Yargı (kaza), bağlayıcı olmak üzere hükmü bildirmek demektir. Yargı ile insanlar arasındaki anlaşmazlıklar çözümlenir ya da toplum hakkına zarar verecek olan şey önlenir. İster yönetim yapısında yer alan bir yönetici olsun, ister memur olsun, ister Halife veya ondan daha aşağıda bulunan her hangi bir şahıs arasındaki anlaşmazlıklar olsun, yargı ile İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklar ortadan kaldırılır.
Yargının meşruiyetinin asıl delili, Kitap ve sünnettir. Kitaptan delil yüce Allah’ın şu ayetleridir: ُ وَأَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ “Ve aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet.” (Maide 49) إذا دعوا إلى الله ورسوله ليحكم بينهم “Aralarında hüküm vermek üzere, Allah’a ve Rasulü’ne davet olunduklarında…” (Nur 51)
Sünnetten deliline gelince: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bizatihi yargı işini üstlenmiş ve insanlar arasında hüküm vermiştir. Buna dair rivayetlerden birisi de Buhari’nin, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in hanımı Aişe (radiyallahu anhnha)’dan yaptığı şu rivayettir:
“Aişe der ki: Utbe b. Ebi Vakkas, kardeşi Sa’d b. Ebi Vakkas’a şunu söylemişti: Zem’a’nın cariyesinin oğlu benden doğmadır. Onu alıp, yanıma getir. Mekke’nin fethi yılı Sa’d, o çocuğu alıp getirdi ve şöyle dedi: Bu benim kardeşimin oğludur. Onun hakkında bana, böyle vasiyette bulunmuştu. Bunu üzerine Abd b. Zem’a kalkıp şöyle dedi: Hayır, bu benim kardeşimdir. Babamın cariyesinin oğludur. Babamın döşeği üzerinde doğmuştur. Bunun üzerine her ikisi de süratle Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e gittiler. Sa’d dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü! Bu, benim kardeşimin oğlu olup, kardeşim onun hakkında bana vasiyette bulunmuştu. Abd b. Zem’a da dedi ki: Bu benim kardeşimdir. Babamın cariyesinin oğludur. Babamın döşeğinde doğmuştur. Rasulullah: هُوَ لَكَ يَا عَبْدُ بْنَ زَمْعَةَ ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْوَلَدُ لِلْفِرَاشِ وَلِلْعَاهِرِ الْحَجَرُ “O senindir, ey Abd b. Zem’a.” Daha sonra Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Çocuk, doğduğu döşeğe aittir. Zina yapana da taş (recm cezası ya da mahrumiyet) vardır.” (Buhari 6646; Malik, 1224)
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) hâkimler tayin etmiştir. Ali’yi Yemen kadılığına tayin etmiş ve ne şekilde hüküm vereceğine dair onun dikkatini çekmek üzere vasiyette bulunarak şöyle demiştir:
إِذَا تَقَاضَى إِلَيْكَ رَجُلانِ فَلا تَقْضِ لِلأوَّلِ حَتَّى تَسْمَعَ كَلامَ الآخَرِ فَسَوْفَ تَدْرِي كَيْفَ تَقْضِي “Hasımlar senin huzuruna geldiklerinde, ötekinin de sözünü dinlemedikçe onlardan birisi lehine hüküm vermeyesin. (Ancak) o takdirde nasıl hüküm vereceğini bilebilirsin.” (Tirmizi 1252)
Ahmed b. Hanbel’in rivayetinde şu ifade yer almaktadır: إِذَا جَلَسَ إِلَيْكَ الْخَصْمَانِ فَلا تَكَلَّمْ حَتَّى تَسْمَعَ مِنَ الآخَرِ كَمَا سَمِعْتَ مِنَ الأوَّلِ “Birbirinden davalı iki kişi sana geldikleri zaman birincisini dinlediğin gibi diğerini de dinlemeden bir şey söyleme.” (Ahmed b. Hanbel 707)
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Muaz b. Cebel’i Cened’e kadı olarak tayin etmişti. Bu tayin, yargının meşruiyetinin delilidir. Yargının meşruiyetinin bir diğer delili de Aişe’den rivayet edilen yukarıdaki hadistir. Bu rivayette, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Sa’d ile Abd b. Zem’a’nın, Zem’a’nın cariyesinin oğlu hususunda anlaşmazlığa düşerek onların her birisinin çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etmesi üzerine, ne şekilde hüküm verdiğini açıkça görmekteyiz. Allah’ın Rasulü, onlara şer’i hükmü belirterek Zem’a’nın cariyesinin oğlunun Zem’a’nın oğlu Abd’in kardeşi olduğunu, ayrıca çocuğun döşeğe ait olduğunu bir kaide olarak ifade buyurdu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in verdiği bu hüküm, şer’i hükmü bildirmektedir. Ayrıca bu hükmü kabul etmek için onları mecbur etmiş ve Abd b. Zem’a da çocuğu almıştır. İşte yargıyı tarif eden delil budur. Bu tarif bir vakıanın nitelendirilmesidir. Fakat bu vakıa şer’i bir tarif olduğundan, şer’i tarif de şer’i hüküm sayıldığından dolayı bu hükmün kendisinden çıkartıldığı bir delilin bulunması kaçınılmazdır. İşte bu hadis yargıyı tarif eden delildir.
Bazıları yargıyı; insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlamaktır şeklinde tarif etmektedir. Ancak böyle bir tanım bir bakıma yetersizdir. Diğer bir açıdan ise bu, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizin fiil ve sözünde varid olduğu şekilde yargı vakıasını nitelendirmemektedir. Bu, ancak, yargıdan ortaya çıkması mümkün olan veya olmayan bir sonucu ortaya koymaktadır. Hâkim, bir mesele hakkında hüküm vermekle birlikte, yargıya müracaat eden iki kişi arasındaki husumeti sona erdirebileceği gibi erdirmeyebilir de. Bunda dolayı “kaza” (yargı) için en derli toplu tarif, konunun başında geçen hadisten istinbat edilen tariftir.
Diğer taraftan böyle bir tanım, Aişe yoluyla gelen hadiste de belirtildiği üzere insanlar arasındaki yargıyı da kapsamına almaktadır. Yine bu tarif, “hisbe”yi de kapsamına almaktadır. Hisbe ise: “Toplum hukukuna zarar veren hususlarda, bağlayıcı olmak üzere şer’i hükmü haber vermektir.” Bu da bir yığın buğdayın satımıyla ilgili hadisi şerifte varid olan bir kurumdur. Müslim’in sahihinde, Ebu Hureyre’den rivayet edilen şu hadis yer almaktadır: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), bir buğday yığınının yanından geçerken elini, o yığının ortasına daldırmış parmağına nemli bir bölüm isabet edince şöyle buyurmuştur: مَا هَذَا يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ قَالَ أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ أَفَلا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي “Ey buğdayın sahibi, bu da ne oluyor?” Adam: “Ey Allah’ın Rasulü, ona yağmur isabet etti” deyince; şöyle buyurdu: “Herkesin onu görmesi için neden buğdayın üst tarafına koymadın? (Bizi) aldatan, benden değildir.” (Müslim 147)
Yargı, mezalim davalarına bakmayı da kapsar. Çünkü bu davalara bakmak da yargının kapsamı içerisindedir. Yönetimin bir parçası değildir. Zira “mezalim”, yönetici aleyhine bir şikayettir. Mezalim: İnsanlar ile; Halife yardımcılarından biri, valileri veya memurları arasında meydana gelen anlaşmazlıklar hususunda, yada gereğince insanlar arasında hüküm verilecek ve yönetilecek şer’i bir nassın manasında görülen ihtilaf hususunda bağlayıcı olmak üzere şer’i bir hükmü haber vermektir.
Mezalim, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in fiyatlandırmaya dair hadisi şerifinde varid olmuştur. Çünkü Allah’ın Rasulü (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ “Herhangi bir kimsenin, kan ya da mal hususunda kendisine yapmış olduğum bir zulüm ve bir haksızlığın karşılığını benden istemeksizin aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna çıkmayı ümit ederim.” (Ahmed b. Hanbel 12131; Enes b. Malik yoluyla rivayet etmiştir.)
Yine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in “Her kimin bir malını aldımsa işte malım, ondan alıversin, her kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin ona kısas uygulasın.” Bu hadis; yöneticinin, valinin yahut da memurun yaptığı bir işin zulüm olduğunu iddia edilen hususların mezalim hâkimine götürüleceğini ifade etmektedir. Mezalim hâkimi de bağlayıcı olmak üzere şer’i hükmün ne olduğunu bildirir. Buna göre yargının bu tarifi, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadis ve uygulamalarında varid olan üç yargı türünü de kapsamaktadır. Söz konusu bu türler ise; insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek, toplum hakkına zarar veren şeyleri önlemek ile yöneticiler ve memurlar ile yönetilenler arasındaki anlaşmazlığı kaldırmaktır.
Kadıların (Hâkimlerin) Çeşitleri
Üç türlü hâkim vardır. Bunlar:
1- Hâkim: sadece insanlar arasında muamelat ve ukubata dair anlaşmazlıkları hükme bağlayıp, sonuçlandırmakla görevli olan kimse.
2- Muhtesib: Toplum hakkına zarar veren aykırı davranışlar ile ilgili olarak hüküm vermekle görevli olan kimse.
3- Mezalim hâkimi: İnsanlar ile devlet arasında görülen anlaşmazlıkları kaldırmakla görevli olan kimse.
İşte yargı çeşitleri bunlardır. Anlaşmazlıklara dair insanlar arasında ayırıcı hükmü vermek şeklindeki yargının delili Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın Fiili uygulamaları ve Muaz b. Cebel’in, Yemen’in bir bölgesine tayin etmesidir.
Muhtesib diye de adlandırılan ve toplum hukukuna zarar veren aykırı davranışlar hakkında hüküm vermek şeklindeki yargının delili ise; Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in fiili ve sözü ile sabittir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem): لَيْسَ مِنَّا مَنْ غَشَّنَا “Bizi aldatan, bizden değildir.” (Ebu Davud 2995; İbni Mace, 2215; Ahmed b. Hanbel, 6991; Ebu Hureyre’den rivayetle) buyurmuştur.
Ayrıca Allah’ın Rasulü, aldatan kimselerle karşılaştığı zaman onlara karşı çıkar ve azarlardı. Kinanli Kays b. Ebi Garze’nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Bizler, Medine pazarlarında alış, veriş yapar ve kendimize simsarlar diye ad verdik. Bir gün Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), yanımıza çıkageldi ve bize, kendi verdiğimiz addan daha güzel bir isim vererek şöyle buyurdu: يَا مَعْشَرَ التُّجَّارِ إِنَّ هَذَا الْبَيْعَ يَحْضُرُهُ اللَّغْوُ وَالْحَلِفُ فَشُوبُوهُ بِالصَّدَقَةِ “Ey tacirler topluluğu! Alış-verişte boş sözler de, yeminler de söz konusu olmaktadır. Bu bakımdan sizler, bunları sadaka ile gideriniz.” (Ahmed b. Hanbel 15550, 15554, 17737)
Yine rivayet edildiğine göre: “Bera b. Âzib ile Zeyd b. Erkam, ortak idiler. Bunlar bir kısmı peşin, bir kısmı da veresiye olmak üzere bir miktar gümüş satın aldılar. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) durumdan haber olunca, onlara şu emri verdi: أَنَّ مَا كَانَ بِنَقْدٍ فَأَجِيزُوهُ وَمَا كَانَ بِنَسِيئَةٍ فَرُدُّوهُ “Peşin olarak satın aldığınızı geçerli bir alış veriş kılınız, vadeli aldığınız miktarı da geri veriniz.” (Ahmed b. Hanbel 1852)
İşte bütün bunlar hisbe türü yargılardandır. Toplum hakkına zarar veren bu gibi davaların hükme bağlanması şeklindeki yargıya “hisbe” adının verilmesi İslâm devletinde belli bir iş hakkında kullanılan bir ıstılahtır. Hisbe; tüccarların, meslek sahiplerinin, ticaretlerinde, işlerinde üretimlerinde sahtekarlık yapmalarını, ölçüde, tartıda ve diğer hususlarda toplum hukukuna zarar vermelerini engellemek üzere kontrol altında tutulmalarıdır.
Bizatihi böyle bir iş, Rasulullah’ın açıkladığı, emrettiği ve hakkında hüküm vermeyi üstlendiği bir iştir. Nitekim el-Bera b. Âzib yoluyla gelen hadisi şerifte durum gayet açıktır. Zira bu hadiste, her iki tarafın da vadeli alış-verişini yasaklandığı görülmektedir. Bu nedenle hisbe’nin delili sünnettir. Ancak Allah’ın Rasulü hisbe için belirli bir kadı tayin etmemişti. Aynı şekilde ondan sonra gelen raşid Halifeler de hisbe için muayyen bir hâkim tayin etmemişlerdi. Ancak, Ömer b. el-Hattab kavminden Şifa hatun diye bilinen Ensar’dan Süleyman b. Hatme’nin annesini pazar kadısı yani “hisbe kadısı” olarak tayin etmişti. Tıpkı Allah’ın Rasulünün yaptığı gibi bizzat kendisi de Hisbe hâkimliği yapıyordu. Ancak Ömer (radiyallahu anh) çarşıları-pazarları dolaşır dururdu. Harun er-Reşid dönemine kadar Halife’nin bizzat kendisi hisbe görevini ifa etmeye devam etti. Çarşı pazarları dolaşan, ölçü ve tartı aletlerinin hileden uzak olup-olmadığını kontrol eden, tüccarların davranış ve muamelelerine nezaret eden mühtesibi ilk görevlendiren Harun er-Reşid’tir. Daha sonra el-Mehdi başa gelince, hisbe için özel bir idare kurdu ve böylelikle “hisbe”, yargı organlarından birisi haline geldi.
Mezalim hâkimi adı verilen yargı türünün delili yüce Allah’ın şu ayetleridir: فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول “Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulü’ne döndürünüz.” (Nisa 59) Yüce Allah’ın bu emri: يا أيها الذين آمنوا أطيعوا الله وأطيعوا الرسول وأولي الأمر منكم “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz, Rasul’e de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de.“ (Nisa 59) ayetinden sonra gelmektedir. Buna göre yönetilenler ile yöneticiler arasındaki anlaşmazlığın Allah’a ve Rasulü’ne, yani Allah’ın hükmüne döndürülmesi icap eder. Bu ise, böyle bir anlaşmazlık hakkında hüküm verecek bir hâkimin olmasını gerektirmektedir ki bu da mezalim hâkimidir. Çünkü yargının tarifi, insanlarla Halife arasındaki anlaşmazlıklara bakan “Mezalim Kadısını” da kapsamaktadır. Mezalim Kadısının delili, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözleri ve fiilleridir. Ancak Allah’ın Rasulü devletin her tarafında yalnızca mezalim davalarına bakacak özel kadılar tayin etmemiştir. Ondan sonraki Raşit Halifeler de böyle bir yol izlemiştir. Nitekim Ali b. Ebu Talib (radiyallahu anh)’in davranışlarında olduğu gibi Raşit Halifeler, mezalim davalarına bakma görevini bizzat kendileri üstleniyorlardı. Ali (radiyallahu anh) bu iş için özel bir vakit tayin etmediği gibi bunun için belli bir üslubu da yoktu. Mezalimi ilgilendiren herhangi bir haksızlık meydana geldi mi, hemen davaya bakılırdı. Ve bu da Halifeliğin işleri arasında yer alırdı.
Durum bu şekliyle Abdulmelik b. Mervan dönemine kadar devam etti. Bu gibi haksızlıkların hükmünü tesbit etmek üzere özel bir vakit ve belli bir üslûp tayin eden ilk Halife odur. Abdülmelik b. Mervan, mezalim için belli bir gün tayin ediyor ve bu konuda gelen şikayetleri tetkik ediyordu. Bunlardan herhangi birisi içerisinden çıkamayacak olursa, hüküm vermek üzere bu davayı hâkimine havale ediyordu.
Daha sonra Halife, insanların bu tür davalarına bakacak vekiller tayin etmeye başladı. Böylelikle mezalim, özel bir organ haline geldi. Buna da “Dar’ül-Adl” adı veriliyordu. Bu gibi davalar için belli bir hâkim tayin etmek açısından bu uygulama caizdir. Çünkü, Halife’nin sahip bulunduğu yetkiler, bunları yerine getirmek üzere kendisinin yerine görev yapacak bir vekil tayin etmesini, böyle bir iş için belli bir vakit ve belli bir üslup tayin etmesini de caiz kılmaktadır. Çünkü bu gibi işler mübah işler kapsamı dahilinde yer alır.
Hâkimlerde Aranan Şartlar
Hâkimlik görevini üstlenecek kimsede; Müslüman, hür, akıllı, buluğa ermiş, adil ve hükümleri ilgili olaya uygulayabilecek yeterlilikte fakih olması şartları aranır. Mezalim hâkimi için ise tıpkı “Baş Kadı” gibi bu şartlara ek olarak, erkek olmak ve müctehid olma şartı aranır. Çünkü böyle bir kimsenin işi, hem bir yargıyı hem de yönetimi ilgilendirmektedir. Mezalim kadısı, yönetici hakkında hükmetmekte ve ona karşı şeriatı uygulamaktadır. Hâkimin fakih olmasını gerektiren diğer şartlarına ek olarak mezalim hâkiminin erkek ve müctehid olması da şarttır. Çünkü mezalim hâkiminin ele alacağı davalar arasında yöneticinin Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmiş olması meselesi de olabilecektir. Mesela yönetici, herhangi bir şekilde şer’i delili bulunmayan bir hükümle hükmetmiş olabilir. Veya delil diye gösterdiği şey, söz konusu olaya uygun olmayabilir. Böyle bir haksızlığa dair hüküm ise, ancak müctehid bir kimse tarafından verilebilir. Eğer bu kişi müctehid değilse, o taktirde bilgisizce hüküm veren bir hâkim olur ki, bu da haramdır ve caiz olmaz. İşte bundan dolayı mezalim hâkimlerinde yöneticide ve hâkimde aranan şartlara ek olarak müctehid olması şartı da aranır.
Hâkimlerin Tayini
Hâkimin, muhtesibin ve mezalim kadısının bütün meselelerde ve ülkenin genelinde hüküm vermek üzere genel bir şekilde görevlendirilmesi caiz olduğu gibi, belli bir yere ve belli yargı türleri ile özel olarak görevlendirilmesi de caizdir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Ali b. Ebu Talib’i Yemen’in tümüne, Muaz b. Cebel’i, Yemen’in bir bölgesine, Amr b. el-As’ı da belli bir konudaki yargı meselesinde kadı olarak tayin etmiştir.
Mahkemelerin Teşkili
Mahkemenin, yargı hususunda kesin sözü söyleme yetkisine sahip tek hâkimden fazla hâkimden oluşması caiz değildir. Ancak bu tek hâkimle birlikte bir başka hâkimin veya daha fazla hâkimin olması caizdir. Fakat diğer hâkimlerin hüküm verme yetkileri olmaz. Onların danışma, görüş belirtme yetkileri olmakla birlikte, ileri sürecekleri görüş asıl hâkim için bağlayıcı değildir.
Çünkü Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem), tek mesele konusunda hüküm vermek üzere iki tane hâkim tayin etmemiştir. Tek mesele için yalnızca bir hâkim tayin etmiştir. Aynı şekilde hüküm vermek, bağlayıcı olmak üzere şer’i hükmü bildirmektir. Şer’i hüküm ise Müslüman hakkında birden fazla olamaz. Çünkü şer’i hüküm, Allah’ın hükmüdür. Allah’ın hükmü ise bir tanedir. Bir hükmün birden çok şekilde anlaşılabileceği doğrudur. Fakat belirtilen hüküm gereğince amel etmek açısından Müslüman hakkındaki hüküm tektir. Mutlak olarak birden fazla olamaz. Bizzat o hâkimin anladığı ne ise, o kimse hakkında Allah’ın hükmü odur. Onun dışındaki hükümler, o kişi hakkında Allah’ın hükmünü temsil etmez. Onun nazarında bunlar şer’i bir hüküm olarak itibar edilse dahi bu böyledir.
Kişinin taklit edip bu taklidi gereğince amel ettiği hüküm, o kimse hakkında Allah’ın hükmüdür. Onun dışında kalan hükümler ise, o kişi hakkında Allah’ın hükmünü ifade etmezler. Hâkim de bağlayıcı olmak üzere mesele hakkında Allah’ın hükmünü bildirdi mi, bu bildirimin tek olması icab eder. Çünkü bu bildirim, bağlayıcı olmak üzere Allah’ın hükmünü bildirmektir. Gerçekte o, Allah’ın hükmüyle amel etmektir. Anlaşılması birden çok olsa dahi gereğince amel edilmesi durumunda Allah’ın hükmü birden fazla olamaz. İşte bundan dolayı, hâkimin birden çok olması sahih değildir. Zira, Allah’ın hükmünün birden çok olmasına imkan yoktur. Tek bir mesele, yani tek bir mahkeme açısından durum böyledir.
Ancak tek bir beldedeki tüm yargı konularında, aynı yerde birbirinde ayrı iki mahkemenin bulunması ise caizdir. Çünkü yargı, Halife tarafından verilen bir vekalettir. Bu, birden çok vekil tayin etmenin caiz olduğu vekalete benzer. Bu nedenle aynı yerde birden çok mahkemenin bulunması caizdir.
Aynı yerde bulunan iki hâkimden birisini tercih etme hususunda, dava sahipleri arasında anlaşmazlık olduğu taktirde; davalının tercihi ağırlık kazanır. Böyle bir durumda onun istediği hâkim meseleye bakar. Çünkü hakkını talep eden odur. Onun isteği, kendisinden hak talep edilenin isteğinden daha ağır basar.
Hâkimin yargı meclisi dışında bir yerde hüküm vermesi caiz olmadığı gibi, “beyyine” (delil) ve “yemin” de, yargı meclisi dışındaki bir yerde muteber değildir.
Bunun böyle olması, Abdullah B. Zübeyir’den gelen şu rivayettir: Abdullah der ki: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), birbirinden davacı iki kişinin hâkimin önünde oturmalarına hükmetti.” (Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel)
İşte bu hadis, yargılamanın yapılacağı konumu açıklamaktadır. Bu ise bizatihi meşru bir konumdur, Yani yargılamanın husule geleceği belli bir konumun varlığı kaçınılmazdır. Bu konum ise dava sahiplerinin hâkimin önünde oturmaları şeklindedir. İşte yargı meclisi denilen şey de budur. Yargının sahih olması için bu bir şarttır. Yani yargının, yargı olabilmesi için; yargılamanın yapılacağı belli bir meclisin bulunması kaçınılmazdır. Bu da dava taraflarının hâkimin önünde oturmaları şeklindedir. Bunu ayrıca Ali (radiyallahu anh)’ye dair şu hadis-i şerif de desteklemektedir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: إِذَا جَلَسَ إِلَيْكَ الْخَصْمَانِ فَلا تَكَلَّمْ حَتَّى تَسْمَعَ مِنَ الآخَرِ كَمَا سَمِعْتَ مِنَ الأوَّلِ “Ey Ali, dava tarafları senin önünde oturacak olurlarsa; birincisini nasıl dinledinse, diğerini de dinlemedikçe aralarında hüküm verme.” (Ahmed b. Hanbel 707) Aynı şekilde: “Dava sahipleri önünde oturduklarında” sözü de özel bir meclisi açıklamaktadır. O halde yargı meclisi yargının sıhhati için bir şarttır. Yeminin muteber olması için de bir şarttır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: أَنَّ الْيَمِينَ عَلَى الْمُدَّعَى عَلَيْهِ “Fakat yemin, müdda’a aleyhe (davalıya) aittir.” (Buhari 2231, 4187; Müslim, 3228, 3229; Tirmizi, 1262; Nesei, 5330; İbni Mace, 2312; Ahmed b. Hanbel, 3020, 3122, 3252)
Davalı aleyhine böyle bir sıfat ancak yargı meclisinde söz konusu olur. Aynı şekilde beyyinenin de, yargı meclisi dışında herhangi bir kıymeti yoktur. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem):“Beyyine (delil getirme) dava edene aittir. İnkar edenin ise yemin etmesi gerekir.” (Beyhaki)
Böyle bir niteliğe sahip olmak da ancak yargı meclisinde mümkün olur.
İntikal eden meselelerin türlerine göre mahkemelerin derecelendirilmesi de caizdir. Bazı hâkimlerin, belli bir sınıra kadar muayyen bir takım meseleler hakkında hüküm vermeleri suretiyle, özel alanların belirlenmesi diğer davaların ise başka mahkemelere bırakılması caizdir.
Bunun böyle oluş sebebi, aralarından herhangi bir fark olmaksızın yargının esas itibariyle Halife tarafından verilen vekaletle görülmesidir. Zira bu da vekalet cinsindendir. Vekaletin genel olması caiz olduğu gibi özel olması da caizdir. Bundan dolayı bir hâkimin muayyen bir takım meselelere bakmak üzere görevlendirilmesi ve başka davalara bakmaktan men edilmesi caizdir. Tayin edilen meselelerin dışındakilere ise bir başkasının tayin edilmesi caizdir. Aynı yerde olsa dahi diğer davalara bakmak üzere başka hâkimlerin tayin edilmesi de caizdir.
İşte buradan hareketle mahkemelerin derecelendirilmesi caizdir. Nitekim bu, ilk dönemlerde bile Müslümanlar arasında görülen ve bilinen bir şeydi. el-Maverdi, “el-Ahkamu’s Sultaniye” adlı eserinde şunları söylemektedir: “Ebu Abdullah ez Zübeyri der ki; Basra’daki emirler, bir süreden beri Ulu Camiye birsini hâkim olarak tayin eder ve buna mescid kadısı adını verirlerdi. Bu kadı, iki yüz dirhem ile yirmi dinar ve daha aşağı mali meseleler hakkında hüküm verebilir, nafakaları tayin edebilirdi. Bulunduğu yerden başka bir yere gidemez ve onun için belirlenen bu miktardan fazlasına ait davalara bakamazdı.”
Amr b. el-As’a verdiği vekalette olduğu üzere Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem), yargı hususunda tek bir mesele hakkında kendisine vekil tayin etmiştir. Valiliklerden herhangi birinde, bütün meseleler hakkında hüküm vermek üzere de kendisine vekaleten hâkim tayin etmiştir. Nitekim Ali b. Ebu Talib’i, Yemen kadısı olarak tayin etmesi böyledir. İşte bu hususlar hâkimlik alanının belli bir alanla sınırlandırılmasının da, genelleştirilmesinin de caiz olduğunu göstermektedir.
İstinaf mahkemeleri de, temyiz mahkemeleri de yoktur. Bir meseledeki yargı kesinlik bakımından tek derecelidir. Hâkim; hükmü sözlü olarak ifade etti mi, artık onun verdiği hüküm geçerlidir. Allah’ın Kitabından. Rasul’ün sünnetinden veya sahabenin icmasından kesin bir delile muhalif olmadıkça bir başka hâkim hükmü kesinlikle verilen hükmü bozamaz.
Hâkimin verdiği hüküm, kendisi tarafından da bir başka hâkim tarafından da bozulamaz. Zira Kitaptan ve sünnetten zanni bir delilden alınmıştır. Zanni bir delilden alınmak suretiyle bir hâkimin verdiği hükmün bozulamayacağının delili bu husustaki sahabenin icmasıdır. Ebu Bekir (radiyallahu anh) ictihadı ile birtakım meseleler hakkında hüküm vermiş, Ömer (radiyallahu anh) ona muhalefet etmiş, fakat onun verdiği hükümleri bozmamıştır.. Aynı şekilde Ali’de, ictihadında Ömer’e muhalefet ettiği halde onun hükümlerini bozmamıştır. Ali, hem Ebu Bekir’e hem de Ömer’e muhalefet etmekle birlikte; her ikisinin verdiği hükümleri de bozmuş değildir.
Necran halkı, Ali’ye gelerek şöyle dediler: “Ey müminlerin emiri; kitabın elinde, şefaatın dilindedir.” Bunun üzerine Ali (radiyallahu anh): “Yazıklar olsun size, Ömer, işi dosdoğru olan bir kimse idi. Ben, Ömer’in verdiği hükmü asla geri çevirmem.”
Yine rivayet olunduğuna göre Ömer, “el-Müşerreke” diye bilinen miras meselesinde; anne-baba bir erkek kardeşleri mirastan düşürmüş, daha sonra bunları diğer kardeşlerin hisselerine ortak ederek şöyle demiştir: Daha önceki mesele hükmettiğimiz gibidir. Şimdi de bu, bizim hükmettiğimiz gibidir. Böyle diyerek, birbirleriyle çelişkili oldukları halde her iki hükmü de infaz etmiştir. (Müşerreke meselesi, himariye meselesi olarak da bilinir. Ve şu şekildedir: Ölen; Geriye kocasını, annesini, anne bir erkek kardeşleriyle, anne-baba bir erkek kardeşleri bırakır. Bu durumda koca; mirasın yarısını, anne; altı da birini alır. Anne bir erkek kardeşler asabedirler. Ancak bütün farz hisler, malın tamamını kuşattığından dolayı onlara bir şey kalmaz.)
Yine Ömer (radiyallahu anh), dede hakkında değişik hükümler verdiği halde, önceki verdiği hükümleri reddetmemiştir.
Bu meseleye müşerreke meselesi denmesinin sebebi bazı ilim adamlarını nbu durumda, anne bababir kardeşler ile, anne bir kardeşleri anne bir kardeşin hissesinde ortak ederek, bu hisseyi aralarında eşit olarak paylaştırmıştır.
Bu meseleye aynı zamanda El-Himariye de denir. Çünkü rivayete edildiğine göre; Ömer b. Hattab, önce Anne-baba bir çocukların miras payını düşürmüş. Onlardan birisi şöyle demiş: “Ey müminlerin emiri, farzet ki babamız eşekti, annemiz bir değil mi?” Bunun üzerine Ömer onları aynı hissede ortak yaptı.” (El Muğin 7, 21-22) Rivayet olunduğuna göre Şüreyh, birisi anne bir kardeş olan, iki amca oğlu hakkında malın tümünün kardeşe ait olduğuna dair hüküm vermesi üzerine hüküm Ali (radiyallahu anh’a) götürülmüş, o da şöyle demiştir:
“Bana o adamı getiriniz.”
Şüreyhi getirmeleri üzerine, Ali (radiyallahu anh) sorar:
“Sen bunu Allah’ın kitabının neresinde buldun?”
O şu cevabı verdi:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: وأولو الأرحام بعضهم أولى ببعض في كتاب الله “Akrabalar, Allah’ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar.” (Enfal 75) Bu sefer Ali (radiyallahu anh) ona: وإن كان رجل يورث كلالة أو امرأة وله أخ أو أخت فلكل واحد منهما السدس “Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu veya babası bulunmayan bir erkek olur veya kız kardeşi bulunursa; bunlardan her birinin payı altı da birdir.” (Nisa 12) ayetini okuduktan sonra Şüreyh’in verdiği hükmü bozdu.
Ancak, İbni Kudame’nin el-Muğni isimli eserinde de geçtiği üzere Ali’nin Şüreyh’in verdiği hükmü bozduğu sabit değildir. Ancak, sahabelerin bir takım meselelerde kendi ictihadları ile hükmettikleri, bu hükümlerde Ebu Bekir (radiyallahu anh), Ömer (radiyallahu anh), hatta Ali (radiyallahu anh)’ın görüşlerine muhalif olmalarına rağmen onlardan birisinin diğerinin hükmünü bozmadığı sabittir. Ömer’in, aynı mesele hakkında birbirinden farklı ve ayrı hükümler verdiği ve bütün hükümleri geçerli kıldığı da sabittir. Birbirleriyle çelişmelerine rağmen ikinci hükümle birinci hükmünü reddetmemiştir. Bu hususta onun şöyle dediği sabittir: “O, o zaman verdiğimiz hükme göredir. Bu da şimdi verdiğimiz hükme göredir.”
Bu olaylar, hâkimlerin verdikleri hükümlerin bozulamayacağına delalet etmektedir. İbn Kudame, “el-Muğni”de der ki: “Kadı’nın ictihadında herhangi bir nassa veya icmaya muhalefet etmeksizin değişiklik olursa, veya kendisinden öncekilerinin ictihadına muhalefet ederse; mahalefeti dolayısıyla eski hükmü bozamaz. Çünkü ashabı kiram (Allah hepsinde razı olsun), bu hususta icma etmişlerdir.”
Hâkimin birden fazla olmasının caiz olmayışının delili de, hâkimin verdiği hükmün nakzedilmesinin caiz olmayacağına delildir. Zira, Allah’ın hükmü birdir ve birden çok olamaz. Bir mesele hakkında Allah’ın hükmü gereğince amel edildiği taktirde hüküm yürürlüğe girmiş olduğu için onun nakzedilmesi sahih değildir. Hâkim, bir mesele hakkında hüküm verdi mi, Allah’ın hükmünü uygulama alanına koymuş olur. Dolayısıyla onun yerine getirilmesi bir farz olur. Bundan dolayı, hâkimin hükmü mutlak olarak bozulamaz. Çünkü o hükmün bozulması, Allah’ın hükmünün bozulması anlamına gelir. Bu da caiz değildir. Buna göre hüküm veren hâkimin bizzat kendisinin dahi, kendi hükmünü bozması caiz değildir. Çünkü, Allah’ın hükmü birden çok olamaz. Böyle bir hükmün bozulması, Allah’ın hükmünün bozulmasının dışında Allah’ın hükmünün birden fazla olması anlamına gelir ki, bu da mümkün (caiz) değildir.
Ömer b. el-Hattab (radiyallahu anh’ın), Ebu Musa’ya gönderdiği mektubunda şu ifadeleri kullandığına dair rivayete gelince: “Dün vermiş olduğun bir hükmü, daha sonra gözden geçirecek olup da o hususta doğruya iletilecek olursan sakın bu seni hakka dönmekten alıkoymasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek ise batılda ayak diremekten hayırlıdır.” Bu mektubun sahih olduğunu kabul etsek dahi, nihayet bu Ömer’in sözüdür ve şer’i delil olamaz.
Ashabı kiramın buna ses çıkarmadıkları, dolayısıyla bunun bir icma olduğu da söylenemez. Çünkü susmanın icma olarak sayılabilmesi için, tüm insanların kabul edecekleri bir hükme sahabenin muttali olmaları ve şer’an karşı çıkılıp reddolunması gereken -ta ki bir münkere karşı susmuş olmasınlar- türünden şöhret bulmuş bir olay olması gerekir. Böyle bir mektup ise; muayyen bir hâkime gönderilmiş bir mektuptur, umumi değildir. Bu mektup daha sonraları şöhret bulmuş olsa dahi, ashabı kiram nezdinde şöhret bulmuş genel bir hadise değildir. Üstelik bu adeten karşı çıkılıp, reddolunması gereken bir husus da değildir. Çünkü o mektubun muhtevasında bulunan şeyler, şeriatın kabul etmediği şeyler de değildir. Ayrıca mektupta yazılı olanlardan maksat şudur: Dün vermiş olduğun bir hükmün hatalı olduğunu daha sonra anlayacak olursan bir diğer olayda verdiğin bu hükümde ısrar etmeden doğruluğuna kanaat getirdiğin hükme göre hareket edersin. Yoksa mektupta geçen ifade daha önce verdiğin hükmü bozarsın anlamına gelmemektedir. Bu nedenle mektupta: “Seni hakka dönmekten…” ifadesi kullanılırken “verdiğin hükümden dönersin” ifadesi kullanılmamıştır. Hakka dönmek ise, hatalı olan görüşü terk edip doğruya dönmektir. Bunda ise hükmün bozulmasının caiz olduğuna dair bir delil yoktur. İşte bundan dolayı İslâm’da “daha önceki yargılar ve ictihadlar” adı ile anılan bir şey yoktur. Yani bir mesele hakkında önce şu hüküm verilmiştir diyerek aynı hükmü tekrarlamak söz konusu değildir. Aksine herhangi bir mesele hakkında muayyen bir hüküm verilecek olursa, bu hükmü izlemek hiçbir kimse için bağlayıcı değildir. Benzeri bir meselede o hükümden başkası ile bizzat o hükmü vermiş olan hâkim tarafından veya başkası tarafından farklı hüküm vermek caizdir. Aynı mesele hakkında ise Allah’ın hükmü geçerli olmuş, yürürlüğe girmiştir. Artık, hâkimin bu hükümlerinden geri dönmesi ve onu değiştirmesi helal olmaz. İşte bundan dolayı İslâm’da istinaf ve temyiz mahkemeleri diye bir şey yoktur. Aksine yargı, kesinlik ifade etmesi bakımından tek derecelidir, birden fazla derecesi yoktur. Bu husustaki şer’i kaide ise şudur: “İctihad benzeri bir ictihadla bozulmaz.” Yani herhangi bir müctehid, bir müctehide karşı delil değildir. Bu nedenle başka mahkemelerin verdikleri hükümleri bozacak mahkemelerin varlığı doğru olamaz.
Ancak hâkim, İslâm şeriatıyla hükmetmeyi terk ederek küfür ahkamından bir hüküm ile hükmedecek olursa veya Kitaptan, sünnetten ve sahabenin icmasından kesin bir nass ile çelişen bir hüküm verecek olursa veya kasten adam öldüren bir kimseye kısas hükmünü uygulamak gibi vakıadaki gerçek durumun tersine bir hüküm vermesinden sonra katilin gerçek durumu açığa çıkması gibi durumlarda hâkimin verdiği hüküm bozulur. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ “Kim bizim bu işimizde (dinimizde) olmayan bir şeyi uyduracak olursa bu, merduttur.” (Müslim 3242; İbni Mace, 14; Ahmed b. Hanbel, 25124)
Cabir b. Abdullah’tan gelen rivayet ise şöyledir: “Bir adam bir kadın ile zina etti ve Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in emri ile adam sopa cezası uygulandı. Daha sonra adamın evli olduğu anlaşılınca onun recmedilmesini emretti ve adam recmedildi.” Malik b. Enes’den: “Osman’a (Allah ondan razı olsun) altı aylıkken doğum yapmış olan bir kadın getirildi ve onun recmedilmesini emretti. Bunun üzerine Ali (radiyallahu anh): Onun recmedilmesi gerekmez dedi. Çünkü yüce Allah’u Teala ayetlerde şöyle buyurmaktadır: وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلاثُونَ شَهْرًا “(Onun) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” (Ahkaf 15) وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ “Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.” (Bakara 233) Hamilelik altı ay olursa recmedilmesi gerekmez. Bunun üzerine Osman (radiyallahu anh) kadının recm edilmemesini emretti ise de kadın çoktan recm edilmişti.”
Abdurrezzak İmam-ı Sevri’den şunu haber vermektedir: “Kâdı, Allah’ın Kitabına, Rasulullah’ın sünnetine veya üzerinde icma edilen herhangi bir şeye muhalif bir hüküm verdiği zaman verdiği hükümden geri döner.”
Böyle bir hükmü bozma yetkisine sahip olan kişi mezalim kâdısıdır.
Muhtesib
Muhtesib; herhangi bir davacının bulunmadığı, hadler ve cinayetler kapsamına girmeyen kamu hakları ile ilgili bütün meselelere bakan hâkimdir.
Hisbe hâkiminin tarifi budur. Bu, buğday yığını ile ilgili hadisi şeriften alınmış bir tariftir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), bir buğday yığınının alt tarafında nemli buğdayı görünce insanlar bunu görsün diye buğdayın üst tarafına konmasını emretti. İşte bu bütün insanlara ait umumi bir haktır. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu hakkı incelemiş aldatmanın ortadan kaldırılması için bu buğdayın, yığının üst tarafına konulması hükmünü vermiştir. Bu olay, benzeri bütün hakları kapsamına alır. Fakat hadleri ve cinayetleri kapsamaz. Çünkü bunlar bu kabilden değildir. Çünkü bunlar asıl itibariyle insanlar arasındaki anlaşmazlıklardandır.
Muhtesibin Yetkileri
Muhtesib, yargı meclisine gerek duymaksızın mesele hakkında bilgi sahibi olmanın akabinde hukuka muhalif mesele hakkında hüküm verme imkanına sahiptir. Onun eli altında verdiği emirleri uygulamak için, belli sayıda polis ve güvenlik görevlisi bulundurulur ve verdiği hüküm derhal uygulanır.
Muhtesibin davaya bakması için yargı meclisine ihtiyacı yoktur. Aksine hukuka aykırı davranışın meydana geldiğini kesin olarak bilir bilmez hemen haksız davranışta bulunan kişi hakkında hükmünü verir. Hangi zaman ve mekanda olursa olsun, hüküm vermek hakkına sahiptir. Çarşıda, evde, bineğinin sırtında, arabada, gece veya gündüz hüküm verebilir. Çünkü hukuki bir meseleye bakmak için yargı meclisinin bulunmasını gerektiren delil muhtesib hakkında uygulanmamaktadır. Zira yargıda, meclisin şart koşulduğu hadisi şerifte şöyle denilmektedir: “İki hasım, hâkimin önünde otururlar.” Ve yine hadiste: “İki hasım, senin önüne gelip oturduklarında” ifadesi vardır. Hisbe hâkimi hakkında ise böyle bir şeyin varlığından söz edilmez. Çünkü hisbe hâkiminin karşısında davacı ve davalı bulunmamaktadır. Aksine, kendisine tecavüzde bulunulmuş bir kamu hakkı veya şeriata karşı bir muhalefet söz konusudur. Aynı şekilde Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buğday yığını meselesine pazarda dolaşırken, satışa sunulmuş halde iken bakmış ve hükmünü vermiştir. Bunun için buğday yığınının sahibini huzuruna çağırmadı. Bu konuda hukuka muhalif davranışı görmekle, olduğu yerde meseleye baktı. Bu olay, hisbe ile ilgili meselelerde yargı meclisinin bulunması şartının olmadığına delildir.
Muhtesib, muhtesib şartlarını taşıyan kimseleri kendisine vekil olarak seçebilir. Bunları değişik yerlere dağıtıp görevlendirir. Bu vekillerin, kendilerine havale edilen meselelerde tayin edilen görev bölgesinde veya mahallelerinde hisbe görevlerini ifa etme yetkileri olur.
Muhtesib, Halife tarafından tayin edilmiş ise, tayini kapsamında kendisine vekaleten görev ifa edecek kimseleri atayabilme hakkının verilmiş olması şarttır. Şayet muhtesib, başkadı tarafından tayin edilmiş ise, bu şarta ek olarak: atanması esnasında başkadı’ya, görevlendireceği hâkimlere, kendilerine vekalet edecek kimseleri tayin edebileceklerine dair yetki verilmesi gerekir. Şayet başkadının atanması böyle bir hususu kapsamıyor ise, tayin ettiği hâkimlere kendilerine vekillik edecek kimseleri atama hakkını veremez. Buna bağlı olarak muhtesibin de kendisine vekillik edecek kimseleri atama hakkı olmaz. İster muhtesib, ister kâdı, ister mezalim kâdısı olsun; yerine bakacak vekil hâkim tayin etme hakkını, ancak Halife tarafından böyle bir atama hakkı verildiği taktirde, veya baş kadıya hem hâkim tayin etme hem de görevlendireceği hâkimlere kendilerine vekalet edebilecek kimseleri tayin edebilme hakkını verebilme yetkisi tanındığı halde mümkündür.
Bunun böyle olma sebebi de şudur; hâkime, yani muayyen bir hâkimlik görevi olmak üzere hisbe hâkimliği verilmiştir. Eğer ona kendisinin yerine bakacak vekil tayin etme hakkı verilmemiş ise, böyle bir atama yetkisine sahip olamaz. Normal hâkim de mezalim hâkimi de böyledir. Bu konuda kâdılar arasından fark yoktur. Çünkü onların her biri atama metninde söz konusu edilen hususlarda hüküm vermek üzere atanmıştır. Atama belgesinde belirtilen hususlardan başka bir alanda hüküm verme yetkileri yoktur. Ancak göreve atama akdinde bunun açıkça ifade edilmesi hali müstesnadır. İşte hisbe hâkiminin de, muhtesib görevlerini yapmak üzere kendisine vekalet edecek kimseyi tayin edebilmesi için, tayin emrinde bu hususun açıkça ifade edilmesi gereklidir. Başkadı da onun gibidir.
Hâkimin kendisine vekalet edecek kimseyi atamasının caiz olmasına gelince; bunun da gerekçesi şudur: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir mesele arz edilmiş, o da bu konuda kendisine vekalet edecek birisini tayin etmiştir. Bedevinin birisi Allah’ın Rasulüne gelerek, oğlunun bir adamın yanında hizmetçi olarak çalışırken adamın hanımı ile zina ettiğini ifade etmiş ve bu konuda hüküm vermesini istemiştir. İşte Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu olay ile ilgili olarak şöyle buyurmuştu: وَاغْدُ يَا أُنَيْسُ إِلَى امْرَأَةِ هَذَا فَإِنِ اعْتَرَفَتْ فَارْجُمْهَا “Haydi ey Üneys! Bu adamın hanımına git. Eğer itiraf ederse o kadını recmet.” (Buhari 2147; Müslim, 3210; Ebu Hüreyre ve Zeyd bin Halid el-Cüheni’den rivayet edilmiştir.)
Bu olay, hâkimin belirleyeceği bir mesele hakkında hüküm vermek üzere kendisine bir vekil tayin edip gönderebileceğini göstermektedir. Muhtesibin de böyle bir hakkı olmalıdır. Çünkü o da hâkimdir. Ancak, hâkimin kendi adına vekil olarak görevlendirdiği kimseye tam anlamıyla hüküm verme yetkisini tanıması da şarttır. Yani tayinin sahih olabilmesi için vekalet verilen kimse, hem davaya bakabilmelidir hem de hüküm verebilmelidir. Çünkü mahkeme, bağlayıcı olmak üzere meselenin hükmünü bildirmek demektir. Bu anlamıyla hâkimlik görevi parçalanmayı kabul etmez. Dolayısıyla meseleye bakmak üzere onu tayin ederken, hüküm verme yetkisinin tanınmaması doğru değildir. Aksine o kimsenin hâkim olabilmesi ve vereceği hükmün sahih olabilmesi için tayinin tam olması lazımdır. Fiilen hüküm vermeyecek olsa dahi yapacağı işin sahih olabilmesi için tayinin tam olması lazımdır. Zira hâkimin hüküm verme şartı yoktur. Çünkü bir hâkimin, bir meseleye bakması ve onu tamamlayıp hakkında hüküm vermeden önce azledilmesi, aynı meseleye başka bir hâkimin bakıp hüküm vermesi mümkündür. Aynı şekilde hâkimin vekilinin de, hüküm vermesi şartı yoktur. Fakat onun tayin edilmesi halinde meseleye bakma ve hüküm verme yetkisinin ona verilmesi şart olarak aranır. Yani tayin edildiği alanda bütün yetkileri ile birlikte hâkim olarak atanmalıdır. Muhtesib de aynı şekilde kendisine tayin edeceği vekillere tayin edildikleri olayda veya yerde; hem meseleye bakmak, hem de mesele hakkında hüküm verme yetkilerini tanımalıdır. Ancak bu muhtesibe, tayin edildiği vakit, kendi yerine vekil tayin etme yetkileri tanınmalıdır.
Muhtesibin yerine vekil olarak tayin edeceği kimselerin; Müslüman, hür, adaletli, baliğ ve ele alacağı meselelerin fakihi olması şarttır. Yani muhtesibin kendisine vekalet edecek kimselerde bizzat muhtesibde aranan şartlar aranır. Çünkü onun vekil de onun gibi bir hâkimdir.
Mezalim Hâkimi
Mezalim hâkimi: İster İslâm devletini reayasından olsun, ister başkalarından olsun, devletin egemenliği altında yaşayan herhangi bir kişiye karşı devlet tarafından yapılan her türlü haksızlığın -bu haksızlık ister Halife tarafından yapılmış olsun, ister onun dışındaki diğer yönetici ve memurlar tarafından yapılmış olsun- kaldırılması için tayin edilen hâkimdir.
Mezalim hâkiminin tarifi budur. Mezalim türünden meseleler hakkında hüküm vermesinin delili ise şudur: Nebi (Sallallahu aleyhi ve sellem)’den, yöneticinin herhangi bir mesele hakkında, hakka aykırı bir hüküm vermesi halinde onu bu hükmünü raiyyeye bir zulüm olarak değerlendirdiğine dair gelen rivayettir.
Enes’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde fiyatlar yükseldi. O’na; Ey Allah’ın Rasulü! Fiyat sınırlandırmasına gitsen, dediler. Şöyle buyurdu: إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْخَالِقُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الرَّازِقُ الْمُسَعِّرُ وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ “Şüphesiz yaratan da, kısan da, yayan da rızık veren de, fiyatları belirleyen de Allah’tır. Herhangi bir kimsenin, kan ya da mal hususunda kendisine yapmış olduğum bir zulüm ve bir haksızlığın karşılığını benden istemeksizin aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna çıkmayı ümid ederim.” (Ahmed b. Hanbel 12131; Enes b. Malik yoluyla rivayet etmiştir.)
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), burada fiyat belirlemeyi devlet zulmü olarak değerlendirmiştir. Çünkü öyle bir şeyi yapsaydı, hakkı olmayan bir şeyi yapmış olurdu. Aynı şekilde devletin, insanlar lehine düzenlediği genel haklarda ortaya çıkan yargı meselelerine bakmayı da mezalimlerin kapsamı içerisinde mütalaa etmiştir. Kamuya ait bir sudan, ekinlerin sırası gelen bir zamanda sulanması gibi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), ez-Zübeyr b. Avvam (radiyallahu anh) ile, Ensar’dan birisinin anlaşmazlığa düştüğü sulama meselesine bakmış, bizzat kendisi bu mesele hakkında hüküm vermek üzere hazır bulunarak Zübeyr’e şöyle demiştir: “Önce sen ekinini sula ey Zübeyr, sonra da Ensar’dan olan kişi sulasın.”
Buna göre ister yönetici tarafından olsun, ister devletin düzenlemeleri ve emirleri dolayısıyla meydana gelmiş olsun; her hangi bir şahsa yapılmış bir haksızlık, bir zulüm olarak değerlendirilir. Nitekim bu iki hadisi şeriften anlaşılan da budur. Bu zulme bakmak ve onun hakkında hüküm vermek üzere konu, Halifeye ya da Halife’nin bu gibi konulara bakmak üzere kendisine vekil olarak tayin ettiği mezalim hâkimlerine götürülür.
Mezalim Hâkimlerinin Atanması ve Azledilmeleri
Mezalim hâkimi; ya Halife ya da başkadı tarafından tayin edilir. Azledilmesi, hesaba çekilmesi, te’dibi, görev yerinin değiştirilmesi de, ya Halife tarafından veya Halife tarafından böyle bir yetki tanımışsa mezalim mahkemesi tarafından yapılır. Bu ise, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)iın Raşid b. Abdullah’ı yargı ve mezalim emiri olarak tayin edip, mezalim meselelerine bakma yetkisini de vermiş olmasından alınmıştır.
Diğer taraftan mezalim, bir velayettir. Bu velayet hakkını ise ancak Halife elinde bulundurur. Ondan başkası buna sahip değildir. Dolayısıyla mezalim valisinin Halife tarafından tayin edilmesi gerekir. Buna ek olarak mezalim yargı kapsamına girer. Çünkü yargı, bağlayıcı olmak üzere, şer’i hükmün ne olduğunu haber vermektir. Hâkimi de ancak Halife tayin eder. Çünkü hâkimleri tayin edenin Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) olduğu sabittir. İşte bütün bunlar mezalim hâkiminin Halife tarafından tayin edildiğinin delilleridir. Aynı şekilde Halife tarafından başkâdıya mezalim kâdısı tayin etme yetkisi verilmişse başkâdı da mezalim hâkimini tayin edebilir.
Mezalim hâkiminin azledilmesine gelince: Bunda aslolanın Halife’nin onu görevlendirme hakkı olduğu gibi azletme hakkının da bulunmasıdır. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) mezalim hâkimliğini bizzat kendisi ifa ediyordu. Ayrıca genel bir şekilde mezalim hâkimliği için kimseyi tayin ettiği rivayet edilmemiştir. Kendisinden sonra gelen dört Halife de mezalim için herhangi bir kimseyi tayin etmemiştir. Ali (radiyallahu anh) Mazalim Kadılığı görevini bizzat kendisi üstlenmiş ve birçok mezalim davasına bakmıştır. Abdülmelik b. Mervan Halife olunca mezalim konuları için özel bir gün ayırarak zulme uğrayanların şikayetlerini inceliyor ve herhangi bir problemle karşılaştığı zaman veya bu konuda geçerli kılınması gereken bir hükme gerek duyacak olursa konuyu kâdısı Ebu İdris el-Ezdi’ye havale ediyordu. Bu nedenle mezalim hâkimliğini fiilen ifa eden Ebu İdris idi. Ebu İdris, Halife Abdülmelik’in kendisine havale ettiği meseleler hakkında mezalim hâkimi olarak görev yapıyordu. Daha sonra mü’minlerin emiri Ömer b. Abdulaziz (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) gelince, bizzat mezalim hâkimliğini kendisi yapmaya başladı. Ümeyyeoğullarının devlet eliyle yaptıkları haksızlıkları (mezalimi) sahiplerine iade etti. Abbasiler döneminin ortalarında Halifeler, mezalim ile ilgili davalara bakmayı bu iş için özel olarak görevlendirilmiş hâkime havale ediyorlardı. İşti o tarihten itibaren mezalim hâkimliği, Halifeden ayrı olarak ortaya çıktı. Bundan önce ise Halifeden ayrı değildi. Mezalim davalarına bakmayı Halife bizzat üstleniyordu. Esasen Halife’nin mezalime bakma hakkı vardır. Bu hakkın sahibi de odur. Bununla birlikte mezalim için bir hâkim tayin etme veya bu hâkimi azledip, ondan başkasını görevlendirme hakkı da vardır. Böyle bir iş, Halife için caizdir yani mübahlardan bir mübah iştir.
Mezalim hâkimini hesaba çekip sorgulama, tedib etme ve azletme hakkına sahip olan Halife’nin kendisidir. Çünkü mezalimden hem mezalimden hem de kendisine vekaleten mezalim davalarına bakmak üzere görevlendirdiği hâkimden Halife sorumludur. Halife’nin, mezalim hâkimlerini azledip onları sorgulama, tedip etme ve bir yerden bir başka yere nakletme hakkını mezalim kadılarının kendilerine veya başkadıya verme hakkı da vardır. Eğer mezalim hâkimlerine böyle bir yetkiyi verecek olursa o taktirde bunların mezalim hâkimini azledip, sorgulamak ve tedip etmek yetkileri de olur.
Mezalim hâkimi yalnızca bir kişi veya belli sayıdan daha fazla kişi ile tahdid edilmez. Halife, sayıları ne olursa olsun, haksızlıkları ortadan kaldırmak için gerek gördüğü sayıda mezalim hâkimi tayin edebilir. Fakat fiilen yargılama işine girişildiği takdirde, dava hakkında hüküm verme yetkisi yalnızca bir hâkimindir. Bununla birlikte mahkeme oturumu sırasında mezalim hâkimlerinden birkaç kişinin karar hakimi ile birlikte oturması caizdir. Fakat onların yalnızca danışmanlık yetkileri vardır. Karar hakimi onların görüşlerini kabul etmek zorunda da değildir.
Halife kendisine vekalet etmek üzere bir ya da daha fazla kişi tayin edebilir. Ancak, mezalim hâkimlerinin sayısı birden çok olsa dahi hepsinin mezalime bakma yetkileri parçalanma kabul etmez. Onların her birisi ayrı ayrı mezalime bakabilir. Fakat Halife’nin herhangi bir vilayette mezalim için özel olarak bir hâkimi tayin etmesi caiz olduğu gibi belli meselelere bakması şeklinde görevini özel bir alanla sınırlandırması da caizdir. Çünkü Halife, mezalim yetkisini (velayeti) genel olarak da verebilir özel olarak da verebilir. Ülkenin dört bir yanında onu yetkiye sahip kılabilir. Uygun göreceği bir vilayette veya bir bölgede de ona bu yetkiyi tanıyabilir.
Aynı yerde birden fazla hâkimin bulunması caiz olmakla beraber aynı meseleye birden fazla mezalim hâkiminin bakması daha önce açıkladığımız nedenlerden dolayı caiz değildir. Fakat bununla birlikte yalnızca danışmak maksadıyla birkaç mezalim hâkiminin bulunması caizdir. Bunlar görüş belirtmek hususunda karar hâkimi ile ortak hareket etmezler. Bu hâkimlerin bununla birlikte oturmaları, hüküm verecek hâkimin rıza ve tercihine bağlıdır. Eğer bu görüşe sahip değilse kendisi ile birlikte oturmalarına itiraz ederse oturamazlar. Çünkü hâkimi, kendisi için tahsis edilen meseleye bakmaktan meşgul edecek herhangi bir kimse yanında oturmaz. Fakat yargı meclisinden kalktıktan sonra mesele ile ilgili olarak bunlarla danışabilir.
Mezalim Hâkiminin Yetkileri
Mezalim hâkiminin Halifeyi azletme hakkı bulunduğu gibi devlet içerisinde herhangi bir yöneticiyi veya memuru da görevinden alma hakkına sahiptir.
Mezalim hâkimi yöneticileri azletmek yetkisine sahiptir. Çünkü yönetici belli bir tayin akdi ile atanmıştır. Buna da tayin akdi denilir. Çünkü Halife’nin velayet hakkı vardır ki bu da yönetim hakkıdır. Aynı şekilde onun görevlendirme hakkı vardır ki bu da tayin hakkıdır. Görevlendirme ise ancak açık lafızlarla gerçekleştirilen bir akittir. Dolayısı ile Halife’nin tayin etmiş olduğu bir yöneticinin azledilmesi o akdin feshedilmesi demektir. Halife de böyle bir akdi kesin olarak feshetme hak ve imkanına sahiptir. Çünkü Allah’ın Rasulü valiler tayin etmiş ve onları görevlerinden azletmiştir. Raşit Halifelerde valiler tayin etmiş ve onları azletmişlerdir.
Aynı şekilde Halife, görevlendirdiği kimselere başkalarını görevlendirme ve azletme yetkisini kendisini kendisine vekalet etmek üzere verebilir. Fakat mezalim mahkemesi Halifeye vekaleten yöneticileri azletme hakkına sahip değildir. Çünkü mezalim mahkemesi atama ve azil hususlarında vekil değildir. Aksine o, mezalime bakma hususunda Halife’nin vekildir. Buna göre belli bir hâkimin (yöneticinin, valinin) görev alanı içerisinde bir mezalim konusu ortaya çıkacak olursa mezalim mahkemesi bu haksızlığı ortadan kaldırmak hakkına sahiptir. Yani böyle bir yöneticiyi azletmek hakkını elinde bulundurur. Buna göre yöneticilerin azledilmesi şeklindeki yetkisi Halife adına vekaleten kullanılan bir yetki değildir. Bu yetki, yapılan haksızlığı ortadan kaldırmak içindir. Bundan dolayı Halife rıza göstermeyecek olsa dahi mezalim mahkemesinin görevden alınmasına hüküm verdiği kimse azledilir. Çünkü böyle bir durumda yöneticinin görevden alınması bir haksızlığın ortadan kaldırılmasına dair verilen bir hükümdür. Bu ise Halife hakkında da diğer yöneticiler hakkında da geçerli olan bir hükümdür. Hâkimin hükmü herkes hakkında geçerli bir hükümdür.
Halifeyi azletme yetkisi bir haksızlığın ortadan kaldırılması için kullanılan bir yetkidir. Zira Halife’nin doğrudan doğruya azledilmiş sayıldığı veya azledilmesini gerektiren herhangi bir durumun ortaya çıkması halinde Halife’nin yönetimde kalması bir haksızlıktır, bir zulümdür. Haksızlıkların ortadan kaldırılması hükmünü veren ise mezalim mahkemesidir. Bu bakımdan Halife’nin azli hükmünü verecek olan da odur. İşte buradan hareketle mezalim mahkemesinin Halife’nin azledilmesine dair hüküm vermesi bir haksızlığın ortadan kaldırılmasına dair verilmiş bir hükümdür.
Mezalim mahkemesi hangi türde olursa olsun her türlü haksızlık davalarına bakma yetkisine sahiptir. Yapılan bu haksızlıklar; ister devlet yapısı içerisinde görev yapan kişilerle ilgili olsun, ister Halife’nin şeriat hükümlerine aykırı davranışı ile ilgili olsun ister anayasada, kanunlarda ve Halife’nin benimsediği şer’î hükümler içerisindeki teşriî nasslardan birinin anlaşılması ile ilgili olsun, isterse herhangi bir konuda vergi istemiyle ile ilgili olsun isterse başka işlerle ilgili olsun fark etmez. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem), fiyatlar yükseldiği sırada sahabenin fiyatları sınırlandırma isteklerini kabul etmeyerek fiyat koymayı bir haksızlık olarak değerlendirmiştir. Aynı şekilde haksız sulama hususunda yöneticinin insanların sulama sıralarını haksızca organize etmesini mezalim konusu olarak değerlendirmesi gibi olayların tümü, yöneticinin yaptığı işlerde hakka veya şer’i hükümlere aykırı işler görülmesi mezalim konusuna giren haksızlıklardan sayıldığına delalet etmektedir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Müslümanların hem hâkim hem de devlet başkanı idi.
Aynı şekilde devlet yapısı içerisinde yer alan herhangi bir kişinin yaptığı işler, eğer hakka yahut ta şeriatın hükümlerine aykırı ise bu, devlet eli ile yapılmış bir haksızlık olarak değerlendirilir. Çünkü devlet yapısı içerisinde görev yapan bir kimse Halife’nin kendisine vekalet verdiği işte Halife’nin vekilidir.
Böylelikle fiyat koyma ile ilgili hadis, Halife’nin hakka ve şeriat hükümlerine muhalefetinin bir haksızlık olduğunu göstermektedir. Mezalime bakma yetkisi ise Mezalim mahkemesine aittir.
Anayasa ya da yasa metinleri ile ilgili davaya bakmaya gelince: Anayasa kanunların esasıdır. Kanunlar ise yöneticinin emirleridir. Dolayısıyla bu gibi davalara bakmak yönetimin baktığı işlere bakmaktır. Bunlar da fiyatlandırma hadisinin kapsamına girmektedir. Çünkü Halife’nin yaptığı işlere nezareti ihtiva eder. Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmaktadır: فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول “Eğer herhangi bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve Rasul’e havale ediniz.” (Nisa 59) Yani sizler ve yöneticiler, herhangi bir şey konusunda anlaşmazlığa düşecek olursanız demektir. Anlaşmazlığa düşmek ise, ya anayasa maddelerinden veya kanun maddelerinden bir madde hakkında söz konusu olur. Böyle bir anlaşmazlık, yönetilenlerle yönetenler arasında şeriatın hükümlerinden bir hükme dair bir anlaşmazlıktır. Bu nedenle Allah’a ve Rasulü’ne döndürülür. Allah’a ve Rasulü’ne döndürülmesi ise, mezalim mahkemesine döndürülmesidir. Yani Allah ve Rasulü’nün mesele hakkındaki hükmünün tespit edilip ortaya çıkartılmasıdır.
Mezalim hâkiminin herhangi bir verginin konulması ile ilgili davalara bakma yetkisine sahip olmasının delili Rasul (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu hadisidir: وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ “Herhangi bir kimsenin kanı ya da mal hususunda kendisine yapmış olduğum bir zulüm ve bir haksızlığın karşılığını benden istemeksizin Allah’ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” (Ahmed b. Hanbel 12131; Enes yoluyla rivayet etmiştir.)
Buna göre Halife’nin raiyyeden (yönetilenlerden) haksızca bir mal alması, mezalim konusudur. Şeriatın yönetilenlere farz kılmadığı bir malı almak da bir haksızlıktır. Bundan dolayı mezalim mahkemesi vergilerle ilgili davalara bakma hakkına sahiptir. Çünkü vergi, raiyyeden alınan bir maldır. Mezalim mahkemesinin vergilerle ilgili davalara bakmasının sebebi ise; alınan bu mal, fakirlere yedirilmek üzere alınan mal gibi şeriatın Müslümanlar tarafından ödenmesini farz kıldığı mallardan mıdır? Zira böyle bir amaçla vergi almak haksızlık olmaz. Yoksa alınan vergi yapılmasına gerek duyulmayan bir barajı yapmak için alınan mal gibi, şeriatın yönetilenlere ödemeyi farz kılmadığı bir vergi midir? Bu durumda böyle bir konu, mezalim mahkemesi tarafından izale edilmesi gereken bir haksızlıktır. Buradan hareketle mezalim mahkemesinin vergilere dair davalara bakma yetkisi ortaya çıkmaktadır.
Mezalim muhakemelerinde yargı meclisinin bulunması da şart değildir, davalının çağırılması ya da bir davacının olması da şart değildir. Aksine mezalim mahkemesi bu konuda herhangi bir kimse dava açmamış olsa dahi, haksızlıklara bakma hakkına sahiptir.
Bunun böyle oluş sebebi ise şudur: Dava konusuna bakmak için yargı meclisinin şart olduğunu tespit eden delil, davacının varlığı söz konusu olmadığından dolayı mezalim mahkemesine uymamaktadır. Zira mezalim mahkemesi için davacının varlığına gerek yoktur. Kimse davacı olmasa dahi mezalim mahkemesi haksızlık konusuna bakar. Veya davalının yargılama esnasında hazır bulunması zorunluluğu da yoktur. Çünkü mezalim mahkemesi davalı bulunmaksızın da meseleye bakar. Zira mezalim mahkemesi haksızlık konusunu inceler. Buna göre yargı meclisinin şart koşulduğu delil, bu mahkemeye uymamaktadır. Söz konusu Ebu Davud’un delil Abdullah b. ez-Zübeyr’den rivayet ettiği şu hadistir: “Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) anlaşmazlığa düşen iki kişinin kâdının önünde oturmasına hükmetti.” (Ebu Davud) Ali (radiyallahu anh)’ye söylediği hadis ise şöyledir: “İki hasım senin önüne oturdukları taktirde.”
Buna göre mezalim mahkemesi, zamana. mekana, yargı meclisine veya bunların dışında herhangi bir şeye kesinlikle bağlı olmaksızın bir haksızlığın meydana gelmesi ile birlikte haksızlık konusuna bakar. Ancak yetkileri bakımından bu mahkemenin işgal ettiği konum göz önünde bulundurularak, mahkemenin heybet ve azametini izhar edecek bir mekanın olması gerekir. Mısır ve Şam sultanları döneminde sultanın mezalime baktığı meclislere “Daru’l Adl” yani “Adliye” adı verilir ve burada sultanın vekili olan kimseler bulunur, hâkimler ve fakihler hazır olurdu.
El-Makrizi, es-Sulûk ilâ-Marifeti Düvelil Mülûk adlı eserinde şunları söylemektedir: “Sultan, aslih hükümdar Eyyüb (Selaheddin Eyyubi) daru’l adl’de kendisine vekalet edecek bir takım kimseler tespit etmişti. Bunlar mezalimi izale etmek üzere orada otururlardı. Onlarla birlikte şahitler, hâkimler ve fakihler de otururdu.”
Bu nedenle mezalim mahkemesi için muhteşem bir yapının yapılmasında bir mahzur yoktur. Böyle bir iş, mübah işler arasında yer alır. Özellikle de bununla adaletin azameti ortaya konacak olursa.