardı. Sonra şöyle dedi: Biriniz başka bir şeye sahip olmadığı halde malına yönelip onu sadaka olarak veriyor, sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadaka ancak zenginin sırtından olandır. Sana ait olan şeyi al. Bizim ona ihtiyacımız yok. Ve adam malını geri aldı”
Bunlar, ümmeti değil, aksine dünyayı yoksulluk, sefalet ve muhtaçlığın pençesinden kurtaracağımız İslam’daki ekonomi siyasetinin genel hatlarından bazılarıdır. Bu siyaset ancak Allah’ın izniyle kurulacak olan Raşidi Hilafet Devleti’nin altında uygulanabilir. Ümmetin, aksine tüm dünyanın buna çok ihtiyacı vardır; nitekim Birleşmiş Milletler’in bir raporu, dünyada bir milyar kişinin temel ihtiyaçlardan, yani su da dahil olmak üzere temel ihtiyaçlarından mahrum kaldığını ve dünya nüfusunun %20’sinin dünya servetinin %86’sını tükettiğini söylüyor.
Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesinin ve İslam ümmetinin sömürgeci kafirin tuzağına düşmesinin akabinde, bu asırda İslam ümmetinin başına gelen en büyük musibetlerden biri de, evlatlarının başına gelen bir benzerine tanık olmadığı yoksulluk, muhtaçlık ve sefalettir. Hem de su ve tarım gibi zahiri ve sanayinin bel kemiği ve ruhu olan enerji gibi gömülü olanların yanı sıra coğrafi ve insani derinlikle ilgili olanlar da dahil olmak üzere İslam ümmetinin beldelerinin sahip olduğu devasa servet ve zenginliklere rağmen. Ayrıca İslam ümmeti, teknoloji, maddi gelişim, iletişim hızı ve ulaşım kolaylığı çağında yaşamaktadır. Tüm bunlara rağmen o -yani İslam ümmeti-, yoksul ümmetler arasında, dahası kafir milletlerin ve sömürgeci ülkelerin kırıntılarıyla geçinen geri kalmış milletler arasında sınıflandırılmaktadır.
Petrol, Batı’nın ve Müslümanların başındaki bir avuç yöneticinin değil bütün Müslümanlar için kamu malıdır.
– Yüksek fiyat dalgasının ortaya çıkmasının ve onun yaygınlaşması beklentisinin ardından 26/05/2008 tarihinde İslam Araştırmaları Akademisi Fıkıh Araştırma Komitesi üyeleri, petrol ürünleri ve türevlerinin, rikaz (define, hazine) olması, rikazın da yeraltından çıkan her şeyi kapsaması itibariyle zekat değerinin %20 oranının tahsil edilerek meşru zekat bankalarında harcanmasının gerekliliğini tavsiye ederek tüm petrol kuyularının tek sahibi olduğu için onun devletten tahsil edilmesini engelleyecek hiçbir şeyin olmadığını vurguladılar.
– Şeyh Kardavi, şayet özel mülkiyet olursa petrol ve gelirlerinde zekâtın vacip olduğu hususunda hiçbir ihtilafın olmadığını söylüyor. Ve şöyle diyor: Şayet devlete ait olursa, onun durumu tüm devlet mallarının durumu gibi olup icma ile onlarda zekat yoktur. Ve şöyle diyor: Bu fetvanın gerekçesi, İslam ümmetinin mevcut parçalanma durumunu aşma girişimidir. Zira Allah’ın kendilerine petrol ve milyarlar bahşetmiş olduğu az nüfuslu devlet ve devletçikler görüldüğü gibi aynı zamanda yoksulluğun bir deri bir kemik bıraktığı az bir kaynağa sahip olan diğer yoğun nüfuslu ülkeler de görülmektedir. Nitekim bazı araştırmacı kardeşleri, bu durumları çarpıtmalarına sevk eden şey işte budur. Zira petrol zekatının o ülkenin zenginlerinden alınıp diğer bölgelerin fakirlerine verilmesinin farz olduğu görüşünü savunmaktadırlar. Ve şöyle diyor: Şayet İslami Hilafet kurulup İslam beldeleri tek bir bayrağın altında birleşmiş olsaydı, aslında böyle bir içtihada ihtiyaç olmazdı. Ve şöyle diyor: Bana göre bundan daha evla olan, Müslümanların tek bir ümmet olduğu ve onların zorlukta ve kolaylıkta birbirleriyle dayanışma içerisinde olmaları gerektiği şeklindeki İslami hakikatlerin açıkça ilan edilmesidir… Zira İslami bir belde yoksulluğun acısını çekerken diğer bir beldenin lüks olan şeylere binlerce milyon harcaması caiz değildir.
– Biz de diyoruz ki: Kuyulardan çıkarılmış olduğunda bile mülkiyet hükümleriyle ilgili olması bakımından petrolün vakıası, kamu mülkiyetine intibak eder; çünkü kaynağı kesilmeyen su mertebesinde olduğundan dolayı kamu mülkiyetine intibak etmekte olup Körfez’de, Afrika’da ya da Asya’da yaşayanlar arasında hiçbir fark olmaksızın zengin veya fakir olsunlar tüm Müslümanlar içindir.
– Ve diyoruz ki: Allah’ın petrol hakkındaki hükmü, sadece hakkında hüküm vermekle kalmayıp şerî olarak uygulanması gereken kamu mülkiyeti olmasıdır. Bu fetva ilmi olup ancak Hilafetin kurulmasıyla pratik olarak uygulama konumuna gelecektir.
– Ve diyoruz ki: Bu mülkiyetin kazılması, çıkarılması, satılması ve gelirlerinin dağıtılmasını denetleyecek olan, yönetimi tüm bölgelerdeki bütün Müslümanları kapsayan İslami Hilafettir… Bu da şu kaide kapsamındadır: (Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.) O zaman Hilafetin kurulması için çalışmak vacip olmaktadır; çünkü kamu mülkiyetinin uygulanmasının dayanağı sadece Hilafettir.
– Ve diyoruz ki: İslam ümmetinin şu anki parçalanmışlığı, kafir Batı tarafından gerçekleşmiş olup bu da hem kendisi hem de bir avuç yöneticinin petrolden faydalanması ve Müslümanları da ondaki haklarından mahrum bırakmak içindir. Dolayısıyla kafir Batı bundan başkasına izin vermeyecek ve Hilafet olmadıkça da mesele aslına geri dönmeyecektir.
– Son olarak Allah’tan, Müslümanların alimlerini, muhlis bir şekilde ilimleriyle amel etmelerini tamamlamaları amacıyla Hilafeti kurmak için çalışmaya yönlendirmesini ve kaldırıp atılmaları dışında kendileriyle birlikte olmalarının bir faydası olmayan yöneticilerle birlikte nâssları çarpıtmamalarını niyaz ediyoruz.