Beytülmal, Müslümanların hak sahibi olduğu bütün harcamaların ödendiği ve yine bütün tahsilatların yapıldığı bir kurumdur. Buna binaen Müslümanların hak sahibi olduğu ve sahibi belli olmayan her şey (mal, para, arazi v.s) beytülmal hukukundandır. Müslümanların yararına yapılması gereken bütün harcamalarda ödemeyi hazinenin yapması bir haktır. Yapılan harcama beytülmal kasasından gitsin ya da gitmesin beytülmale ait harcama olarak kabul edilir. Zira vali ve amirlerce tahsil edilen gelir ya da yapılan harcamalar için beytülmal hükmü uygulanır.

Beytülmalin Gelir Kaynakları

Daimi gelirleri: Fey’, ganimetler, enfal, haraç, cizye, bütün çeşitleriyle kamu mülkiyeti gelirleri, devlet mülkiyeti gelirleri, öşürler, hazineler ve madenlerden alınan humus (1/5’lik pay) ile zekat malları hazinenin daimi gelirleridir. Bunlardan zekat malları hazinede kendisine ayrılmış özel bir fonda toplanır ve ancak Kur’an’da bahsedilen sekiz sınıfa verilebilir. Bu sekiz sınıfın dışında devlet işine ya da ümmetin yararına bir işe bile harcanamaz. Yalnız halife özel fonda toplanan bu zekat mallarının sekiz sınıftan dilediğine kendi görüş ve içtihadına dayanarak verebilir. Zekat malı sekiz sınıftan birine verileceği gibi daha fazlasına ya da hepsine de verilebilir.

Aynı şekilde kamu mülkiyetinden elde edilen gelirler de bütün Müslümanların mülkü olmaları nedeniyle beytülmalde özel bir fonda toplanarak diğer beytülmal gelirlerine karıştırılmaz. Halife kamu mülkiyetinden elde edilen gelirleri, şeriatın hükümleri içinde içtihadı ve görüşüne göre Müslümanların yararına gördüğü hususlara uygun olarak harcar.

Diğer gelirler beytülmalde bir arada toplanıp devletin ve ümmetin işlerine harcandığı gibi zekat hususunda geçen sekiz sınıfa ve devletin uygun göreceği diğer yerlere de harcanabilir.

Eğer bu kaynaklardan elde edilen gelirler, tebaanın ihtiyacını karşılayamıyorsa o zaman devlet, kendisinden beklenen işleri yerine getirebilmek için Müslümanlara bazı vergilere koyar. Bu vergiler, şeriatın Müslümanlara farz kıldığı hususlara göre tespit edilir. Bazı işlerin yapılması Müslümanlara farz olursa ve devletin bunları yapabilmesi için gelir kaynağına ihtiyacı varsa bu durumda devlet, bu işlerin yapımını karşılayabilmek için vergi koyar. Yapılması gereken işler bütün Müslümanlara vacip olmayan işlerden ise örneğin; ölen kişinin geride bıraktığı borçlarını ödemek gibi, böyle durumlarda devletin vergi koyması caiz değildir. Ölenin borcunu ödemek için devlet beytülmalden ödeme yapar. Eğer ölenin borcunu ödeyecek miktar beytülmalde yok ise bu görev devlet üzerinden kalkar.

Devletin vergi koymasını gerektirebilecek hususlar şunlardır:

a- Cihad farzı yerine getirebilmek amacıyla, fakirler, miskinler ve yolculara yardım amacıyla ve beytülmal üzerine farz olan harcamaları yapabilmek amacıyla.

b- Memur maaşlarının ödenmesi, ordunun ihtiyaçlarının karşılanması gibi beytülmal üzerine farz olan harcamaların karşılanması amacıyla.

c- Herhangi bir karşılık gözetmeksizin Müslümanların faydalanacağı hususlara harcama yapmak için, örneğin; yol yapımı, su çıkarılması, mescid, okul, hastane gibi yerlerin inşası için vergi konur. Bu tür ihtiyaçlar giderilmediği takdirde bütün ümmet zarar görebileceği için, bu ihtiyaçları karşılamak zaruridir.

d- Açlık, sel, deprem, düşman saldırısı gibi durumlarda, Müslümanların karşılaştığı olağanüstü hallerde beytülmal üzerine farz olan harcamaların karşılanması amacıyla.

e- Yukarıda anlatılan dört durum ve bunlara bağlı durumlarda ve benzerlerinde bütün Müslümanlara farz olan bir görevi yapmak için devlet borçlanmış ise bu borcu ödemek amacıyla vergi konur.

Beytülmalde bulunup, halkın yararına harcanan gelirlerin bir kısmı da şunlardır: Harbilerden veya barış anlaşması yapılanlardan alınan gümrük vergileri (1/10 oranında), kamu ve devlet mülkiyetinden elde edilen üretim gelirleri ile varisi olmayan kişinin bıraktığı mirastır.

Beytülmalin gelirleri, harcamalarından fazla ise bakılır; eğer bu fazlalık feyden elde edilmiş ise bu takdirde halka dağıtılır. Eğer fazlalık cizye ve haraç gibi fonlardan doğmuş ise o zaman Müslümanların uğrayabilecekleri felaketlere harcamak için beytülmalde bırakılır. Çünkü şer’i hüküm cizyeyi kişi başına, haracı da arazinin üretim miktarına göre farz kılmıştır. Eğer fazlalık zekat ve madenlerden dolayı ise, bu fazlalık da beytülmalde saklanır. Ve sekiz sınıftan biri bulununca onlara harcanır. Eğer fazlalık Müslümanlara farz kılınan vergilerden doğmuş ise bu vergiler azaltılır ya da kaldırılır.

Beytülmale Ait Harcamalar

Beytülmale ait harcamalar altı esas üzerinde yapılır:

1- Beytülmalde zekat ile ilgili mallar korunmaktadır. Eğer zekat fonunda mal mevcut ise, bu fon Kur’an’da açıklanan sekiz sınıfa harcanır. Yani zekat düşen kişiler beytülmalde fon olduğu sürece almaya hak kazanır. Hazinede zekat fonu bulunmaması halinde bu kişilere beytülmalden bir pay yoktur, bu hakkı kaybetmiş olurlar. Zekat toplanıncaya kadar sekiz sınıfa verilmek için önceden borçlanma yapılmaz.

2- Beytülmalin, cihad farzını yerine getirmek ve muhtaçları barındırmak konusunda harcama yapma şekli ise; fakir, miskin, yolda kalanlara infak ile cihad için infak etmek şeklinde olur. İşte böyle yerlere harcama yapmak beytülmalde fon bulunup bulunmamasına bağlı değildir. Eğer beytülmalde fon bulunuyorsa hemen harcanır. Bulunmadığı hallerde, infakın ertelenmesinden dolayı herhangi bir kötülüğün çıkmasından korkulmaz ise o zaman “kolaylık gerçekleşinceye kadar beklenir” kuralı uygulanır ve hazinede fon oluşuncaya kadar ertelenir.

3- Beytülmalin, belli hizmetler icra etmiş kişilere hizmetleri karşılığı verilmesi şart olan bedel konusundaki uygulaması, askerin ihtiyaçlarının karşılanması, memurlara maaş verilmesi şeklinde olur. Bu gibi harcamalar, beytülmalde para bulunup bulunmamasına bağlı değildir. Çünkü bu tür hizmetlerin karşılığını ödemek devlet için bir zorunluluktur. şayet para yoksa ve harcamanın geciktirilmesinden dolayı bir zarar gelme ihtimali varsa, devlet Müslümanlardan ihtiyaç miktarı kadar borçlanır. Şayet gecikmeden dolayı bir zarara uğrama ihtimali yok ise “kolaylık gerçekleşinceye kadar beklenir” kuralı uygulanır ve hazinede fon oluşuncaya kadar beklenir.

4- Müslümanların beytülmal üzerindeki hakkından dolayı beytülmal herhangi bir karşılık gözetmeksizin yapmak zorunda olduğu harcamalar; yol, su, hastane, mescid ve okul gibi yokluğu ümmetin zararına olacak konularda yapılacak olan harcamalardır. Bunlar beytülmalin mali gücüne bağlı değildir. Bu tür işler beytülmalde para bulunup bulunmamasına bakmaksızın yapılması gereken işlerdir.

Eğer beytülmalde yeterince para yok ise, bu işleri yapmak ümmet üzerine farz olur. Giderleri karşılamak için gerekli olan para ümmetten alınarak beytülmale teslim edilir ve gereken yerlere harcanır. Çünkü toplumsal işlerin yerine getirilmesi nedeniyle doğabilecek olan zararların olması, beytülmalde mal varlığına bağlı bir konu değildir. Para beytülmalde mevcut ise bu paranın infakı vacip olur. Bu tür harcamalar beytülmalden yapılacağı için Müslümanlardan sorumluluk kalkar. Beytülmalde para bulunmadığı hallerde yapılması gereken bu tür işleri Müslümanların yapması, beytülmalde yeterli kaynakların oluşmasına kadar farz olur.

5- Bir yol olduğu halde ikinci bir yol yapmak, uzun mesafeli bir yolu kısaltmak, yeterli hastane olduğu halde hastane yapmak gibi harcamalar beytülmalde para varsa yapılır. Para olduğu durumlarda beytülmalin bu gibi harcamaları yapması farzdır. Beytülmalde para yoksa bile Müslümanların bu harcamaları yapması farz değildir.

6- Beytülmalin harcama yapmak zorunluluğu olan konulardaki harcamaları; Müslümanların açlık, tufan, zelzele ve düşman hücumu gibi ani tehlikelere uğraması durumunda hazine, para olup olmadığına bakmaksızın harcama yapmak zorundadır. Bu durumda gerekli hukuk uygulanır. Beytülmalde para yoksa Müslümanlardan para toplanarak hazineye konur. Hazine de gereken yerlere harcar. Eğer Müslümanlardan para toplanıp gelinceye kadar olan gecikmeden dolayı zarara uğrama söz konusu olursa, gerekli parayı borçlanarak temin etmek devlete vacip olur. Devlet borçlandığı parayı hemen gerekli yerlere harcar hem de Müslümanlardan toplayacağı para ile borcunu öder.

Devlet Bütçesi

Demokratik parlamenter sistem ile yönetilen ülkelerde devlet için her yıl genel bir bütçe hazırlanır. Demokratik devletlerin parlamentolarında her yıl hükümet tarafından bir bütçe kanun tasarısı hazırlanarak parlamentonun görüşüne sunulur. Bütçe parlamentoda tartışılarak görüşüldükten sonra kanun teklifi halinde parlamentonun oyuna sunulur ve parlamentonun onaylamasının ardından “Bütçe Kanunu” adı altında uygulamaya konur.

Bütçe bölümlere ayrılır ve her bölüm için parlamentoda bir bütün olarak oylama yapılır. Her ne kadar her bölümün içerdiği alt bölümler üzerinde de tartışılsa yine de bütçe tasarısı olarak bir bütün halinde oylamaya sunularak ya kabul ya da reddedilir.

Bütçe bilindiği gibi gelir ve gider bütçesi olarak iki kısımdan oluşur. Gelir bütçesi devletin, bütçenin hazırlandığı mali yıl içindeki elde edeceği gelirleri, gider bütçesi ile yine devletin o mali yıl içinde yapacağı harcamaları kapsar. Bütçe kanunundaki bazı maddeler çeşitli kuruluşların gelirlerini tahmin etmek için, bazı maddeler de devlete bağlı çeşitli kuruluşların yapacakları harcama miktarının tespiti için konur. Bütçe kanununda ayrıca, Maliye Bakanlığına yetki veren maddeler de bulunur. Her maddede bütçe bölümlerinin içerdiği cetveli gösteren işaretler yer alır. O madde ister gelirleri isterse giderleri kapsasın fark etmez. Her cetvelde o bölümün detayları yer alır. Daha sonra her bölüme, o bölümün detayları için icmali meblağlar konur. Bütçe, her yıl meydana gelebilecek ufak tefek değişikliklere rağmen bu genel esaslara göre hazırlanır.

İslâm Devleti’nde ise, demokratik ülkelerde olduğu gibi bütçe bir yıllık değildir. Bu nedenle yıllık olarak bütçe ile ilgili bir kanun teklifinin ümmet meclisinde üyelerin oylamasına sunulmasına da gerek yoktur. Demokratik sistemlerde bütçe gerek bölümleri gerek temel prensipleri ve gerekse kapsadığı meblağ itibarı ile geçerliliğini bir yıl için koruyabilen bir kanundur ve kanunları ancak parlamento yapar. Yani bütçe kanunu tasarısının parlamentoya sunulması zorunludur. İslâm Devleti’nde bunların hiçbirine gerek yoktur. Çünkü beytülmal gelirleri delillerle (nasslarla) sabit olan şer‘i hükümlere göre tahsil edilir. Gelirler de olduğu harcamalar da şer’i hükümlere göredir. Bu şer’i hükümler sabit olduğundan kalıcı ve süreklidir. Bütçede gelir ve giderler için kesinlikle içtihada ve oylamaya gerek yoktur. Gelir ve gider bölümleri değişmez şer’i hükümlerin belirlediği daimî bölümlerdir. Bu açıklamalar, bütçenin geneli için geçerlidir. Bütçenin bölümlerine gelince; bu bölümlerin içereceği meblağ ve bunların tahsili ile ilgili durumlar ise halifenin rey ve içtihadına bağlıdır. Bunlar şeriatın halifeye verdiği görevler içindedir. Halife, bütçenin bu kısımlarıyla ilgili uygun gördüğü kararı alır. Halifenin aldığı karara uymak da farzdır.

Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, demokratik devletlerde olduğu gibi yıllık bütçe hazırlanmasına İslâm’da gerek yoktur. Ne bütçenin geneli ne bölümleri ve ne de bölümlerin detayları ve miktarları için senelik bütçe hazırlanmasına gerek yoktur. Nitekim bütçenin gelir ve giderlerine dair genel bölümlerini şeriat belirlemiş, onun bölümlerini, detaylarını ve gereken meblağları belirleme işlerini de halifeye bırakmıştır.

Zekat

Zekat beytülmale giren gelirlerden biridir ve diğer beytülmal gelirlerinden taşıdığı şu üç özellikle ayrılır:

1- Zekatın toplanması bakımından taşıdığı özellik,

2- Zekatın toplanacak miktarı bakımından taşıdığı özellik,

3- Zekatın dağıtılması bakımından taşıdığı özellik,

Zekatın toplanması bakımından taşıdığı özellik: Zekat herkesi kapsayacak bir genellikte olmayıp, bir ibadet olması nedeni ile ancak Müslümanlardan alınır. İslâm’ın emrettiği mali yükümlülüklerden biri olmakla beraber namaz, hac ve oruçta olduğu gibi ruhi kıymetin gerçekleşmesini de sağlar. Zekatın ödenmesi Müslümanlar üzerine bir farzı ayındır. Zekatın toplanması, devletin ihtiyacına ya da ümmetin faydalanacağı hususlara göre değişmez. Zekat ister ihtiyaç olsun ister olmasın beytülmale konulması gereken özel bir maldır. Borç ve ihtiyaçlardan artan nisap miktarına ulaşmış gelirlerinden her Müslümanın ödemesi gereken bir yükümlülük olup, mutlaka alınması gereken özel bir hazine geliridir.

Zekat, Müslüman olmayanlardan alınmaz. Ancak zekatın, anne ve babası olmayan Müslüman çocuktan ve deyiden alınabileceği yönünde Abdullah b. Amr’ın Nebî (Sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet ettiği şu hadis vardır:

 أَلَا مَنْ وَلِيَ يَتِيمًا لَهُ مَالٌ فَلْيَتَّجِرْ فِيهِ، وَلَا يَتْرُكْهُ حَتَّى تَأْكُلَهُ الصَّدَقَةُ

“Dikkat edin. Kim malı olan bir yetime veli olmuş ise, onun malını işletsin (ticaret yapsın). O malı, sadakanın (zekatın) bitirmesine izin vermesin.” (Tirmizi)

Yani her yıl o maldan zekat verileceği için zamanla o malın tamamen tükenebileceğini, bu yüzden işleterek malı korumanın gerekliliği vurgulanmıştır.

Zekatın toplanacak miktarı bakımından taşıdığı özellik: Zekatın toplanacak miktarı altın, gümüş ve ticari mallarda 1/40 (kırkta bir) olup, bu oran değişmez. Toplanacak miktar bir malın belli bir kısmından alınır ki ona nisap miktarı denilir. Nisap miktarı 200 dirhem gümüş (525 gr) ya da 20 miskal (85 gr) altındır. Altının bir miskalı, ağırlığı 20 kırat (4.25 gr) olan şer’i bir dinara, gümüş dirhem ise 2.975 grama eşittir, ya da bunların eş değeri ticari maldan başlar. Daha düşük miktar için zekat yoktur. Zekat hazine ve madenlerden 1/5 oranında alınır. Tahıl ürünleri ise sığır, deve, koyun gibi hayvanlardan alınacak zekat miktarını ise fakihler bütün detayları ile açıklamışlardır.

Zekatın harcanması bakımından taşıdığı özellik: Zekat Kur’an-ı Kerim’in Tevbe suresinde Allah’u Teâla’nın belirttiği sekiz grup insana verilip başkalarına verilmez.

Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır:

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, zekat hususunda çalışanlara, kalpleri İslâm’a ısındırılmak isteyen kimselere, kölelerin kurtarılmasına, borçlarını ödeyemeyen borçlulara, Allah yolundaki (cihad gibi) harcamalara ve parasız yolda kalmışlara verilir. Allah Alim’dir (herşeyi hakkıyle bilendir), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe 60)

Fakirler; ihtiyaçları için yaptıkları harcamalar, kazançlarından daha fazla olan kimselerdir. Miskinler ise; hiçbir malı ve geliri olmayan kimselerdir. Allah’u Teâla şöyle dedi:

اَوْ مِسْك۪يناً ذَا مَتْرَبَةٍۜ “Yahut toprakta sürünen bir miskine…” (Beled 16) Zekat hususunda çalışanlar; zekat toplayan ve dağıtanlardır. Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler ise; devletin kendilerine zekattan vermekle kalplerinin İslâm’a ısındırılması hususunda fayda gördüğü kimselerdir. Kölelikten kurtulmaları için kölelere de; zekattan pay verilir. Bu sınıf günümüzde mevcut değildir. Borçlarını ödemekten aciz olan borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve parasız kaldıkları için yolculuklarına devam edemeyen yolculara olmak üzere adı geçen sekiz sınıfa zekat verilir.

Bu sekiz sınıfın dışında kalanlara zekat verilmesi caiz olmadığı gibi devlet işlerinde kullanmak da caiz değildir. Eğer sayılan sekiz sınıftan hiç biri bulunamazsa alınan zekat ihtiyaç halinde kullanılmak üzere hazinede saklanır.

Zekatı toplama ve dağıtma yetkisi halifeye ya da halifenin vekiline aittir.

Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır:

خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّ۪يهِمْ “Onların malından sadaka al, bununla onları (günahlarından) temizletirsin, onları arıtıp, yüceltirsin…” (Tevbe 103)

Bu konuda Ebu Bekir (ra) zekat vermeyen Müslümanlardan fakire verip vermemelerine bakmaksızın zekat istemiş, bu isteğini sahabe onaylamış ve o da zekat vermeyenlerle savaşmıştır.

Zekatı hakkı olanlara veren halifedir. Hatta valiler zalim bile olsalar zekat onlara verilir. Suheyl b. Ebu Salih’ten şu rivayet edildi: “Ben Sa‘d b. Ebu Vakkas’a gittim ve benim olan bir malın zekatını vermek istediğimi söyledim. Zekatı şunlara vermek istiyorum, siz ne buyurursunuz, dedim. Sa‘d b. Ebu Vakkas, Onlara zekatı ver, dedi. Daha sonra İbni Ömer’e, ebu Said’e ve ebu Hureyre’ye de uğradım, onlar da aynısını söylediler.”

Zekat ister zımmi olsun ister olamasın kafire verilmez. Çünkü Nebî (Sallallahu aleyhi ve sellem))’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken, Buhari’nin İbni Abbas’tan rivayet ettiği şu hadisi söyledi:

فَأَعْلِمْهُمْ أَنَّ اللَّهَ افْتَرَضَ عَلَيْهِمْ صَدَقَةً فِي أَمْوَالِهِمْ تُؤْخَذُ مِنْ أَغْنِيَائِهِمْ وَتُرَدُّ عَلَى فُقَرَائِهِمْ “Onlara bildir ki onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen mallardan Allah’ın kendilerine farz kıldığı bir sadaka vardır.”

Böylece zekatın ancak Müslümanların zenginlerine farz kılındığı ve yine ancak zekatın Müslümanların fakirlerine verilmesi gerektiği belirtilmiş oldu. Fakat nafile sadakanın kafire verilebileceği yönünde şu ayeti kerime vardır:

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪يناً وَيَت۪يماً وَاَس۪يراً “Sevgi ve istekle miskin, yetim ve esirlere yemek yedirirler.” (İnsan 8) Ayette geçen esir kelimesi kafirleri kapsıyor. Çünkü o gün kafirlerden başka esir yoktu.

Cizye

Cizye, Allah’u Teâla’nın Müslümanlar için İslâm hakimiyetini kabul eden gayri müslimlerden alınıp, tebaanın faydalanacağı tüm hususlar için harcamasını öngördüğü bir kaynaktır. Yılda bir kez alınır ve tekrar alınabilmesi için tam bir yıl geçmesi beklenir. Cizye, Kur’an-ı Kerim’de sabittir:

قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟ “Kendilerine Kitab verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (kendilerine) din edinmeyenlerle, küçük düşürülmüşler olarak cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.” (Tevbe 29)

Ebu Ubeyd, el-Emval adlı kitabında, Hasan b. Muhammed’den Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hicr mecusilerini İslâm’a davet etmek için yazdığı mektupta şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Onlardan kim Müslüman olursa, Müslümanlığı kabul edilir ve üzerine cizye konulmayanın kestiği yenmez ve ona kadınlar nikahlanmaz.”

Cizye, küfürlerinde ısrar ettikleri sürece kafirlerden alınır ve ancak Müslüman olursa almaktan vazgeçilir. Cizye, mala değil şahıs başına konur ve ancak erkek olanlardan alınır.

Cizye, ceza kelimesinden türemiş olup, kâfirlerden küfürlerinin cezası olarak alınır ve Müslüman olmadıkları sürece bu ceza kalkmaz. Cizye, kâfirler Müslümanların safında savaşa katılsalar bile kalkmaz. Çünkü cizye kafirleri korumanın karşılığı değildir.

Cizye, ancak verebilecek güce sahip olanlardan alınır, çünkü ayette; “gücüne göre” ibaresi kullanılmaktadır. Cizye vermekten aciz olanlardan, kadınlardan, çocuklardan ve delilerden alınmaz. Hatta bir kâfir kadın, daru’l İslâm’da yaşamak için daru’l İslâm’a gelse, orada ikamet etmenin karşılığı olarak cizye vermeyi de kabullense, kadın daru’l İslâm’a kabul edilip ikamet izni verilir, ancak cizye alınmaz. Cizye için özel bir miktar belirlenmez. Bununla ilgili bir nass bulunmadığı için bu husus halifelerin rey ve içtihatlarına bırakılmıştır. Cizye miktarının belirlenmesinde bir tek şart aranır, o da alınacak cizye miktarının verecek olanın gücünü aşmamasıdır.

Buhari’nin rivayetiyle ilgili İbni Ebu Nüceyh’ten şöyle rivayet edilmiştir: “Ben Mücahid’e şöyle demiştim: Nasıl oluyor ki, Şam halkından dört dinar, Yemen halkından da bir dinar cizye alınıyor? Mücahid de şöyle dedi: Bu, kolaylığı saylamak içindir.”

Kafir cizye, ödeyecek güce sahip iken sonradan ödeyemez bir duruma düşerse cizye üzerinde borç olarak kalır. Zor duruma düşen borçlulara uygulanan muamele uygulanır ve durumu düzeldiğinde de ondan tahsil edilir.

Harac

Harac, Allah’ın kafirlerden alınarak Müslümanlara verdiği bir hak olup, ya da anlaşma yoluyla kafirlerden ganimet olarak elde edilen bir arazinin asli mülkiyetinin Müslümanlara ait olmasının karşılığı olarak kafirlerden alınan bir haktır. Şayet anlaşma, arazinin Müslümanlara ait olması kaydı ile sulh yapılmışsa kâfirlerin o arazi üzerinde kalmalarına ancak harac vermeleri şartı ile izin verilir.

Harac, kira ve mahsul anlamına gelir. Kâfirlere karşı savaş ilanından sonra onlardan alınan her arazi harac arazisi olarak kabul edilir. Alınan arazi üzerindeki halk sonradan Müslüman olsa bile yine de arazileri harac arazisi olarak kalır. Ebu Ubeyd, el-Emval adlı kitabında Zühri’den şunu rivayet etmiştir:

“Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem Bahreyn Mecusilerinden cizye aldı. Kim Müslüman olduysa onun Müslümanlığını kabul etti ve arazisi dışında malı ve canı güvende kaldı. Çünkü o arazi, onlar güçlü iken ilk etapta Müslüman olmayışlarından dolayı Müslümanlara ganimet olarak verilmiştir.”

Araziye konulacak harac miktarı, arazini verimine göre tespit edilir.

Ömer radiyallahu anh, harac miktarını tespit ederken hem arazi sahibine haksızlık etmemek hem de o arazide yapılacak ziraatın yok olmaması için arazinin verimine dikkat ederdi. Bazı yerlerde bazı arazilerin iki dönümüne bir ölçek ekin ile bir dirhem para tayin eder, farklı bir yerde de farklı bir miktar tespit ederdi. Bu uygulamalardan anlaşılıyor ki Ömer (ra), her arazinin kaldırabileceği miktarı harac olarak tespit etmiştir.

Harac, arazinin verimine göre tespit edilince, tespit edilen miktar kadar alınır. Arazinin ölçümüne harac yıllık olarak konuldu ise kameri yıla göre yılın bitiminde alınır. Çünkü şeriata göre muteber yıl, hilale göre hesaplanan yıldır. Eğer harac ekilen ürüne göre konmuş ise haracın alınması, yağmurların yağacağı ve ekimin yapıldığı zaman kapsamında olduğundan dolayı güneş yılının bitiminde olur. Eğer harac, arazinin ürettiği ekinin belirli bir miktarına göre tespit edilmiş ise o zaman harac ekinlerin olgunlaşıp, devşirildiği zaman alınır. Böylece halife arazinin ölçümüne, ekimin ölçümüne ya da üretim miktarına göre olan üç husustan en uygun olanına riayet ederek haracın alınış biçimini tespit eder ve alır.

Şayet araziye iyi bakılırsa üretim artar ya da bazen araziye bazı şeyler musallat olur bu durumda da üretim düşerse; böyle bir durumda, arazinin üretim fazlalığı çiftçinin kişisel gayretleri ile olmuş (örneğin; kuyu kazmış, su kanalları açmış) ise bu durumda elde edilen üründün fazla harac alınmaz. Üretimdeki düşüklük sebebi yine çiftçiden kaynaklanıyorsa (Meselâ; kanalları yıkmış, kuyuları kapatmış) ise bu durumda tespit edilen miktardan daha düşük harac alınmaz, üretim düşüklüğüne sebep olan halleri ıslah etmeleri istenir. Üretimdeki artış ya da azalış devletten kaynaklanmışsa (Meselâ; devlet sulama kanalları ve kuyuları açarak üretim dışında katkıda bulunmuşsa) bu durumda araziden daha fazla harac alınır. Şayet devlet tarımı ihmal etmiş ve gerekli ıslahatı yapmamış, bundan dolayı da üretim düşmüş ise devletin haracı azaltması gerekir. Arazideki üretim azalışı rüzgarların ağaçları devirmesi, selin su kanallarını doldurması gibi tabii afetlerden kaynaklanmış ise arazinin verebileceği ürün miktarı göz önünde bulundurularak harac tespiti yapılır.

Harac miktarı belirli bir süre için tespit edilir. Tespit edilen miktar bu sürenin sonunda arazinin verimine göre değişir.

Vergiler

Şeriatın beytülmal için belirlediği gelirler, tebanın işlerinin yürütülmesi ve faydalanacağı hususlar için yeterlidir. Doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak vergi koymaya gerek yoktur. Fakat bununla beraber şeriat ihtiyatlı hareket ederek ümmetin ihtiyaçlarını iki kısma ayırır:

a- Beytülmalin daimi gelirlerinden karşılanan ihtiyaçlar,

b- Bütün Müslümanlar tarafından karşılanan ihtiyaçlar,

Bu ikinci bölümdeki ihtiyaçları karşılamak için şeriat, Müslümanlardan mal tahsili hususunda devleti yetkili kılmıştır. Bundan dolayı vergiler ihtiyaçların karşılanması için Allah’ın Müslümanlar üzerine farz kıldığı hususlardandır. Halife bu malı toplamak ve uygun gördüğü şekilde harcamak için Müslümanlar üzerine bir vali tayin eder.

Toplanan bu mala “farz kılınmış mal” denilebileceği gibi vergi ismi de verilebilir.

Vergi, Allah’ın farz kıldığı şer’i nasslar ile belirttiği cizye ve harac gibi gelirin dışında, Allah’ın Müslümanların tamamı üzerine kifaye olarak yol, okul gibi ihtiyaçlarını karşılaması için farz kıldığı hususlardan olup, bunların dışındaki ihtiyaçlar için alınmaz. Böylece mahkemeler, daireler ya da başka ihtiyaçlar için ayrıca işlem parası alınmaz.

Gümrük vergileri: Gümrük vergisi diğer vergilerden farklı olarak ancak diğer devletlerin bize yapmış olduğu muameleye karşılık olarak konulmuş bir vergi olup, devletin ihtiyaçlarını karşılamak için konmuş bir vergi değildir. Şeriat bu vergiye “mükus” (gümrük vergisi) ismini vermiştir. Gümrük vergisinin Müslüman ve zımmilerden alınmasını men etmiştir.

Allah’ın farz kıldığı hususlardan başka “vergi” ismi altında herhangi bir şeyin alınması kesinlikle caiz değildir. Zira tafsili şer’i delillerin delalet ettiği şer’i bir haktan başka Müslüman malından bir şeyin alınması caiz değildir. Yukarıda geçen konuların dışında Müslümanların hiçbirinden “vergi” adı altında bir şeyin alınabileceğine dair bir delil yoktur.

Gayri müslim olanlardan vergi alınamaz. Zira şeriatın farz kıldığı ihtiyaçların karşılanması ve giderilmesi Müslümanlara farz kılındı. Böylece vergi ancak Müslümanlardan alınır. Bu nedenle gayri müslimlerden cizye dışında herhangi bir şey alınmaz.

Harac ise, harac arazisi üzerinde olan Müslüman ya da olmayan herkesten alınır.

Müslümanlardan verginin alışın şekli: Vergi, şeriata göre ihtiyaçtan artan gelirden alınır. Şeriata göre ihtiyaç fazlası olarak kabul edilen miktar, temel ihtiyaçların ve örfe (içinde bulunduğu çevrenin yaşam seviyesine) göre lüks ihtiyaçların karşılanmasından sonra artan kısımdır. Kişinin nafakası, içinde yaşadığı çevrenin yaşam seviyesine göre iyi bir şekilde karşılanması ve doyurulması istenen bütün ihtiyaçlara yetecek kadar bir harcama demektir. Bu da bütün insanlar için belirli bir miktar olarak tespit edilemez. Ancak her insanın yaşam seviyesine göre tespit edilir.

Örneğin; bir kişiyle aynı konumda olan diğer bir kişi bir arabaya ve hizmetçiye ihtiyaç duyuyor ise ve aynı konumda olduğu bir kişinin araba ve hizmetçisi varsa bunlar onun için bir ihtiyaçtır. Buna göre bir kişi içinde bulunduğu şartlara göre bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelirden daha fazlasına sahip ise, bu fazla gelirden vergi alınır. Bu durumda olmayanlardan vergi alınmaz. Zira bu tür kişiler ihtiyaç sahibi olarak kabul edilir.

Vergi alınmasından amaç, zenginlik ve servet çoğalmasını önlemek değildir, çünkü İslâm hiçbir zaman zenginliği yasaklamaz. Vergi toplamak için devlet herhangi bir ekonomik itibar da gözetmez. Vergi alınırken, beytülmalde bulunan miktarın ihtiyaçları karşılama konusunda yeterliliği esas alınır. Yani vergi, devletin harcamaları için ihtiyaç duyduğu kadar alınır. Vergide tebaanın ihtiyaçları ve Müslümanların ödeme gücü gözetilir. Vergi ne çok ve ne de çok az olarak tespit edilir.

Bu tespit, mal miktarına bakılmaksızın Müslümanlara bir tek oran olarak tespit olunur ve vergi oranı tespit edilirken Müslümanlar arasında adalet gözetilir. İhtiyaç duyulan maldan vergi alınmaz. Ve sadece gelirden değil, ihtiyaç fazlası gelirden vergi alınır. Bu konuda sermayeye ve gelire bakılmadan kişinin sahip olduğu ihtiyaç fazlası tüm mallardan vergi alınır. Ziraat ve sanayi dallarında çalışmak için gerekli olan üretim araçları ve malzemeleri ile arazi ve tarlalar sermaye sayılmaz.