İktisat

İktisat kelimesi “ev işlerini düzenleme” anlamındaki eski Yunanca bir kelimeden manasını almıştır. Yani ev halkının güçlü fertleri mal ve hizmet üretiminde bulunurlar ama evin bütün fertleri mülk edinmelerinden ötürü bunların faydalarına ortak olurlar. Ev ile sınırlı kullanılan bu sözcük daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak devlet tarafından toplum üzerine tatbik edilen uygulamaları kasteder hâle gelmiştir.

Burada iktisat kelimesiyle sözlük anlamı olan tutumluluk amaçlanmadığı gibi mal anlamı da kastedilmemektedir. Burada kastedilen anlam, malla ilgili işleri düzenlemeyi ifade eden muayyen bir isme ait ıstılahi anlamdır. Mallara ait işlerin düzenlenmesi işi ya iktisat biliminin konusunu oluşturan mal ve hizmetlerin çoğaltılmasına ya da iktisat sisteminin konusunu oluşturan mal ve hizmetlerin dağıtım keyfiyetine ait bir husustur.

Gerek iktisat bilimi gerek iktisat sistemlerinin her biri iktisattan bahsediyor olsalar da ikisi de kavramları açısından birbirinden farklıdır. İktisadi sistem, servetin azlığı veya çokluğundan etkilenmeyeceği gibi servetin artırılmasına veya azaltılmasına da herhangi bir şekilde etki etmez. Bunun yanında iktisadı tek bir konuya indirgeme düşüncesi ya çözümü istenen iktisadi problemlerin anlaşılması sürecinde insanı yanlış yönlendirir veya ülkenin servetlerini çoğaltacak faktörlerin yanlı belirlenmesine sevk eder. Çünkü mal ve hizmetlerin çoğaltılması ve yenilenmesi noktasında toplumun işlerinin düzenlenmesi başka bir şey, üretilen mal ve hizmetlerin dağıtımı noktasında toplumun işlerini düzenlemek başka bir şeydir. Bu nedenle mal ve hizmet üretimini, mal ve hizmetin dağıtımı konusundan ayrı ayrı ve bağımsız olarak incelemek gerekir. Zira mal ve hizmet üretimi üretim araçları ile ilgili iken mal ve hizmetin dağılımı fikirlerle ilgilidir. Bunun için iktisat sisteminin, dünya görüşü ile ilişkili ve ondan etkilenen bir fikir yapısı olması açısından incelenmesi gerekir. İktisat bilimini, dünya görüşleri ile bir ilişkisinin olmamasından ötürü bilimsellik açısından incelemek gerekir. Bunlardan incelenmesi önemli olan ise iktisat sistemidir. Çünkü iktisadi problem, insan ihtiyaçları ve bunları doyuma ulaştıracak araçlardan faydalanma ilişkisi etrafında döner. Bilindiği gibi bu araçlar evrende mevcuttur ve bunları üretmek ihtiyaçların doyurulmasında temel sorunlardan değildir. Tam tersine insandaki ihtiyaçları tatmin isteği, insanı bu araçları üretmeye veya var etmeye yönlendirir. İnsanlar arasındaki veya toplumsal ilişkilerdeki problem, insanların bu araçlardan yararlandırılıp yararlandırılmamasından doğmaktadır. Yani problem, bu araçlara insanların sahip olması konusundan doğmaktadır. Dolayısıyla iktisadi problemin çözümü bu temel esaslarda yatmaktadır. Buna göre iktisadi problem faydadan pay alma konusundan kaynaklanır, yoksa bu faydayı sağlayacak mal ve hizmetlerin üretiminden kaynaklanmaz.

 İktisat Sisteminin Esası

Fayda, insanın ihtiyacını gidermeye elverişli olan şeydir. Bunun iki boyutu vardır: Belirli bir şeyin elde edilmesine yönelik insandaki istek boyutu ve aynı şeyin taşıdığı özellikler ile bu özelliklerin belli bir ferdin değil de genel anlamda insanın ihtiyaçlarını gidermeye elverişli olması boyutu. Bu fayda ya insanın emeğinden (hizmet) ya maldan veya her ikisinden oluşur. İnsanın emeği iki konuyu kapsar: 1- Fikrî gayret. 2- Malı veya malın sağlayacağı faydayı elde etmek için insanın harcadığı bedensel güç. “Mal” kelimesi satın almak, kiralamak veya ödünç almak yolu ile kendisinden faydalanmak için sahip olunan her şeyi kapsar. Bu faydalanma, bir elmanın yenilmesi gibi bir şeyin kendisini tüketmekle veya araba kullanmak gibi malın kendisini tüketmeyerek olabildiği gibi bir un eleğinin kullanılmasında olduğu gibi malın kendisi aynen kaldığı hâlde ondan istifade etmek yoluyla da olabilir. Bunların dışında başkasının mülkiyetinde olan bir evde kira yoluyla oturmakla da olur. Mal, altın ve gümüş gibi parayı, elbise ve gıda maddeleri gibi eşyaları, fabrikalar ve evler gibi taşınmaz malları ve diğer mülk edinilen her şeyi kapsar. Mal, insanın ihtiyaçlarını karşılayan şeylerdir. Buna göre, insanın gayreti ancak malın bizzat kendisini veya faydasını elde etmek için kullanılan araçtır. Bu nedenle mal, faydanın temelini teşkil eder. İnsanın gayreti ise malı elde etme imkânını sağlayan araçlardan biridir. İnsan yaratılışı itibarıyla mala sahip olmak için gayretini sarf eder. Bu nedenle “emek” ve “mal”, insanın ihtiyaçlarını tatmin eden araçlardır. Yani bu gayret ve mal bileşimi insanın sahip olmak istediği serveti meydana getirir. Netice olarak servet, emek ve mal toplamıdır.

Bireyler servete başkalarından hibe yoluyla veya doğada işlenmemiş olarak bulunan bir mala sahip olmak şeklinde doğrudan doğruya sahip olabilir. Örneğin bir elmayı, bir evi mülk edinip sahip olmak gibi bir şeyin bizzat kendisini tüketmek ya da yararlanmak şeklinde sahip olmak, bir evin kiralanması sonucunda onun faydasına sahip olmak ya da bir mühendisin projesi gibi bir insanın gayretinden doğan faydaya sahip olmak şeklinde olabilir.

Bütün bu mülk edinimleri; bir bedel karşılığı satın almakla -malı veya bir işçiyi kiralamak gibi- ya da bir bedel olmaksızın bağış, miras ve ödünç vermek gibi iki şekle indirgemek uygun olur. Buna göre iktisadi problem, servetin oluşumundan değil, servete sahip olma konusundan kaynaklanmaktadır. İktisadi problem; mala sahip olma yani mülkiyete bakış açısından, bu mülkiyeti kötüye kullanmaktan ve servetin insanlar arasında kötü dağıtımından kaynaklanır. Bu konular dışında hiçbir etken, probleme kaynak teşkil etmez. Bundan dolayı bu konuları çözüme ulaştırmak iktisat sisteminin temelini oluşturur.

Dolayısıyla iktisat sistemi üç temel üzerine kurulur. Bunlar mülkiyet, mülkiyetin kullanımı ve servetin insanlar arasındaki dağıtımdır.

İslâm’ın İktisada Bakışı

İslam’ın servet ile servetten yararlanmaya bakış açısı farklıdır. Yani fayda sağlayan araçlar ile o faydaya sahip olmak konusundaki bakış açısı birbirinden farklıdır. Mal ve insanın emeği servetin maddesidir. Bunların ikisi birlikte faydayı sağlayan araçlardır. Hayat içindeki varlıkları ve üretimleri açısından bu ikisinin İslâmi konumları onlardan yararlanmak ve bu faydaya sahip olma niteliğinden farklıdır. Zira İslâm doğrudan ve açıkça servetten yaralanmaya müdahale etmiştir. Örnek olarak, içki ve ölü hayvan etinden yararlanmayı haram kıldığı gibi dans ve fahişelik gibi insan emeği olan bazı şeylerden fayda sağlamayı da haram kılmıştır. Yine yenilmesini haram kıldığı şeyin alışverişini de haram kılmıştır. Yapılmasını yasakladığı eylemler konusunda mal ve insan emeğinden kiralama yoluyla yararlanmayı da haram kılmıştır. Mal ve insan emeğinden faydalanma yönüyle durum budur. Bunlara sahip olma yönüyle ise İslâm, serveti elde edebilme ile ilgili olarak avlanma, ölü arazinin üretime kazandırılması, kira, miras, bağış ve vasiyet gibi konularda hükümler beyan etmiştir.

Servetten faydalanma ve sahip olma keyfiyeti bakımından durum budur. Serveti meydana getiren nesneler konusuna gelince İslâm genel olarak çalışarak kazanmayı ve servetin artırılmasını teşvik etmiştir. Fakat üretimin artırılmasının niteliğine ve niceliğine müdahale etmemiştir. Bilakis onu istedikleri şekilde gerçekleştirmeleri konusunda insanları özgür bırakmıştır. Serveti oluşturan mal ise doğada mevcuttur. Allahu Teâlâ onu insanların hizmetine uygun bir şekilde yaratmıştır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً “Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” [Casiye 12] Ve şöyle buyurmuştur: اللَّهُ الَّذِي سخَّرَ لَكُمُ الْبَحْرَ لِتَجْرِيَ الْفُلْكُ فِيهِ بِأَمْرِهِ “O’nun emriyle içinde gemilerin yüzmeleri için size denizi boyun eğdiren Allah’tır.” [Bakara 29] Ve şöyle buyurmuştur: وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِّنْهُ “Göklerde ve yerde bulunan şeyleri size boyun eğdirdi, hepsi Allah’tandır.” [Casiye 13] Ve şöyle buyurmuştur: فَلْيَنظُرِ الْإِنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ . أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاء صَبًّا . ثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّا. فَأَنبَتْنَا فِيهَا حَبًّا . وَعِنَبًا وَقَضْبًا . وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا. وَحَدَائِقَ غُلْبًا. وَفَاكِهَةً وَأَبًّا. مَّتَاعًا لَّكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ “Her şeyden önce insan, yediği yemeğine bir baksın! Gerçekten biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı iyiden iyiye yardık! Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlaklar ortaya çıkardık.” [Abese 24-32] Ve şöyle buyurmuştur: وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَّكُمْ لِتُحْصِنَكُم مِّن بَأْسِكُمْ “Biz ona (Süleyman’a) savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh yapma zanaatını öğrettik.” [Enbiya 80] Ve şöyle buyurmuştur: وَأَنزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ “Biz kendisinde şiddetli bir güç ve insanlara birçok yararı olan demiri de indirdik.” [Hadid 25] Bu ve benzeri ayetlerde mal ve insan emeğinin Allahu Teala tarafından yaratıldığı ifade edilmiş ama bunlardan başka bir şeye değinilmemiştir. Bu da gösteriyor ki mal kapsamına giren maddelere ve insan emeğine bir müdahale söz konusu değildir. Ancak malın, insanların kendisinden yararlanmaları için yaratıldığı açıklanmıştır. Aynı şekilde servetin üretimine müdahale edildiğine dair herhangi bir şerî nassın bulunmayışı, servetin üretimine İslâm’ın herhangi bir müdahalede bulunmadığını gösterir. Bunun yanında malın üretiminin ve insan emeğinin verimli bir şekilde değerlendirilmesi ile ilgili konunun insanlara bırakıldığına işaret eden şerî nasslar bulmak mümkündür. Muslim, Aişe RadiyAllahu Anha ve Enes Radıyallahu Anh yoluyla Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hurma ağaçlarının aşılanması konusunda şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir: أنتم أعلم بأمر دنياكم “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.” Sallallahu Aleyhi ve Sellem silah yapmayı öğrenmeleri için iki Müslümanı Yemen’in Cüreş kentine gönderdiği rivayet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki şeriat, malın üretilmesi işini, kendi bilgi ve tecrübelerine göre üretsinler diye insanlar bırakmıştır.

Dolayısıyla İslâm, iktisat bilimine değil, iktisat sistemine yönelerek servetin elde edilişi ve ondan faydalanmanın niteliğini konu edinir. Servetin üretim şeklini ve fayda sağlayan araçları kesinlikle konu edinmez.

 İslam’da İktisat Politikası

İktisat politikası, insanın faaliyetlerini düzenleyen ve çözümleyen hükümlerin gerçekleştirmeye çalıştığı hedeftir. İslam’ın iktisat politikası ise bir bütün olarak her bireyin temel ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumun yaşam standartlarına bağlı olarak lüks sayılan ihtiyaçları karşılama imkânının da bireye sunulmasıdır. İslâm, ülkede yaşayan insanların tümüne birden yani genelleme yaparak değil de tek tek bireylerin kendisine ilgi gösterir. Yani İslâm bireyin bütün temel ihtiyaçlarının mutlaka bütünüyle doyurulması gerektiğine inanarak her şeyden önce ona insan olarak bakar. Sonra da onu gücü ölçüsünde, lüks denilen ikinci derecedeki ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân hazırlanması gereken özel kişiliği açısından ele alır. Aynı zamanda İslam diğer insanlarla belirli ilişkileri olan ve özel bir hayat tarzına göre yaşayan insan olması itibarıyla insanı ele alır. Dolayısıyla İslâm’daki iktisat politikası, her bireyin hayattan yararlanmasını garanti altına almadan sadece ülkenin genel anlamda yaşam seviyesinin yükseltilmesini amaçlamadığı gibi her bir ferdin hayat hakkını garanti altına almaksızın mevcut refahtan güçleri oranında yararlansınlar diyerek onların serbest bırakılmalarını da amaçlamaz. İslâm’daki iktisat politikasının amacı ancak belirli ilişkiler içerisinde yaşayan her bir insanın temel ihtiyaçlarını çözüme kavuşturmak ve yaşam standartlarını yükseltme imkânı sağlayarak onu özel yaşamı içerisinde refaha ulaştırmaktır. İşte bu yönü ile İslam’ın iktisat politikası diğer iktisat politikalarından ayrılır.

İnsan için iktisadi hükümler koyan İslam, bunları birey için koymakta aynı zamanda bunlarla bireyin yaşama hakkını garanti altına almaktadır. Yaşama hakkını garanti altına almak ve refahı mümkün kılmak için çalışırken bunu belirli yaşam biçimleri olan toplumlar için öngörmüştür. İslam, birey için yaşam garantisi ve refahın mümkün olanını gerçekleştirmeye çalışırken toplumun olması gereken konumunu da ölçüt olarak ele almaktadır. Bunun için İslam Devleti’nin kanunlarında, bireylerin yiyecek, giyecek ve mesken gibi tüm temel ihtiyaçlarının bütünüyle karşılanması gerektiğini ifade eden şerî hükümler vardır. İslam Devleti, bunları aşağıda anlatacağımız şekilde gerçekleştirir: Çalışacak gücü olan kimseye, kendisine ve bakmakla zorunlu olduğu kimsenin temel ihtiyaçlarını karşılaması için çalışmayı zorunlu kılar. Eğer kişi çalışmaya muktedir değilse onun temel ihtiyaçlarının karşılanmasını çocuğuna ve vârisine bırakır. Bunların hiçbiri bulunmadığında ise bu sorumluluğu beytü’l malın üzerine yükler. Bununla İslam, insan olarak giderilmesi zorunlu olan giyinme, barınma, yeme gibi ihtiyaçların karşılanmasını her birey için garanti etmiştir. Daha sonra bireyi, gücü oranında dünya hayatının temiz ve güzel olan şeylerinden yararlanmayı teşvik etmiştir. Buna ilave olarak İslâm bütün Müslümanlar üzerine farz olabilecek şekilde devletin vergi adı altında bireyin malını elinden almasını yasaklar. Ancak günün şartlarına uygun olarak yaşadığı hayatın temel ve lüks ihtiyaçlarından fazlasını vergi olarak alabilir. Bu uygulamayla her bireyin yaşama hakkını garanti etmiş ve hayatta refah imkânı vermiştir. Aynı zamanda bireye temel ve lüks ihtiyaçlarını karşılamak için mal kazanma imkânını verirken belli sınırlar koymayı da ihmal etmemiş ve bireyin ilişkilerine özel bir biçim vermiştir. Müslüman açısından ekonomik değerinin olup olmamasına bakmadan şarabın üretim ve tüketimini yasaklamıştır. İslam Devleti’nin tabiiyetini taşıyan herkese her türlü faizli işlem haram kılınmıştır. Müslüman veya gayrimüslim ayrımı gözetmeden tebaanın tümü için faiz ekonomik bir değer olarak kabul edilmemiştir. Böylece ekonomik değeri olan bir maldan yararlanmada toplumda bulunması gerekli konum temel kıstas olarak ele alınmıştır.

Bunlardan da anlaşıldığı gibi İslâm, bireyi insan oluşundan, bunu da kişiliğinden (bireysel özelliklerden) ayrı tutmamıştır. Aynı zamanda toplumda olması gerekeni de her bireyin temel ihtiyaçlarının bir bütün olarak doyurulmasından ve lüks ihtiyaçlarının tatminine imkân sağlanmasından ayrı tutmamıştır. Bilakis ihtiyaçların tatmini konusunu toplumda olması gereken konumla ilişkilendirip birinin diğerinden ayrılmaz iki konu olduğunu vurgulamıştır. Yani toplumda bulunması gereken temel kriter ihtiyaçların doyuma ulaştırılmasıdır. Tüm temel ihtiyaçların toplu olarak doyurulması ve lüks ihtiyaçların da karşılanmasına imkân tanınması için insanlara ekonomik değerlerin sağlanması mutlaka olması gereken bir husustur. Bu da çalışmadan gerçekleştirilmez. Bunun için İslam, kazanmaya, rızk aramaya ve bu yolda çalışmaya teşvik etmiştir. Rızkı kazanmak için çalışmayı, bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcamayı da çalışabilecek güce sahip olan erkeğe farz kılmıştır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ ۖ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ “Yerin sırtlarında yürüyün (dolaşın) dolaşın ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır.” [Mülk 15] Fakat bu, İslâm’ın servetin üretim tarzına müdahale ettiği veya üretimin artırılması keyfiyetini veya üretim miktarını belirlediği anlamına gelmez. Çünkü İslâm’ın bunlarla bir ilgisi yoktur. İslâm’ın bunlarla ilgisi sadece çalışmaya ve mal elde etmeye teşvik şeklindedir. Nitekim mal kazanmaya teşvik eden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bir hadiste şöyle denilmektedir: “Bir gün Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Sa’d İbn Muaz (Radıyallahu Anh) ile musafaha yaparken iki elinin kabardığını görür, sebebini sorunca Sa’d: “Ailemi geçindirmek için balyoz ve kürekle çalışıyorum” deyince Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Sa’d’ın elini öptü ve şöyle dedi: كفان يحبهما الله تعالى “İşte Allahu Teala’nın sevdiği iki avuç.” [Serahsi Mebsut’ta zikretti.] Buhari, el-Mikdam kanalıyla Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: ما أكل أحدٌ طعاماً قط خيراً من أن يأكل من عمل يده “Hiçbiriniz elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.” Rivayet edildiğine göre: “Ömer Radıyallahu Anh bir gün kendisini ibadete verenlerden bir topluluğa rastlar. Bakar ki bunların hepsi başlarını önlerine eğmiş, oturuyorlar. Ömer Radıyallahu Anh: Bunlar kimlerdir? diye sorunca: Onlar mütevekkilûn (Yani Allah’a tevekkül eden kimselerdir.) dediler. Ömer Radıyallahu Anh ise: Asla. Bunlar ancak müteekkilûn (yani yiyici takımıdır), halkın malını yemeye alışmış kimselerdir. Gerçek tevekkül sahibi olanlar kimlerdir size bildireyim mi? dedi. Oradakiler: Bildir, dediler. Dedi ki: Gerçek mütevekkil olan kimse toprağa tohumu atan, sonra da Rabbi Azze ve Celle’ye tevekkül eden kimsedir.” [Serahsi, Mbsut’ta zikretti] Görüldüğü gibi ayet ve hadisler rızık aramak için çalışmaya ve malı elde etmek için gayret göstermeye teşvik etmektedir. Maldan faydalanmaya ve temiz yiyeceklerden yemeye de teşvik etmiştir. Allahu Teala şöyle buyurdu: قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللَّهِ الَّتِي أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ “De ki Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kıldı?” [Araf 32] Ve Allahu Teala şöyle buyurdu: وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ ۖ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ ۖ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Allah’ın kendi fazlından olarak kendilerine vermiş olduğu nimete cimrilik edenler, bu hareketin kendileri için hayırlı bir şey olduğunu sanmasınlar. Bilakis onlar için o, bir şerdir. Kıyamet günü cimrilik yaptıkları şey boyunlarına dolanacaktır.” [Ali İmran 180] Ve Allahu Teala şöyle buyurdu: كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ “Size rızık olarak verdiğimiz temiz yiyeceklerden yiyiniz.” [Taha 81] Ve Allahu Teala şöyle buyurdu: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِۖ “Ey iman edenler! Kazandığınız malın temizinden ve sizin için yerden çıkardığımız maldan infak ediniz (hayra harcayınız).” [Bakara 267] Ve Allahu Teala şöyle buyurdu: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكُمْ “Ey iman edenler! Allah’ın sizin için helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın.” [Maide 87] İşte bu ve benzeri ayetler iktisatla ilgili olarak mal kazanmayı, temiz ve helal olan maldan gereği gibi faydalanmayı ifade eden şerî hükümlerden açık delillerdir. İslam, bireyleri kazanç elde etmeye teşvik ettiği gibi kazandıkları servetten gereği gibi yararlanmayı da emretmiştir. Bunlar ülkede ekonomik gelişmeyi gerçekleştirmek, her bireyin temel ihtiyaçlarını gidermek ve lüks olan ihtiyaçların karşılanmasına imkân sağlamak içindir. Görüldüğü gibi İslam, Müslümanların mal elde etmeleri konusunda, servetin elde ediliş keyfiyetini belirleyen hükümler koyarken insanın malı elde etmesi caiz olan bu keyfiyeti zorlaştırmaz, son derece basitleştirir. Zira İslam, mülk edinme sebeplerini ve kendisi ile mülk edinmenin gerçekleştiği sözleşmeleri belirlemiş, servetin üretilme biçimine müdahale etmediği gibi, kazanç sağlayan araç ve yöntemleri geliştirmede de büyük bir serbestiyet vermiştir. İslâm mülk edinme sebeplerini, mülkün el değiştirilmesine dair sözleşme türlerini, bünyesinde birtakım şer’î kuralları ve şer’î hükümleri barındıracak şekilde ilgili birçok konuyu kendisine kıyas edilerek çözülebilecek nitelikte genel hatları ile vermiştir. İnsana çalışmayı emretmiş ve hükümlerini açıklamıştır. İster marangoz ister ayakkabıcı ister ziraatçı ister sanayici olsun çalışacağı sahanın ve mesleğin seçiminde insanı serbest bırakmıştır. Hediyeyi bağış konusuna kıyas yaparak mülk edinme sebebi yapmıştır. Yine vekilin ücret almayı hak etmesinde olduğu gibi vekâleti icareye kıyaslamıştır. Görüldüğü gibi Şâri mülk edinme sebeplerini ve ilkelerini genel anlamlar içerecek şekilde beyan etmiştir. İşte böylece mülk edinme sebeplerini gerçekleşebilecek yeni olgulara çözüm getirebilecek yetkinlikte ve kapsamda belirlemiştir. Fakat mülk edinme sebepleri, muamelatın yenilenmesi ile yenilenmez. Çünkü insanların şeriatta geçen muamelatla sınırlı olmaları farzdır. Bu prensipler ise kapsamı ve türü ne olursa olsun, ortaya çıkabilecek her konu için bir hüküm koyabilecek niteliktedir. Bundan dolayı Müslüman temiz ve helal olmak şartı ile mal edinme konusunda hiçbir engelle karşılaşmadan süratle amacına ulaşmaya çalışabilir. Böylelikle her bireyin karşılanması gerekli ihtiyaçlarını karşılayacak ortam ve şartlar sağlanmıştır. İslam, bireyi çalışmaya teşvik etmekle yetinmediği gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını sadece bireylerin kendi kazancına da bağlı kılmamıştır. Bilakis gerektiği zaman beytü’l maldan bireyler için harcama yapılmasını gerekli görmüştür. Çalışma gücünden yoksun kimselerin geçimini devlete yüklediği gibi, ümmetin ihtiyaçlarını karşılamayı da devletin görevlerinden biri olarak kabul etmiştir. Çünkü tebaanın bu devlet üzerinde hakları vardır. Buharî, İbni Ömer’den Aleyhissalatu ve’s Selam’ın şöyle dediğini rivayet etti: الإمام الذي على النّاس راع وهو مسئول عن رعيته “İnsanlar üzerinde imam olan kimse çobandır ve güttüklerinden mesuldür.” İslam, kanunlar çerçevesinde yüklendiği görevleri yerine getirebilmesi için devlete cizye, haraç ve zekât müesseseleri ile beytü’l mala düzenli bir şekilde mal toplama yetkisini vermiştir. İslam yolların ve hastanelerin yapımı, açların doyurulması gibi Müslümanların hepsine farz olan şeylerin yerine getirilmesi için vergi toplama hakkını devlete vermiştir. Bireylerin kamu mülkiyetini yönetmelerini, devletin onu mülk edindirmesini ve idaresini bireylere verilmesini yasakladığı gibi kamu mülkiyetini devlet idaresi ve yönetimi altına vermiştir. Çünkü genel yönetim yetkisi veliyyü’l emrindir, devletindir. Veliyyü’l emr bir kimseyi bir işin yapılmasında yetkili kılmadığı sürece onun o işi yapması caiz değildir. Kamu mülkiyeti, ümmetin ekonomik açıdan ilerlemesini sağlayabilmek için devlet tarafından işletilip gelir getirmesi kaçınılmaz olan; petrol, demir, bakır ve benzeri kaynaklardır. Bu mallar ümmetin olup, devlet bunları işletmek ve idare etmek için elinde bulundurur. Bu malların çoğaltılması için harekete geçen devlet; ümmetin işlerinin güdülmesi, gözetilmesi yükümlülüğünü yerine getirmiş olur. Aynı şekilde her bir bireyin de mal kazanma yönünde ve rızkını kazanmak için çalışması sonucunda bir bütün olarak temel ihtiyaçların tümünün doyumu ve lüks ihtiyaçların da doyumuna imkân sağlayacak bir durum ve servet çoğalması sağlanmış olur. Bireylerin mal kazanmaya teşvik edilmesi ve bu arada bazı malların devlet eliyle kamu yararına işletilip çoğaltılması ile hedeflenen ekonomik ilerleme ancak malın ihtiyaçları karşılama aracı olarak düşünülmesindendir; yoksa malın kendisi için veya onunla böbürlenmek, günah olan işlere harcamak veya şımarmak, kibirlenmek için değildir. Bunun için Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: من طلب الدنيا حلالاً استعفافاً عن المسألة، وسعياً على أهله، وتعطفاً على جاره، جاء يوم القيامة وجهه كالقمر ليلة البدر، ومن طلب الدنيا حلالاً، مفاخراً، مكاثراً، مرائياً، لقي الله وهو عليه غضبان “Her kim başkalarına el açmamak, ailesi için çalışmak ve komşusuna iyilik etmek için helal olarak dünya malını isterse kıyamet günü yüzü ayın on dördü gibi parlayarak gelecektir. Her kim de çoğaltmak, böbürlenmek ve gösteriş için mal isterse Allah’ın gazabına uğramış olarak huzura çıkar.” [Musannef İbni Ebî Şeybe Ebû Hureyre’den rivayet etti.] Müslim’in Mutarrif yoluyla babasından onun da Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den rivayetinde şöyle buyurmaktadır: ….. وهل لك يا ابن آدم من مالك إلا ما أكلت فأفنيت، أو لبست فأبليت، أو تصدقت فأمضيت “Ey âdemoğlu senin gerçek malın ancak yiyip bitirdiğin, giyip eskittiğin, sadaka olarak verip geriye bıraktığın değil midir?” Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “İsraf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah israf edenleri sevmez.” [Araf 31] İslam böbürlenmek amacıyla ihtiyaçların doyurulmasının aracı olan malın kazanılmasına karşı çıkmakla kalmamış, aynı zamanda iktisadi işlerin tümünün Allahu Teala’ın emir ve nehiylerine göre yürütülmesini de emretmiştir. Müslümana, ahiret hayatını istemesi dünyadaki nasibini de unutmaması emredilmiştir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ “Allah’ın sana verdiği (nimet) ile ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara) iyilikte bulun. Yeryüzünde fesadı arzu etme.” [Kasas 77] Anlaşılacağı üzere İslam’ın iktisat düşüncesi, iktisadi işleri Allahu Teâlâ ile olan bağın bilincinde olarak Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına göre belirlemiştir. Bu düşünce Müslümanların yaşamındaki toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinin temel fikri, iktisatla ilgili amellerin bir din olması itibarıyla şer’î hükümlerin gerektirdiğine göre ayarlanması, (İslam Devleti’nin) tabiyetini taşıyan tebaanın işlerini ve iktisatla ilgili amellerinin yasama yoluyla şer’î hükümlerle mukayyet kılınmasıdır. Böylece bu düşünce İslam’ın mübah kıldığını mübah, yasakladığı işleri de yasaklayarak kayıt altına alır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasul size ne getirdi ise onu alın, neyden nehyetmiş ise ondan kaçının.” [Haşr 7] Ve şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllerde olana (hastalıklara) bir şifa geldi.” [Yunus 57] Ve şöyle buyurmuştur: فَلْيَحْذَرِ الَّذ۪ينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَمْرِه۪ٓ اَنْ تُص۪يبَهُمْ فِتْنَةٌ اَوْ يُص۪يبَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ “O’nun emrine karşı gelenler, kendilerine bir fitne veya elem verici bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.” [Nur 63] Ve şöyle buyurmuştur: وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” [Maide 49] Müslümanlarda var olan Allah korkusunun itici gücü ve devlet tarafından bu hükümlerin insanlar üzerine uygulanması ile İslâm hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan kimseler nezdinde hükümlere bağlı kalmayı garantilemiş olur. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبٰٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Gerçekten iman etmiş iseniz faizden geri kalanı terk edin.” [Bakara 278] Ve şöyle buyurmuştur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ “Ey iman edenler! Belli bir zamana kadar borçlanmış iseniz onu yazın.” [Bakara 282] Ve şöyle buyurmuştur: اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُد۪يرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَلَّا تَكْتُبُوهَاۜ “Ancak aranızda peşin bir ticaret olursa, onu yazmazsanız üzerinizde bir günah olmaz.” [Bakara 282] İşte İslam böylece hem bu hükümlerin uygulanma keyfiyetini hem de insanların bu hükümlerle kayıt altına alınmalarının niteliğini açıklamaktadır.

Görüldüğü gibi İslâm’ın iktisat siyaseti iki temel üzere kuruludur: 1- Belli bir toplumda yaşayan her bireyin insan olarak ihtiyaçlarını karşılar ve bu amaçla bireyleri ihtiyaçlarını karşılayabilmek üzere servet elde etmeye teşvik eder. 2- Bu siyaset bir tek fikrî temel üzerine yani işlerin şerî hükümlerle yürütülmesi üzerine kuruludur. Şer’î hükümler ise bireyler tarafından Allah korkusunun etkisiyle, otorite gücü ile de devlet tarafından uygulanır. Yani yönlendirme ve yasama gücü uygulamanın temelidir.

 Genel İktisadi İlkeler

İktisatla ilgili şer’î hükümler incelendiği zaman İslâm’ın, insanların servetten yararlanma imkânını sağlama konusuna çözüm getirdiği görülür. İslâm’a göre toplumda var olan ekonomik problem de budur. İslâm, iktisadı incelerken servetin elde edilişini, insanların bu servet hakkında nasıl tasarrufta bulunduklarını ve servetin insanlar arasındaki dağıtımını ele alır. Buna göre iktisatla ilgili hükümler üç temel ilkeyi içerir.

a- Mülkiyet

b- Mülkiyetin kullanımı

c- Servetin insanlar arasında dağılımı

Mülkiyet: Mülkiyet hakkı tümüyle mülkün sahibi olması ve malı kendisine ait kılmış olması itibarıyla Allah Subhanehu ve Teala’ya aittir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَآتُوهُم مِّن مَّالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ “Size vermiş olduğu Allah’ın malından onlara veriniz.” [Nur 33] Şu hâlde mal yalnız Allahu Teâlâ’ya aittir. Ancak Allah Subhanehu ve Teala mal üzerinde temsil yetisine sahip kılmak suretiyle insanları güçlendirmiştir. Böylece malın mülkiyet hakkını insanoğluna vermiştir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَأَنفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُم مُّسْتَخْلَفِينَ فِيهِ “Size harcama yetkisi verdiği şeylerde infaqk ediniz.” [Hadid 7] Ve şöyle buyurmuştur: وَيُمْدِدْكُمْ بِأَمْوَالٍ “Mallar ve çocuklar vererek sizi güçlendirsin.” [Nuh 12] Görülüyor ki Allah, mala ait mülkiyetin aslını belirtirken malı kendi zatına izafe ediyor ve [مَّالِ اللَّهِ] “Allah’ın malı” diyor. Mal mülkiyetinin insanların ellerine geçmesi hususunu belirtirken de malı insanlara izafe ediyor ve şöyle buyuruyor: فَادْفَعُواْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ “Hemen mallarını veriniz (ödeyiniz).” [Nisa 6] خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ “Onların mallarından al.” [Tevbe 103] فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ “Malınızın aslı size aittir.” [Bakara 279] وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا “Kazanmış olduğunuz mallar…” [Tevbe 74] وَمَا يُغْنِي عَنْهُ مَالُهُ “Onun malı kendisine hiç fayda sağlamayacaktır.” [Leyl 11] Ancak temsil yetkisi (istihlaf) ile gelen bu mülkiyet hakkı insanoğlunun bütün bireylerine genel olarak gelmiştir. İnsanlar fiilen mülkün sahibi değildir, sadece kendilerine mülk edinme hakkı verilmiş kimselerdir. Zira insanlar mülk edinme konusunda halef kılınmışlardır. Fiilî Mülkiyet: İslam, bireyin fiilî mülkiyete sahip olabilmesi için Allahu Teala’dan bireye bir iznin olmasını şart koşmuştur. Yani İslam’a göre bir insan ancak Şâri’nin izni olduğu zaman fiilî mülkiyet edinebilme hakkını kazanır. Bu izin, bireyin malın mülkiyetine sahip olduğuna dair özel bir delalettir. Zaten insanların mülkiyette topluca temsil yetkisine sahip kılınmış olmaları genel temsil yetkisi ile gelmiştir ve mülkiyet hakkının varlığını temsil eder. Bireyin fiilî mülkiyete temsilen sahip kılınması, bireyin ona sahip olduğuna dair Şâri’den özel bir iznin gelmesi ile mümkündür.

Şeriat özel mülkiyetin varlığını kabul ettiğinden her bireyin mülk edinme nedenlerinden biri ile mal elde etmesi normal bir durumdur. Ebu Davud, Semure’den Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: من أحاط حائطاً على أرض فهي له “Kim bir yere bir duvar çekerse orası onundur.” Şeriat, bütün ümmeti ilgilendiren kamu mülkiyetinin de varlığını kabul eder. Ahmed b. Hanbel muhacirlerden bir adamdan Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: المسلمون شركاء في ثلاث: في الماء والكلأ والنار “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, mera, ateş.” Şeriat, devlete ait mülkiyetin de var olduğunu belirtmiştir. Zira Müslümanlardan herhangi bir vârisi olmadığı hâlde ölen bir kimsenin malı devlet hazinesine kalır. Cizye ve haraç gibi gelirler devlet mülkiyetindedir. Bu türden mallarda tasarruf yetkisine sahip olduğundan şeriat hükümlerine göre devlet, malı istediği yere harcayabilir. Şeriat bireyin, ümmetin ve devletin ayrı ayrı mülk edinme nedenlerini ve yollarını belirlediğinden bu neden ve durumların dışında mülk edinmek yasaktır. Mülkiyetin Kullanımına Gelince: Eğer mülkiyet, kamu mülkiyeti ise ümmetin vekili olmasından dolayı devlet bu türden mülkiyetin kullanım hakkına sahiptir. Ancak Şâri, devletin, kamu mülkiyetini mübadele veya bağış yolu ile kullanmasını yasaklamıştır. Bu iki özel durum dışında şeriatın açıkladığı hükümler çerçevesinde istediği tasarrufu yapma yetkisini devlete vermiştir. Devlet mülkiyetinin ve özel mülkiyetin kullanılması konusu, gerek beytü’l mal (devlet hazinesi) gerekse alışveriş, rehin ve benzeri ekonomik ilişkileri düzenleyen hükümlerde açıklığa kavuşturulmuştur. Şâri devlete ve ferde, mübadele, bağış ve bunlar dışında şeriatın belirlediği sınırlar dâhilinde istedikleri kullanımı yapabilme yetkisini vermiştir. İnsanlar Arasında Servetin Dağılımı: Şüphesiz bu konu mülk edinme nedenleri ve doğal olarak sözleşmeler çerçevesinde şekillenir. Ancak insanların güç ve ihtiyaçları birbirlerinden farklı olduğundan servetin dağılımı da insanlar arasında farklılıklara uğrar. Servet dağılımının yanlış ve hatalı uygulanması, malın belli bir sınıfın elinde birikmesi ve diğer bir sınıfın ondan yoksun kalması sonucunu doğurur. Örneğin sabit mübadele aracı olan altın ve gümüşün belli ellerde toplanması gibi. Bundan dolayı şeriat servetin yalnızca zenginler arasında dolaşan bir güç olmasını yasaklamış, bütün insanlar arasında dolaşan ekonomik güç olmasını emretmiştir. Hatta zekâtı verilmiş olsa dahi altın ve gümüşün biriktirilmesini yasaklamıştır.

Mülk edinme sebepleri

Birinci sebep: Çalışmak:

Mevcut mallardan herhangi bir mala bakıldığı zaman ister bu mal mantar gibi doğal olarak çıkan bir mal olsun isterse ekmek ve araba gibi insanın emeği ile elde edilmiş olsun kesinlikle çalışmaya bağlıdır.

Çalışma kavramının anlamı geniştir. Çalışmanın birçok çeşidi olduğu gibi onun şekilleri ve sonuçları da çeşitlidir. Ancak kanun koyucu, çalışma kavramını kendi hâline bırakmadığı gibi genelleme yaparak kullanmamış, tersine mülk edinme sebeplerinden bir sebep olmaya elverişli olması bakımından bunları belirli amel ve sınırlar dâhilinde açıklamıştır. Çalışmayı açıklayan şer’î hükümler dikkatli bir şekilde incelenecek olursa mülk edinme sebeplerinden olan meşru çalışma çeşitlerinin aşağıda belirtilenler olduğu görülür:

1- Ölü araziyi üretime kazandırmak

2- Yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile ilgili çalışmak

3- Avlanmak

4- Komisyonculuk veya aracılık yapmak

5- Mudârabe

6- Sulamacılık yapmak

7- Başkasına ücret karşılığında çalışmak

İkinci sebep: Miras

Mülk edinme sebeplerinden biri de mirastır. Miras, Kur’an-ı Kerim’in kat’î nassıyla sabittir ve illetlendirilemez. Her ne kadar detayları ihtiva ediyorsa da mirasın bu detayları genel çizgiler hâlinde belirtilmiştir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يُوصِيكُمُ اللّهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الأُنثَيَيْنِ فَإِن كُنَّ نِسَاء فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا “Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır…” [Nisa 11] Biz bu ayetten birkaç hüküm anlayabiliriz: a- Erkek evlat, kız evladın iki katını alır. b- Ölen kimsenin yaşamakta olan çocuğu bulunmadığı takdirde oğlunun oğlu (torun) oğul muamelesini görür. Çünkü oğlun erkek çocukları ayette geçen [أولاد] “evlâd” kelimesinin kapsamında yer alır. Kız çocuğunun oğlu böyle değildir. Bunun için oğlan evladı olmadığı hâllerde kız çocuğunun erkek oğlu erkek evladı muamelesi görmez. Çünkü lügatte kız çocuğunun erkek evladı ayetteki “el-evlâd” tabirinin kapsamına girmez. c- Evlat eğer ikiden fazla kız ise o takdirde bunlar terikenin üçte ikisine (2/3) ortaktırlar. Nitekim Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem iki kız evlada, ikiden fazla kız evlada ait hükmü tatbik etmiştir. Sahabe de bu uygulama üzerinde icmada bulunmuştur. Böylece iki kız evlada ikiden fazla kız evladın hükmü uygulanmaktadır. İşte bu hususlar ayetin zikrettiği umumi manadan anlaşılan hükümlerdir. Bu hükümler muvacehesinde varis terikeden kendine düşen payı hak eder. Buna binaen mülk edinme sebeplerinden biri de Kitap, Sünnet ve Sahabe’nin icmasındaki tafsili hükümlere göre sabit olan mirastır.

Miras, servetin bölünüp el değiştirmesi vesilelerinden bir vesiledir. Servetin bölünüp el değiştirmesi, mirasa bir illet değil, miras olayının açıklanmasıdır. Bilindiği gibi servetin mülkiyeti mübah kılınmıştır. Bazen de servet, bazı fertlerin elinde hayatta iken birikir. Hayatlarında iken ellerinde servet biriken kimseler öldükleri zaman, varisler arasında bu servetin dağılımı miras aracılığıyla gerçekleşir. Nitekim bu servetin bölünmesine vesile olan şeyin doğal olarak miras olduğu bir gerçektir. İnceleme neticesinde mirasta servetin bölünmesinin cereyan ettiği hâller üç tanedir:

Birinci hal: Miras ahkâmına göre tümünü kapsayacak şekilde malın mirasçılara ait olmasıdır. Bu hâlde malın tamamı mirasçılara dağıtılır.

İkinci hal: Miras ahkâmına göre bütün malı kapsayan mirasçıların bulunmaması hâlidir. Mesela adam ölür, sadece karısı mirasçısı olarak kalır ya da kadın ölür sadece kocası mirasçısı olarak kalır. Bu durumda kadın kocasının mirasından dörtte birini alır ve mirasın kalan kısmı beytü’l mala ait olur. Geriye yalnızca kocasının mirasçı kalması hâlinde ise adam karısının bıraktığı mirasın yarısını alır mirasın kalan kısmı da beytü’l mala ait olur.

Üçüncü hal: Hiçbir mirasçısı olmayan kimsenin bıraktığı mirastır. Bu takdirde bütün mal beytü’l mala yani devlete intikal eder.

İşte böylelikle miras ahkâmına göre servet bölünür ve mal mirasçılara intikal eder. Mirasçılara intikal eden servet, insanlar arasında iktisadi bir mübadele olması rolüne yeniden başlar. Böylece miras sayesinde servetin belirli bir şahısta birikimi önlenmiş olur.

Miras mülkiyetin meşru bir sebebidir. Miras olarak bir şeye sahip olan kimse meşru bir mülke sahip olmuştur. Böylece miras İslâm şeriatının izin verdiği mülk edinme sebeplerinden bir sebep olmaktadır.

 Üçüncü Sebep: Yaşamak İçin Mala İhtiyacın Olması

Yaşamak için mala olan ihtiyaç, mülk edinmenin sebeplerindendir. Çünkü yaşamak her insanın tabii hakkıdır. Dolayısıyla insanın yaşamını bir hibe veya lütuf olarak değil, bir hak olarak elde etmesi gerekir. İslâm Devleti tebaasının fertlerine bu hakkı elde edebilmesi için ona iş temin etmeyi garanti eder. Eğer çalışamıyorsa, çalışacak işi yoksa devletin ona çalışma imkânı sağlaması ve ihtiyaçlarını gidermesi gerekir. Çünkü devlet, bu tebaanın çobanıdır ve tebaanın ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: الإمام الذي على النّاس راع وهو مسؤول عن رعيته “İmam (Halife) insanlar üzerine bir çobandır ve güttüğünden mesuldür.” [Buhari İbn Ömer’den rivayet etti] Tebaadan bir fert kendisine iş temin edemez, hastalık ya da yaşlılık gibi sebeplerin birinden dolayı iş yapamaz bir duruma gelir ise o takdirde şeriatın nafakasını temin etmeye mecbur kıldığı kimselerin onun maişetini temini vaciptir. Şayet onun nafakasını karşılaması üzerine vacip olan kimsesi yoksa veya onun nafakasını temin etme gücüne sahip değillerse böylelerinin geçimi beytü’l mal tarafından yani devlet tarafından temin edilir. Ayrıca bunun gibi işini gücünü kaybetmiş kimselerin beytü’l malda zekât olarak başka bir hakları da vardır. Zira Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَّعْلُومٌ” Onlar, mallarında; isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan kimselerdir.” [Mearic 24-25] Bu hak, zenginlerin fakirlere vermek mecburiyetinde oldukları farz olan bir haktır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ “Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirlere, düşkünlere mahsustur.” [Tevbe 60] Tevbe suresindeki bu ayetin sonunda [فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ] “Allah tarafından bir farz olarak” tabirine yer veriliyor. Yani bu farz kılınmış bir hak olarak demektir. Devlet bu konuda kusur gösterirse, İslâm toplumu da bu konuda devleti muhasebe etme görevini yerine getirmezse ve muhtaçlara rızklarını temin etme işini yapmazlarsa -aslında İslam toplumunun böyle bir görevi yerine getirmemesi beklenemez- o zaman fakir ve çaresiz kimse nerede ve kimin malı olursa olsun ister devletin ister ferdin malı olsun hayatını devam ettirmek için gerekli şeyleri alabilir. Bu durumda aç olan kimsenin yanında başkasına ait yiyecek varsa ölü etini ve leşi yemesi mübah olmaz. Çünkü o kişinin yanında bir başka kişiye ait de olsa yiyecek bulundukça leş etini yemeye mecbur kalmış sayılmaz. Şayet başka yiyecek bulunmazsa o zaman ölümden kurtulmak için leş etinden yiyebilir. Yaşamak, mal edinme sebeplerinden biri olduğu için Şâri, açlığın ve kıtlığın hüküm sürdüğü senelerde yiyecek çalan kimsenin amelini el kesmeyi gerektiren hırsızlık olarak değerlendirmemiştir. Ebû Ümâme, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: لا قطع في زمن المجاع “Kıtlık zamanında el kesmek yoktur.” Şeriat, ferdin hayatı için onun malı mülk edinmedeki hakkını birçok nassla yasallaştırarak garanti etmiştir. Bu hakkı ferde yönlendirerek ona verilmesini garanti etmiştir. Ahmed b. Hanbel, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle değini rivayet etti: أيما أهل عَرْصَة أصبح فيهم أمرؤ جائعاً فقد برئت منهم ذمة الله تبارك وتعالى “Herhangi bir yerde bir adam aç olarak sabahlarsa ora halkı, Allahu Teâlâ’nın zimmetinden (koruyuculuğundan) beri olurlar.” Bezzâr, Enes RadiyAllahu Anh’ın Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: ما آمن بي من بات شبعان وجاره جائع إلى جنبه وهو يعلم به “Komşusunun aç olduğunu bildiği hâlde kendisi tok olarak geceleyen kimse bana iman etmemiştir.

 Dördüncü sebep: Devletin Kendine Ait Olan Maldan Tebaasına Vermesi

Mal edinme sebeplerinden biri de tebaasından kimselere ihtiyaçlarını gidermek veya mülkiyetlerinden faydalandırmak için devletin beytü’l maldan mal vermesidir. İhtiyaçlarını karşılama hususunda devlet tebaasına arazilerini işletmeleri, borçlarını ödemeleri için mal verebilir. Nitekim Ömer b. Hattab arazilerini ekmeleri ve ihtiyaçlarını karşılamaları için Irak’taki çiftçilere mal vererek yardım etmiştir. Onlardan bu malı geri ödemelerini istememiştir

Devlet, kendine ait olup işletilmeyen mal ve mülkleri ümmetin fertlerine mülk olarak vererek toplumun ferdî mülkiyetten yararlanma ihtiyacını karşılar. Mesela devlet sahipsiz bazı arazileri ikta yolu ile fertlere mal olarak verebilir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye geldiğinde Ebû Bekir ve Ömer RadiyAllahu Anhum’a bir araziyi ikta etmesinde olduğu gibi. Zübeyr’e de geniş bir araziyi ikta etmiştir. Nitekim ona Nakî bölgesindeki ölü arazide at talimi yapmak için bir parça arazi ikta ettiği gibi içinde ağaçlık ve hurmalık bulunan bir araziyi de ikta etmiştir. Ondan sonra gelen raşid halifeler de bu uygulamayı sürdürerek devlete ait bazı arazileri fertlere ikta etmişlerdir. Devletin ikta yolu ile fertlere verdiği arazi, ferdin mülkü hâline gelir. Çünkü toplum işletilmeyen bir arazinin işletilmesinden yararlanmaya muhtaçtır. Bu türden bir mülkiyet sebebiyle fertler bunlardan faydalanmış, böylelikle de toplum için zihinsel ve bedensel faaliyetlerini ortaya koymuş olurlar. Burada ikta lafzı lügat ve fıkhî manası ile kullanılmış olup, İslâm’dan olmayan ve iktanın özel bir anlamı olan “derebeylikle” hiçbir ilgisi yoktur.

Devletin savaşanlara ganimetlerden dağıttıkları ve gazilerin öldürdüğü kâfirlerin üzerinden çıkan ganimetleri almasına imamın izin vermesi de bu kapsama dâhil edilir.

Beşinci Sebep: Mal ve Emek Karşılığı Olmaksızın Fertlerin Aldığı Mallar

Karşılığında bir mal ve emek olmaksızın fertlerin birbirlerinden mal alması da mülk edinme sebeplerindendir. Bu da beş şeyi kapsar:

1- Fertlerin birbirlerine olan bağışları: Bazen bu bağış hayatlarında olur -hibe ve hediye gibi- bazen de ölümlerinden sonra olur -vasiyet gibi-. Neseî ve İbni İshak, Sireti Nebevi’de Amr b. Şuayb’ın babasından onun da dedesinden rivayet ettiğine göre, Hevâzin kabilesinden bir heyet Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek kendilerinden alınan ganimetin kendilerine geri verilmesini istediler. Mâlik’in Atâ b. Müslim Abdullah el-Horâsânî’den rivayetine göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: ما كان لي ولبني عبد المطلب فهو لكم “Bana ve Abdulmuttalib oğullarına ait olan şey sizin olsun.” Yani bu “benim size hibem olsun” demektir. İbni Asakir, Ebû Hureyre yoluyla Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: تَهادُوا تحَابّوا” Birbirinizle hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz.” Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ليس لنا مَثَلُ السوء، الذي يعود في هبته كالكلب يرجع في قيئه “Kendi kustuğunu tekrar yalayan köpek gibi verdiği hediyeyi tekrar almaya kalkan kimsenin kötü örneği bize yakışmaz.” [Buhari İbn Abbas’tan rivayet etti] Hibe ve hediyenin verileceği kimse kâfir de Müslüman da olabilir. Bu hususta herhangi bir ayrım yoktur. Kâfire hediye vermek mübahtır. Aynı şekilde kâfirin vereceği hediye ve hibe bir Müslümanın hediyesi gibi alınır ve kabul edilir. Müslim, Ebû Bekir’in kızı Esma’nın şöyle dediğini rivayet etti: قدمت عليّ أمي، وهي مشركة، في عهد قريش إذ عاهدهم، فاستفتيت رسول الله صلى الله عليه وسلم، فقلت: يا رسول الله، قَدِمَتْ عليّ أمي وهي راغبة، أفأصِلُ أمي؟ قال: نعم “Birgün müşrik olan annem, Kureyş ile olan anlaşma zamanında yanıma geldi. Ona karşı nasıl davranacağımı Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e sordum. Dedim ki: Ey Allah’ın Rasulü, annem bana geldi, benden bir şey istiyor. Anneme yardımda bulunayım mı? Dedi ki: Evet.” Buhârî, Ebû Humeyd el-Sâidî’nin şöyle dediğini rivayet etti: أهدى ملك أَيْلَةَ للنبي صلى الله عليه وسلم بغلة بيضاء وكساه برداً “Eyle Kralı (Kudüs Kralı) Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e beyaz bir katır hediye etti ve ona elbise giydirdi.” Hediye ve hibe hayatta iken mal ile teberru şeklinde olabileceği gibi öldükten sonra verilmek üzere mal ile yapılan vasiyet de hibe ve hediye kabilindendir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِن تَرَكَ خَيْراً الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالأقْرَبِينَ “Birinize ölüm geldiği zaman eğer mal bırakmışsa, anaya ve babaya, yakınlara uygun biçimde vasiyet etmek üzerinize yazıldı.” [Bakara 180] Buharî, Sa’d b. Ebî Vakkas’ın şunu dediğini rivayet etti: مرضت بمكة مرضاً، فأشفيت منه على الموت، فأتاني النبي صلى الله عليه وسلم يعودني، فقلت: يا رسول الله، إن لي مالاً كثيراً، وليس يرثني إلاّ ابنتي أفأتصدق بثلثي مالي؟ قال: لا. قال: قلت: فالشطر؟ قال: لا. قلت: الثلث؟ قال: الثلث كبير، إنك إن تركت ولدك أغنياء، خير من أن تتركهم عالة يتكففون النّاس “Ben Mekke’de şiddetli bir hastalığa yakalandım. Neredeyse ölmek üzereydim. Bu sırada Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem beni ziyarete geldi. Ona dedim ki: Ey Allah’ın Rasulü! Benim çok malım var. Kızımdan başka da varisim yok. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi? Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Hayır, dedi. Ben: Yarısını tasadduk edeyim mi? dedim. Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem yine: Hayır, dedi. Ben: Üçte birini, dedim. Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: Üçte bir çoktur. Muhakkak ki senin çocuğunu zengin bırakman, insanlardan dilenen fakir hâlde bırakmandan daha hayırlıdır.” Buna göre bir kimse hediye, hibe veya vasiyet sebebi ile malı mülk edinebilir.

2- Kişi kendisine yapılan bir zarara karşılık olarak hak ettiği mal ile mülk edinebilir: Öldürme diyeti ve yaralanma diyetleri bu nevidendir. Allahu Teâlâ şöyle dedi: وَمَن قَتَلَ مُؤْمِناً خَطَئاً فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُّسَلَّمَةٌ “Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimseye (ceza olarak) bir mümin köle azat etmek ve öldürülenin ehline teslim edilmek üzere bir diyet icap eder..” [Nisa 92] Nesaî’nin rivayet ettiğine göre Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem Yemen ehline bir mektup yazdı ve onu Amr b. Hazm ile gönderdi. Bu mektupta şu ifadelere yer verilmektedir: وإن في النفس الدّية مائة من الإبل “Bir nefsin diyeti yüz devedir.” Yaralama diyetlerine gelince: Bu hususta Neseî’nin Zühri’den onun da Ebû Bekr b. Muhammed b. Ömer b. Hazm’dan onun babasından, onun da dedesinden rivayetine göre Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona yazdırdığı bir mektupta şöyle buyurdular: وفي الأنف إذا أوعب جَدْعُه الدّية، وفي اللسان الدّية، وفي الشفتين الدّية، وفي البيضتين الدّية، وفي الذكر الدّية، وفي الصُلْب الدّية، وفي العينين الدّية، وفي الرجْل الواحدة نصف الدّية، وفي المأمومة ثلث الدّية، وفي الجائفة ثلث الدّية، وفي المنقلة خمس عشرة من الإبل “Burnun tamamı kesildiği taktirde diyet vardır. Dilde diyet vardır. Dudaklarda diyet vardır. İki husyede (yumurtalıkta) diyet vardır. Zekerde diyet vardır. Omurga kemiklerinde diyet vardır. İki göze diyet vardır. Bir ayağa yarım diyet vardır. Beyin zarına ulaşan yaralamalar da üçte bir diyet vardır. Başın yarılmasında 15 deve diyet vardır.

Kasten vukua gelen öldürmede, öldürülenin mirasçıları diyet hakkını bizzat katilden alırlar. Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: لا يجني جانٍ إلاّ على نفسه “Her cani, cinayeti ancak kendi nefsi için işler.” [İbn Mace Amr İbn Ahvas kanalıyla rivayet etti] Kasta benzer veya hataen öldürme gibi kasten olmayan öldürmeye gelince; maktulün vârisleri, onun diyetini katilin akrabalarından almaya hak kazanırlar. Nitekim Buhara, Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini rivayet etti: اقتتلت امرأتان من هذيل فرمت إحداهما الأخرى بحجر فقتلتها وما في بطنها فاختصموا إلى النبي صلى الله عليه وسلم فقضى أن دية جنينها غُرَّةٌ عبدٌ أو وليدة، وقضى أن دية المرأة على عاقلتها “Hüzeyl kabilesinden iki kadın dövüşmüşlerdi. Biri diğerine bir taş attı. Kadını ve karnındakini öldürdü. Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in huzurunda davalaştılar. Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem ceninin diyetini tam diyet bedelinin onda birinin yarısına ulaşacak erkek veya dişi bir köle olduğuna hükmetti. Kadının diyeti de öldüren kadının âkilesi (yani erkek akrabaları) üzerinedir, diye hükmetti.” Hadiste geçen [عاقلة] “âkile” lafzının ifade ettiği mana “her [عقل] yükümlülüğüne sahip kimse” demektir. Burada [عقل] kelimesi diyet anlamına gelmektedir. Bu durumda [عاقلة] “âkile” ifadesinin kapsamına, asabenin yani baba tarafından akraba olanların tümü girer. Yani katilin baba ve dedeleri, çocukları, kardeşleri, amcaları ve onların çocukları girer. Eğer katilin böyle bir kimsesi yoksa o zaman maktulün varislerine verilmek üzere beytü’l maldan diyet alınır ve verilir. Çünkü Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hayber’de öldürülen Ensar’dan birinin diyetini beytü’l maldan vermişti. Rivayet edildiğine göre Ömer Radiyallahu Anh zamanında kalabalıkta bir adam öldürülmüştü. Fakat katili bulunamamıştı. Ali Radiyallahu Anh, Ömer Radiyallahu Anh’a şöyle dedi: “Ey müminlerin emîri Müslüman bir kimsenin kanı heder edilmez. Onun diyetini beytü’l maldan öde.”

Yaralanmalar ile ilgili diyetlere gelince: Onlar yüz ve baştaki yarıklar veya bir organın kesilmesi veya bir et parçasının kesilmesi ile olabilir. Veya bir uzvu işlemez hâle getirmekle olabilir. Kulak, göz ve beyin gibi azaların iş görmemesi gibi olabilir. Böyle bir yara ile yaralanan kimse diyeti hak etmiş olur. Bu tür durumlarda her azaya ait diyetin çeşidini belirten hükümlere göre bu hak alınır. Öldürülenin veya koparılan bir azanın yahut görev yapmayacak hâle getirilen organın diyetinden insan mal edinebilir.

3- Nikâh akdiyle mihri ve ona bağlı hususları hak etmek: Kadın evlenme hükümlerine göre mihir denilen bu mala malik olur. Bu mal bir menfaat karşılığı değildir. Zira menfaat iki zevce arasında karşılıklı bir mübadeledir. Mihir ancak şeriat nassıyla meşru kılınan bir haktır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَآتُواْ النَّسَاء صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً “Kadınlara mihirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz.” [Nisa 4] Yani bu “Allah’ın farz kıldığı bir farz sebebiyle istekle ve gönül hoşluğu ile verin.” Demektir. Ayette geçen [النحلة] “gönül hoşnutluğu” kelimesi, isteyerek vermektir. Çünkü eşlerden her biri diğerinden faydalanır. Ahmed b. Hanbel, Enes’ten rivayet etti. Dedi ki: جاء عبد الرحمن بن عوف وعليه رَدْعُ زعفران، فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: مَهْيمَ؟ فقال: يا رسول الله، تزوجت امرأة، فقال: ما أصدقتها؟ قال: وزن نواة من ذهب. قال: أَوْلِمْ ولو بشاة “Abdurrahman b. Avf, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yanına geldi. Üzerinde evlenenlerin süründüğü za’feran kokusu vardı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Nedir bu hâl diye sordu. O da: Bir kadınla evlendim, dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Mihir olarak ne verdin? dedi. Abdurrahman da: Bir çekirdek ağırlığında altın, dedi. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Bir koyunla bile olsa düğün yemeği ver, buyurdu.

4- Buluntu: Bir kimse herhangi bir eşya bulsa bakılır. Eğer altın, gümüş, cevher ve elbise gibi muhafazası ve tarifi mümkün olan bir şey ise aynı zamanda korunmayan bir yerde ise o buluntu mal edinmek için alınabilir. Çünkü Ebu Dâvud, Abdullah b. Amr b. el-As Radiyallahu Anh’dan şunu rivayet etti: “Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e buluntu hakkında sorulduğunda şöyle dedi: ما كان منها في طريق المِيتاء (أي المسلوكة) أو القرية الجامعة، فعرّفها سنة، فإن جاء طالبها فادفعها إليه، وإن لم يأت فهي لك، وما كان في الخراب، يعني ففيها وفي الركاز الخمس “Lukata (buluntu) herkesin gelip geçtiği bir yolda ya da oturulan bir köyde bulunan bir şey olursa onu bir sene boyu bildir ve beklet. Eğer sahibi gelirse onu ona ver. Şayet sahibi bulunmazsa o senin olur. Harabelerde bulunanlarda ve hazinelerde beşte bir (zekât) vardır.” Eğer buluntu (lukata), korunan bir yerde ise buluntu sayılmaz. Çünkü korunan bir yerde bir şey bulup almak haramdır. Abdurrahman b. Osman yoluyla rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir: أن رسول الله صلى الله عليه وسلم نهى عن لقطة الحاج “Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hac yapanın yitiğinden nehyetti.” Öylesi yerdeki buluntu ancak sahibine vermek ve korumak için alınabilir. Çünkü Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadisinde şöyle dedi: ولا يلتقط ساقطتها إلاّ منشد “(Orada) düşürüleni ancak kaybeden alır.” [Buhari rivayet etti]

Eğer bulunan şey muhafazası mümkün olmayan yiyecek, karpuz ve benzeri şeyler ise bu tip şeyleri bulan kimse muhayyerdir. Dilerse onu yer, bulabilirse parasını sahibine verir. Dilerse satar, parasını bir yıl bekleterek muhafaza eder. Bu uygulamanın hepsi kayıp edilen buluntunun kaybı neticesinde sahibi onu arayabilecek kadar bir kıymete haiz ise söz konusu olur. Eğer kaybedilen buluntu hurma gibi bir meyve ve bir lokmalık bir şey gibi ise onu ilan etmeye gerek yoktur, bulunduğu zaman mal edinilebilir.

5- Halife ve işleri itibarıyla yönetici sınıfından olan kimselere yapılan ödenekler: Bunlara verilen mal, çalıştıklarının karşılığı olmayıp kendi işlerini yapmaktan alıkonulmalarının karşılığıdır. Böyleleri mücerred olarak onu almakla mala malik olurlar. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara bu tür bir mal edinmeyi helal kılmıştır. Nitekim Ebû Bekir Radıyallahu Anh Hilâfet’e geçtiği zaman sadece Müslümanların işleriyle uğraşmasını kendisinden Müslümanlar talep edince, ticaretten geri kalmasına karşılık bir mal almıştır. Bu hususu bütün Sahabeler de kabul etmişlerdir.

İşte bu beş mal sahibi olma yani bağış, yapılan bir zarara karşılık ödenen bedel, mihir, buluntu ve yöneticilerin aldıkları mallar, emek veya bir mal karşılığı olmadan kişinin aldığı mallardır. Bu şekilde kişinin aldığı malı mülk edinmesi meşru olan mülk edinme sebeplerindendir.

Ücretlinin İşi

İşin Belirlenmesi

İcare/kiralama, karşılığında ücreti ödenen şeyin sağladığı menfaatlerden yararlanmaktır. Bu kiralama, ücretli açısından ortaya koyduğu çabanın sonucundan yararlanmaktır. Ücretliyi kiralarken şu hususların mutlaka açık ve net bir şekilde belirlenmesi gereklidir:

– Yapılacak işin ne olduğu

– Çalışma süresi

– Ücret miktarı

– Emek

Bilinmeyen bir konu üzerinde olmaması için işin türü kesinlikle belirlenmedir. Çünkü “bilinmeyen” bir şey üzerinde yapılan icare caiz değildir. İşin müddetinin günlük, aylık veya senelik olarak sınırlandırılması da mutlaka gerekir. Çalışanın alacağı ücreti belirlemek de gereklidir. Nitekim İbni Mesud RadiyAllahu Anh’dan Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edildi: إذا استأجر أحدكم أجيراً فليعلمه أجره “Sizden biriniz bir kimseyi ücretle tuttuğu zaman alacağı ücreti ona mutlaka bildirsin.” [Dârekutni’den Kenzu’l Ummal’da geçti] İşçinin iş yapmak için sarf edeceği emeğin sınırının mutlaka belirlenmesi gerekmektedir. Zira işçiler, güçlerinin yetmeyeceği bir işten sorumlu tutulamazlar. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْساً إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiçbir nefse taşıyamayacağı bir yük yüklemez.” [Bakara 286] Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’de şöyle buyurdu: إذا أمرتكم بأمر فأتوا منه ما استطعتم “Ben size bir iş yapmayı emredince onu gücünüz yettiği kadar yerine getiriniz.” [Şeyhan Ebu Hureyra kanalıyla rivayet etti] İşçiden normal gücünün üstünde çaba harcaması istenemez. Gerçek bir ölçü ile harcanabilecek emek miktarını belirlemek mümkün olmadığından dolayı çalışma saatlerini sınırlandırmak, bir günde harcanabilecek emek miktarını belirlemede doğruya en yakın ölçüdür. Çalışma saatlerini sınırlandırmak emek için en uygun yaklaşımdır. Bununla beraber işin türü de sınırlandırılmalıdır. Sert veya yumuşak zeminli bir yerde kuyu kazmak, taş kırmak, şoförlük yapmak veya maden ocağında çalışmak gibi hususlar da emeğin miktarını belirleyebilecek bir ölçüdür. Böylelikle işin çeşidi, müddeti, ücreti ve bu işte sarf edeceği emek de sınırlandırılmış olur. Şeriat, işçi çalıştırmayı serbest kılarken işçinin yapacağı işin ne olduğunun belirlenmesinin yanında işin türü, çalışma süresi ve alması gereken ücret gibi işle ilgili hususların da açıkça ortaya konulmasını gerekli görmüştür. Sarf ettiği emeği ile yapmış olduğu amelin karşılığı olarak bu ücret, ücretlinin mülküdür.

İşin Türü

Her helal iş üzerinde icare anlaşması yapılır. Böylece ticaret, ziraat, sanayi, hizmet, vekâlet, isteyenin isteğine uygun şekilde ulaklık yapmak, delil bulmak ve onu hâkime sunmak, hakkını aratmak ve insanlar arasında hükmeden hâkim olmak caiz olan anlaşmalardır. Aynı şekilde kuyular kazmak, bina yapmak, pilot olmak, sürücü olmak, kitap basmak, mushaf yazmak ve yolcuları taşımak gibi herhangi bir iş üzerine icare yapılması da caizdir. İcare ya muayyen bir iş üzerine ya da zimmette (sorumluluğunda) vasıflanmış bir iş üzerinde olur. İcare anlaşması örneğin Halid’in Muhammed’i bir elbisenin dikilmesi veya bir arabanın kullanılmasında olduğu gibi belli bir iş veya belli bir ücret üzerine yapılmış ise ücretlinin bu işi yerine getirmesi gerekir. Muhammed’in yerine bu işi bir başkasının yapması kesinlikle caiz olmaz. Muhammed hastalanır veya o işi yapamayacak duruma düşerse bir başkası onun yerini alamaz. Çünkü ücretli kimse tayin edilmiştir. Yine dikilmek üzere terziye verilen elbise veya idaresine verilen araba tamamen bozulursa, bir başka elbiseyi dikme veya arabada çalışma mecburiyeti yoktur. Çünkü işin nevi tayin edilmiştir. Eğer icare antlaşması, vasfı belirli bir mal üzerine, muayyen bir iş için vasfedilmiş ücretli üzerine ya da vasfedilmiş bir iş üzerine ise o zaman bu husustaki hüküm değişir. Böyle bir durumda işçinin işi yapması veya o işi yapmak üzere bir başkasını kendi yerine ikame etmesi caiz olur. Şayet ücret anlaşması yapılan işçi hastalanır veya işi yapamaz hâle gelirse, o işi yapmak üzere yerine bir başkasını ikame etmesi vaciptir. Aynı şekilde hangi araba veya elbise olursa olsun, kiralayan tarafından kendisine getirilen arabayı sürmesi veya elbiseyi dikmesi gerekir. Yeter ki üzerinde icare yapılan işin vasfına uygun düşsün. Çünkü sınırlandırma arabanın veya elbisenin kendisi için değil işin türü için yapılmıştır. Dolayısı ile işin türü ile aynı cinsten oldukça herhangi bir sorun söz konusu değildir. Böyle bir durumda işin tayini, bizzat kendisi ile değil de işin niteliği üzerine yapılmaktadır. Bu nedenle üzerinde sözleşmenin yapıldığı işle aynı cinsten olduğu sürece herhangi bir işin getirilmesi sözleşmeye zarar vermez. İşin türünün sınırlandırılması, mühendis gibi emeğini bu iş için harcayacak olan kimseyi ve bir kuyu kazmak gibi emeğin harcanacağı işin açıklanmasını da kapsar. Buna göre niteliği ile işin ne olduğunun belirlenmesi işin bizzat kendisinin belirlenmesi gibidir. Bu nedenle işin tayininin vasıfla olması bizzat kendisinin tayini gibi yeterlidir. Tıpkı hemen olması gibi işin sonradan yapılması da yeterlidir. Aynı şekilde bir kimseyi ücretle mühendis olarak tutarak onu tayin etmemiz caiz olduğu gibi özel bir niteliğe sahip bir mühendisi ücretle tutmamız da caizdir. Bir gömleğin dikilmesi için bir şahsı ücretle kiralamamız caiz olabileceği gibi, vasfı belli olan bir kumaşı dikmek için bir şahsı kiralamamız da caizdir.

Bir kimse bir işi yapmayı kabul etse ve o işi aldığı fiyattan daha ucuza bir başkasına verip ondan bir kazanç elde ederse ister verdiği ikinci kimseye yardım etsin ister etmesin caizdir. Çünkü onun bir başka kimseyi işi aldığı ücretle yahut ondan daha aşağı veya daha fazla bir ücretle çalıştırması caizdir. Buna binaen terziler ve marangozlar gibi zanaatkârların yanlarında çalıştırmak için işçiler tutmaları caizdir. Aynı şekilde yapmayı taahhüt etmiş oldukları işi yapmaları için müteahhitlerin işçi çalıştırmaları da caizdir. Bu hususta işi alanlar aldıkları ücretin aynısını, daha fazlasını veya daha azını çalışanlarına verebilirler. Çünkü bu hareket bir kiralama işlemidir. Bu işlem belirli işlerin yapılması şeklinde olabileceği gibi belli bir süre ile herhangi bir işin yapılması şeklinde de olabilir. Bu şer’an caiz olan özel ücretle işçi çalıştırmak gibi bir iştir.

Fakat bir kişinin, ücretlerinden belli bir miktarını kendisine almak üzere işçileri kiralaması veya ücretlerinin bir kısmı karşılığı onlara denetleyici tayin etmesi caiz değildir. Çünkü bu durumda kişi, işçilere takdir edilmiş bulunan ücretten bir kısmını gasbetmiş olur. Bu hususta Ebû Dâvud, Ebû Saîd el-Hudrî kanalı ile Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: إيّاكم والقسامة. قال: فقلنا: وما القسامة؟ قال: الشيء يكون بين النّاس فينتقص منه “Yaptığınız taksimden kendinize de bir pay ayırmaktan sakınınız, buyurdu. (Ebû Said sözlerine devam ederek) dedi ki: Biz (ey Allah’ın Rasulü) kusame nedir, diye sorduk. Rasulullah: Bir şey, bazı kimseler arasında müşterek olur (biri de onu paylaştırmak üzere) gelir. (Bir kısmını kendisine ayırarak) onu eksiltir, (işte kusame budur) buyurdu.” Yine Ebû Davud’un Ata yoluyla Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yaptığı rivayet şudur: الرجل يكون على الفئام من النّاس فيأخذ من حظ هذا وحظ هذا “Bir kimse, bir topluluk üzerinde (bilirkişi olarak görevli) olur da bir şunun bir de bunun hissesinden alır.” Bir müteahhit, her birine bir dinar vermek şartıyla bir kimse ile yüz işçi bulması üzere anlaşma yapsa, sonra da işçilere taahhüt edilen bir dinardan daha az ücret verirse bu caiz değildir. Çünkü her ne sebeple olursa olsun sınırlandırılmış ve belirlenmiş olan işçi ücretinden noksan ödeme yapmak onların hakkını yemektir. Fakat ücret belirtilmemek üzere kendisine yüz işçi getirmek üzere bir kimse ile mukavele yapsa, onlara mukavelede yazılı olandan daha az ödeme yapması caizdir. Çünkü işçilerin takdir edilen ücretlerinden bir şey eksiltilmiş olmamaktadır. İş çeşidinin sınırlandırılmasında aranan şart, belirsizliğin ortadan kaldırılması yani icarenin bilinen bir iş üzerine yapılmış olmasıdır. Çünkü bilinmeyen bir şey üzerine yapılacak icare fasittir. Eğer bir adam “Bu mal dolu sandıkları benim için şehre taşımak üzere seni on dinar karşılığı kiralıyorum.” derse, bu icare sahihtir. Yine “Her tonunu bir dinara taşımak için seni kiraladım.” demek de sahih olur. “Benim adıma bir tonu bir dinara taşıman için seni kiraladım, fazla olanı da ona göre hesaplarız.” derse yine caizdir. Aynı şekilde bunların hepsinin taşınmasına delâlet eden herhangi bir söz söylendiğinde de icare caiz olur. Ancak “Tonunu bir dinara taşı fazlasını hesaplarız.” Derse bu doğru değildir. Çünkü sözleşmede bilinenle bilinmeyen iç içedir. Fakat ona “Benim için her tonunu bir dinara taşı.” derse bu işlem caizdir. Yine metre başına bir kuruş ödemek üzere su çıkarması için kiralaması da caizdir. Böylece üzerinde icare anlaşması yapılan şeyin malum olması şarttır. Anlaşmaya bilinmeyen bir unsur girerse bu anlaşma sahih olmaz.

İşin Süresi

Dikiş dikmek ve falan yere kadar arabaya binmek gibi kısmî kiralamada sadece üzerinde icare akdi yapılan işi belirtmek gerekir. Bu nevi icarede zaman zikredilmez. Bir kısım icarede de sadece üzerinde icare yapılan işin müddetini zikretmek gerekir. Bu nevi icarede ise miktar zikredilmez. Mesela “Bir kanal veya bir kuyu kazmak üzere bir ay müddetle seni ücretli olarak tuttum.” denmesinde olduğu gibi miktar belirtilmez. Bu icarede işin miktarını belirtmeye gerek yoktur. Bu durumda işçi ister çok ister az kazsın bir ay müddetle çalışmak mecburiyetindedir. Ev veya bir petrol rafinesi inşa etmek gibi kısmî icarede ise hem işi hem de müddeti belirtmek gerekir. Süresi belirtilmeden mahiyeti bilinemeyen işlerde sürenin belirtilmesi zorunludur. Çünkü icarenin bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcare meçhul olduğunda ise caiz olmaz. İcare, bir sene veya bir ay gibi belli bir müddet üzerine yapılınca müddet bitmedikçe iki taraftan hiçbiri icareyi feshetme yetkisine sahip değildir. Tekrarlanan sürelerle ücretlendirme yapıldığı zaman, örneğin ayda yirmi dinar ödemek üzere bir kimseyle aylık olarak sözleşme yapıldığı zaman, hakkında sözleşme yapılan işi yapmaya ücretlinin devam etmesi hâlinde sözleşmenin yenilenmesi gereklidir. Aynı şekilde icare akdinde müddetin belirtilmesi de vaciptir. Ancak her aya ait olan sözleşme o ay içerisinde yapılmayıp daha önce de yapılabilir. Mesela Muharrem ayında Receb ayına ait sözleşme yapılabilir. Sözleşmede süre belirtildiği zaman veya cehaleti kaldırmak için sözleşme içinde müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman, bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir.

İşin Ücreti

İcare ücretinin, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde açık ve niteliği bakımından bilinen olması şarttır. Çünkü Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: إذا استأجر أحدكم أجيراً فليعلمه أجره “Sizden biriniz bir kimseyi ücretle tuttuğu zaman alacağı ücreti ona mutlaka bildirsin.” İcare bedelinin nakit olması caiz olduğu gibi nakit dışında mal veya menfaat gibi başka bir şey olması da caizdir. Malum olması şartı ile fiyatı olabilen her şeyin ücret olarak alınması caizdir. Şayet miktar belirtilmeden meçhul kalırsa sahih olmaz. Bu nedenle bir ırgatın ekinin bir kısmı karşılığında kiralanması caiz değildir. Çünkü kesin olarak verilecek miktar belli değildir. Ancak işçiye bir sa veya bir ölçek vermeyi belirtirse bu icare caizdir. Bir işçiyi yiyecek ve giyecek karşılığında çalıştırmak da yiyecek ve giyeceğin yanında belli bir ücret verme karşılığında çalıştırmak da caizdir. Çünkü hüküm süt emziren kadın hakkında inen ayette sabittir. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ “Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir…” [Bakara 233] Bu ayete göre Allahu Teâlâ, çocukları emzirmeleri nedeniyle kadınlara nafaka ve giyecek verilmesini istemektedir. Bu husus süt emzirmede caiz olduğuna göre bir başka yerde de caiz olur. Çünkü hepsi icaredir. Zira süt emzirmek icare meselelerinden bir meseledir.

Özet olarak icarenin, bilinmezliği ortadan kaldıracak ve buna bağlı olarak da herhangi bir çekişmeye yer vermeden faydalanmayı sağlayacak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde asıl olan husus insanlar arasındaki anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle işe başlamadan önce ücret üzerinde ittifak sağlanmalıdır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur. İcare bir iş üzerine vaki olmuşsa işçi sözleşme ile ücreti hak eder. Fakat ücretin ancak işin yapılmasından sonra teslim edilmesi gerekir. İş biter bitmez ücretin hemen ödenmesi gereklidir. Çünkü Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir kutsi hadiste şöyle buyurmaktadır: ثلاثة أنا خصمهم يوم القيامة، رجل أعطى بي ثمّ غدر، ورجل باع حراً فأكل ثمنه، ورجل استأجر أجيراً فاستوفى منه ولم يعطه أجره “Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu: Kıyamet günü ben şu üç sınıf insanın hasmıyım: Benim adıma bir sözleşme yapan sonra da ahdini terk eden, hür bir kimseyi köle deyip satıp parasını yiyen, bir adamı ücret karşılığı çalıştırıp ondan faydalandığı halde ücretini vermeyen kimse.” [Buhari, Ebu Hureyra’dan rivayet etti] Eğer yapılan icare akdinde ücretin ertelenmesi yani belli bir zaman sonraya bırakılması şartı varsa, ertelenen vadede ödemek vacip olur. Ücretin parça parça, günlük, aylık gibi zaman dilimlerinde ödenmesi üzere bir akit yapılırsa, üzerinde anlaşma sağlanan zamanlarda ödenmesi gerekir. İşçinin ücrete müstehak olması için çalıştıranın bilfiil işçiden yararlanması zarureti yoktur. İşçiden yararlanabilme imkânının olması ücretlinin ücretini almaya hak kazanması için yeterlidir. Bir kimse evinde çalıştırmak üzere özel bir hizmetçi tutarsa, hizmetçi eve gelip ev sahibinin yaptıracağı işleri yapmaya hazır olursa, ücret verenin ücretliden istifade imkânına sahip olduğu sürenin geçmesiyle işçi ücreti hak etmiş olur. Sözleşmenin menfaat üzerinde yapılması, çalıştıranın ise o menfaati bilfiil elde etmemiş olması, işverenin faydayı elde etme imkânına sahip olmasına rağmen menfaati elde etmeye teşebbüs etmemesi, ücretlinin ücreti hak etmesine engel değildir. Çünkü burada noksanlık ücretli tarafından değil, onu kiralayan tarafındandır. Fakat müşterek ücretli veya genel ücretli bir kimse, bir malla ilgili belli bir işi yapmak üzere ücret karşılığında tutulursa, bu işi yapmadan bu işten kurtulamaz. Tezgâhında boyama işi yapan bir boyacı veya dükkânında elbise diken terzi elindeki işi sahibine teslim ettiğinde ancak o işten kurtulur. Bu işi tamamlamadan önce de ücret almayı hak edemez. Çünkü üzerinde anlaşma yapılan iş hâlen onun elindedir. Dolayısıyla elindeki işi anlaşma yapılan kişiye (sahibine) teslim etmeden önce ondan kurtulamaz. Ancak iş, terzinin işverenin evine gelerek evde işi yapması veya boyaması gibi bir sözleşmeye dayalı ise ücretli işi teslim etme gibi bir sorumluluğu taşımaz. Sadece işini yapmakla ücret almaya hak kazanır. Çünkü ücretli kendisinden istenileni yapmak üzere kendisini işverenin emrine hazır hâle getirmiştir ve her an için de işi yapmaya hazırdır.

Ücret Tespitinde Esas Alınması Gereken Kriterler

İcare bir bedel karşılığı menfaat üzerine yapılan akittir. İcare akdinin tamamlanması için şu şartlar aranır:

a- Akit yapan her iki taraf temyiz kabiliyetine haiz, ehil kimseler olmalıdır.

b- Akit yapanların karşılıklı rızaları olmalıdır.

c- Verilecek ücret belli olmalıdır.

Çünkü İbni Mesud’dan bir rivayette Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır: إذا استأجر أحدكم أجيراً فليعلمه أجره “Sizden biriniz bir kimseyi ücretle tuttuğu zaman alacağı ücreti ona mutlaka bildirsin.” [Dârekutnî, İbn Mesud’tan rivayet etti] Ücret belli olmadan icare akdi yapılırsa sahih olur. Fakat ihtilaf çıktığında “ecr-i misle” (benzer ücrete) ya da piyasanın öylesi bir işçiye ödediği ücrete başvurulur. İcare akdi yapılırken ücret belirtilmemiş ise veya işçi ile işveren arasında belirtilen ücret hususunda bir anlaşmazlık vuku bulursa yine ecr-i misil esas kabul edilir. Bu tatbikat mihrin tespiti ile ilgili hususa kıyas edilerek yapılır. Zira mihrin belirtilmemesi hâlinde veya belirtilen miktarda ihtilaf olduğunda mihr-i misle başvurulur. Bunun böyle olmasının nedeni Nesaî ve Tirmizî’nin rivayet ettiği, hasen ve sahih rivayete dayanmaktadır.

«عَن ابْنِ مَسْـعُودٍ أَنَّهُ سُئِلَ عَنْ رَجُلٍ تَزَوَّجَ امْرَأَةً وَلَمْ يَفْرِضْ لَهَا صَدَاقًا وَلَمْ يَدْخُلْ بِهَا حَتَّى مَاتَ فَقَالَ ابْنُ مَسْعُودٍ لَهَا مِثـْلُ صَدَاقِ نِسَائِهَا لا وَكْسَ وَلا شَطَطَ وَعَلَيْهَا العِدَّةُ وَلَهَا المِيرَاثُ فَقَامَ مَعْقِلُ بْنُ سِنَانٍ الأَشْجَعِيُّ فَقَالَ قَضَى رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي بِرْوَعَ بِنْتِ وَاشِقٍ امْرَأَةٍ مِنَّا مِثْلَ الَّذِي قَضَـيْتَ فَفَرِحَ بِهَا ابْنُ مَسْـعُودٍ»

Kocasının mihrini belirtmediği ve ölünceye kadar da kendisi ile duhul (cinsî münasebet) yapmadığı bir kadın hakkında Abdullah b. Mesud RadiyAllahu Anh’a sorulduğunda şöyle demiştir: O kadına (ecr-i misil denilen) kendi seviyesindeki kadınların (mihri) verilmesi gerekir, ne eksik ne de fazla. O kadının iddet süresini beklemesi gerekir. Mirastan da payına düşeni alır. Bunun üzerine Ma’kıl b. Sinan el Eşcaî kalkarak dedi ki: Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bizim kabilenin kadınlarından Vâşık’ın kızı Birva hakkında da aynı senin verdiğin hükmün benzerini verdi, dedi. Bunun üzerine İbni Mes’ûd sevindi.” Hadiste yer alan “O kadına kendi seviyesindeki kadınlar gibi verilmesi gerekir” ifadesi kendi benzeri kadınların mihrinin verilmesi gerekir demektir. Buna göre Şâri, mihrin belirlenmediği veya mihirde ihtilaf edildiği zaman mihr-i mislin esas alınmasını emretmektedir. Belirlenmiş olan mihrde ihtilaf edildiğinde de aynı uygulama yapılır. Mihr, nikâh akdinde gerekli bir bedel olduğuna göre, akdin gereği olan her bedel de mihrin durumuna kıyas edilir. Bu bedelin satışta olduğu gibi bir mal olması, icarede olduğu gibi emek veya fayda olması ya da nikâhta olduğu gibi gönül hoşluğu ile olması arasında herhangi bir fark yoktur. Buna göre akit yapılırken bedel belirtilmezse yahut belirtilmiş bedel üzerinde ihtilaf çıkarsa o zaman mihrin taşıdığı özellikte olduğu gibi misli bedel uygulamasına göre hareket edilir. Bunun için icarede de ecr-i misil ile hükmedilir. Aynı şekilde sözleşme esnasında fiyat belirtilmemiş ise veya belirlenen fiyatta anlaşmazlık olursa, alışverişle ilgili hususlarda ise “semen-i misle” (benzer fiyata) göre hareket edilir. Bu temel kaideye göre işverenle işçi, gerek akit sırasında belirtilmemiş olan ücret, gerekse belirtilmiş olan ücret üzerinde anlaşmazlığa düştükleri zaman ihtilafların halli için ecr-i misle göre hüküm verilir. Akit yapılırken ücret, bilinirse o zaman ücret bilinen ücret olur. Akit yapılırken ücret bilinmezse yahut bilinen ve belirtilen ücret üzerinde anlaşmazlık vuku bulursa o zaman ücret ecr-i misle göre belirlenir. Buna göre ücret iki kısımdır:

a- Ecr-i musemma (belirlenmiş, bilinen ücret)

b- Ecr-i misil (benzer ücret)

“Ecr-i musemma” belirlenirken göz önünde bulundurulacak şey, akit yapan her iki tarafın rızasının şart olmasıdır. Yani ücret belirtilirken her iki tarafın belirtilmiş olan ücret üzerinde rıza ile ittifak etmeleri gerekir. Belli ve muayyen bir ücret üzerinde iki tarafın rızasıyla sözleşme yapılırsa o ücret ecr-i musemma olur. Buna göre işveren, belirtilen ücretten fazla ödemeye zorlanamayacağı gibi çalışan da daha önce tayin edilen ücretten az almaya zorlanamaz ve şer’an sözleşmede belirtilen ücretin ödenmesi vacip olur. İcare akdinin işin menfaati üzerine yapılmış olması hâlinde ecr-i misil benzer bir işin ve işçinin tespit edilen ücretleridir. Eğer icare akdi şahsın sağlayacağı menfaate göre yapılırsa bu hâlde ecr-i misil sadece benzer işçinin ücretidir. Ecr-i mislin tayini işin ehli olan bilirkişiler tarafından tespit edilir. Bunun belirlenmesinde devlet veya halkın örfü dikkate alınmaz. Bu konuda tek merci işçinin ücretinde uzman olan kimselerdir.

Uzmanlar tarafından tespit edilmesi istenen ücretin dayandığı esas menfaattir. Bu menfaat ister işten elde edilecek menfaat olsun, ister işçinin çalışmasıyla elde edeceği menfaat olsun fark etmez. Bilindiği gibi icare akdi menfaat üzerine cereyan eder. Böylece menfaat, ücret takdirinin üzerine oturduğu esas olur. Ücret, ücretle çalışanın üretimiyle, onun toplum içindeki yaşamının en alt seviyesi ile takdir ve tespit edilmez. Yine ücretin tespitinde ücretlinin yapacağı üretim ve yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesinin yüksekliği veya düşüklüğüne ya da gelir seviyesine de bakılmaz. Ücret tespitinde ancak menfaate başvurulur. Uzmanların yaşadıkları toplum içerisinde takdir ettikleri menfaat değerine göre işçinin ücreti tespit edilir. Uzmanlar iş ve işçi ücretlerini tespit ederlerken bu menfaatin toplum içindeki değerine bakarlar. Böylece onlar ücreti, işçinin veya işin getirdiği menfaatin kıymeti ile tespit ederler. Toplumdaki menfaat değerinin takdir edilmesinde bir ihtilaf meydana gelince ihtilafın delile göre takdir edilmesi caiz değildir. Bilakis, uzmanların görüşü ile iktifa edilir. Çünkü mesele ücretin miktarını belirleyecek delil getirmek değil menfaatin değerini bilmektir.

İşte ücretin belirlenmesinde esas budur. Bu esas, uzmanların yapacağı takdire göre ortaya çıkan menfaattir. Ancak uzmanlar iş ve işçi ücretinde yer alan ecr-i misli takdir ederlerken o işe ve işçinin ücretine değil benzeri bir işi yapan ücretliye bakmalıdırlar. Yani işe ve işçiye bakmalıdırlar. Aynı zamanda icarın zaman ve yerini de dikkate almaları gerekir. Çünkü ücret zamana, mekâna, işe ve işçinin durumuna göre değişebilir.

Ücreti veya ecr-i misli tespit eden uzmanların sözleşme taraflarınca yani işveren ve işçi tarafından seçilmeleri gerekir. Taraflar uzmanları seçemezlerse yahut uzmanlar üzerinde ihtilaf ederlerse devlet veya mahkeme uzmanları tayinde salahiyet sahibidir.

Mülkiyette Tasarruf Hakkı

Mülkiyet, kendisi veya menfaati ile takdir edilmiş şerî bir hüküm şeklinde tanımlanmıştı. Bu, hükmün kendisine izafe edildiği kimseye bir şeyden yararlanabilme ve ondan karşılık alabilme imkânının verilmesini gerekli kılar. Buna binaen mülkiyet, kendisi veya menfaati ile takdir edilmiş şerî bir hükümdür. Yani Şâri’nin iznidir. Tasarruf ise bu şerî hükme bağlı olan husustur. Yani Şâri’nin izniyle mülkiyet hakkına sahip olan kimseye bir şeyden yararlanma veya ondan karşılık alma imkânının sağlanmasıdır. Bu nedenle mülkiyette tasarruf Şâri’nin izniyle kayıtlıdır. Çünkü mülkiyet, faydalanma ile ilgili Şâri’nin iznidir. Tasarruf ise maldan faydalanmaktır. Mal Allahu Teâlâ’nın olup, malda tasarruf yetkisini kendi izniyle kullarına vermiştir. Bu hâliyle ferdin mala sahip olması âdeta bir göreve benzetilmiştir. Dolayısıyla mala sahip olan ondan yararlanmak ve çoğaltmak suretiyle bu görevi yerine getirmiş olur. Çünkü fert yararlanmak için mal sahibi olur. Birey, maldan faydalanmada şer’î çerçeve ile kayıtlıdır. Malın mülkiyetine sahip olsa da sınırsız bir tasarruf hakkına sahip değildir. Nitekim kişi maldan yararlanırken şer’î olmayan bir şekilde savurganlıkla tasarrufta bulunsa, devletin ona engel olması, onu bu tasarruftan men etmesi ve Allahu Teâlâ’nın ona vermiş olduğu bu yetkiyi ondan alması gerekir. Buna göre kendisinde ve faydasında tasarrufta bulunmaktan kasıt, mülkte tasarrufta bulunmak demektir. Mülk edinilen maldaki tasarruf hakkı mülkü çoğaltma ve geliştirme hakkını ve çeşitli meşru sahalarda harcama hakkını da kapsar.

Servetin İnsanlar Arasında Dağıtılması

İslam, mülk edinme keyfiyetine birtakım kısıtlamalar getirmiş olmakla beraber ferdî mülkiyeti mübah kılarak, kişilere, mülkiyetlerine tabi mallarında tasarruf izni vermiştir. Kişilerin bu mallar üzerindeki tasarruf (harcama) izni de birtakım sınırlamalara tabidir. İslâm, insanlar arasında yaratılış itibarıyla gerek akli ve gerek bedenî birtakım farklılıkları göz önünde bulundurarak aciz ve muhtaçlara yardım edilmesi gibi hususlara dikkat ederek harcama noktasında ihtiyatlı davranmıştır. Bu tür yardımları zenginlerin mallarından alınmak üzere fakir ve miskinler için bir hak olarak farz kılmış, tüm toplumun vazgeçmeyeceği ve gereksinim duyduğu şeyleri de kamu mülkiyetine dâhil etmiştir. Bu tür malların özel mülkiyet olarak kullanılmasını caiz görmemiştir. Diğer yandan gelirin, mal ve hizmet olarak tebaaya transferinde devleti mesul tutmuş, devlet mülkiyetine ait malları devletin mülk edinmesini de mübah görmüştür.

Tüm bunlar sayesinde tebaanın her bir ferdinin yaşamını, toplumun birbirine sıkı sıkı bağlanan bir toplum olarak kalmasını, fertlerin maslahatlarını ve toplumun işlerinin güdülmesini garantilemiş ve devletin varlığını, iktisadi sorumluluklarını yerine getirebilecek bir kuvvet içerisinde korumuştur. Tabii olarak tüm bunların oluşabilmesi için toplumda her bireyin gelir dağılımından istifade edecek bir konumda bulunması gerekir. Bunun oluşması bir bütün olarak halkın tüm bireylerinin şeriat hükümlerine bağlı kalarak bu hükümleri yerine getirmeye çalıştığı bir toplum yapısında gerçekleştirilir. İslâm âleminin şimdiki durumunda olduğu gibi, bireyler arasında fahiş bir dengesizliğin hüküm sürdüğü toplumsal ortamlarda ise durum farklıdır. Böylesi durumlarda ihtiyaçları giderme konusunda toplumsal kaynaşmayı sağlayabilmek için yeni bir gelir dağılımına, fertler arasında dengenin kurulmasına ihtiyaç vardır.

Aynı şekilde yanlış anlayışlardan veya toplumda görülen ani bozulmalardan veya sistemin uygulanmasında devletten doğabilecek kusurlar nedeniyle şer’î hükümlerin tatbikinde insanların kafalarında sapmalar meydana geldiğinde, işte o zaman tüm halk sistemden yüz çevirmeye, toplum da üzerinde yürüdüğü çizgiden çıkmaya başlar. Bunun doğal bir neticesi olarak bencillik, egoizm ve kötü bir hâl almış özel mülkiyet oluşur. Bireyler arasındaki gelir dağılımı dengesizleşir ki bu durumda tekrar denge oluşturmak veya dengeyi oluşturacak yollar temin etmek kaçınılmaz olur.

İki husustan birine bağlı olarak insanlar arasında servetin dağılımı kötü olur.

a- Maddi servetlerin yalnızca zenginler arasında dolaşarak, sadece zengin kesim arasında birikmesinden.

b- Maddi servetlerin insanlar arasında dolaşımını engelleyici tutumlardan ve insanlar arasında dağıtımı sağlayan araçlara karşı toplumda bir engelin kurulmasından.

İslam ise her iki durum için de çözümler oluşturmuştur. Zira İslam, varlıkların tüm insanlar arasında dolaşımını garanti altına alan şer’î hükümler içermektedir. Toplumda dengenin bozulması söz konusu olduğu zaman bunu tekrar düzeltecek mekanizmalar getirmiştir. Bu kapsamda olmak üzere değişim aracı olan altın ve gümüşün biriktirilmesini yasaklayan şer’î hükümler koyduğu gibi altın ve gümüşün toplumdaki insanlar arasında mübadele aracı olmasını da zorunlu kılmıştır. Böylece bozulmuş olan ve sapma temayülleri gösteren toplumu tedavi ederek, fert fert tüm insanların gelir düzeylerinin yükselmesine çalışır. Böylece her fert kendi temel ihtiyaçlarını tam olarak karşılayabildiği gibi temel ihtiyaçları dışında kalan ikincil ihtiyaçlarını da karşılayabilecek imkânlarla yüz yüze gelebilmesi sağlanmış olur.

Toplumda Ekonomik Denge

İslâm, tüm mal ve servetlerin tebaanın tüm fertleri arasında dağılımını vacip kılmıştır. Bu dağılımda yalnızca belli bir kesim arasında cereyan eden tekelleşmeyi de yasaklamıştır. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ “O mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin.” [Haşr 7] İhtiyaçların temini noktasında fertler arasında fahiş bir dengesizlik söz konusu olduğu zaman -ki bunun nedeni İslami hükümlerin tatbikinden doğan zafiyet olsa da bu durumun düzeltilmesi için yani toplumsal dengenin sağlanması için devletin müdahalesi gereklidir. Devlet bu dengeyi ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere, elinde bulunan menkul ve gayrimenkul mallardan vererek oluşturmaya çalışır. Mal vermekten amaç, ihtiyaçların geçici olarak tatmini değildir. Bilakis, ihtiyaçları giderici servet veya mülkiyeti çoğaltarak köklü bir çözüm sağlanmasına yardımcı olacak vasıtaları çoğaltmaktır. Bu dengeyi tesis etmek için devletin elinde mal bulunmadığı veya var olan mal yetmediği zaman halkın malından temin ederek bunu yapması devlet için doğru olmaz. Tesis edilecek bu denge için halk üzerine vergi koyulması da doğru olmaz. Zira bu konu tüm Müslümanlar üzerine farz olan işlerden değildir. Bu nedenledir ki devlet, toplumdaki iktisadi dengede bir boşluk gördüğü zaman bunu çözmek için elinde yeterli miktarda malı bulunmayan kimselere devlete ait mallardan verir. Zira Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensar ve Muhacirler arasında malların mülkiyetinde dengesizlikler olduğunu gördüğü zaman iktisadi dengeyi sağlamak için Nadir oğullarından ganimet olarak alınan feyi Muhacirlere tahsis etmiştir. Nitekim rivayete göre Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem sulh ile Nadir oğullarının yaşadığı toprakları fethedip Yahudileri de oradan sürünce, Müslümanlar Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den bu ganimetleri teksim etmesini istediler. Bunun üzerine şu ayet inmiştir: وَمَا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْهُمْ فَمَا أَوْجَفْتُمْ عَلَيْهِ “Onların mallarından Allah’ın savaşılmaksızın Rasulü’ne kazandırdığı mallar için.” [Haşr 6] Bu ayetle Allah Azze ve Celle Nadir oğullarının ganimetlerini Neba’ye vererek dilediği şekilde tasarruf imkânı tanımıştır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem de bu ayet üzerine, elde edilen ganimetleri Ensar’dan Ebû Dücane Simak b. Harşe ile Sehl b. Huneyf hariç tamamını Muhacirlere dağıtmıştır. Zira Ensar’dan olan bu iki kişi Muhacirler kadar fakir kişilerdi. İbni Abbas’tan. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensâr’a dedi ki: إن شئتم كانت لكم دياركم وأموالكم ولم نقسم لكم من الغنيمة شيئاً، فقالت الأنصار بل نقسم لإخواننا من ديارنا وأموالنا ونؤثرهم بالغنيمة “Dilerseniz evlerinizi ve mallarınızı Muhacirlerle bölüşürsünüz. Ben de bu ganimetleri onlarla sizin aranızda taksim ederim. Buna karşılık sizler de bu ganimette onlarla ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur fakat ganimetten size herhangi bir şey vermem. Buna karşı Ensar: Biz kardeşlerimizle mal ve evlerimizi bölüşürüz, ganimette de onları tercih ederiz, dediler.” Bunun üzerine şu ayet indi: وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar ihtiyaç sahipleri olduğu hallerde (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler.” [Haşr 6] Allahu Teala şöyle buyuruyor: كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ “O mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin.” [Haşr 7] Ayette geçen دُولَةً lafzı lügatte, toplumun birbirinden alıp verdiği şeylere verilen isimdir. İnsanlar arasında dolaşan mala da denir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: “Ta ki fey bir hak olarak fakirlere verilsin. Onlarla fakirler geçimlerini temin etsinler. Böylece mal yalnızca zenginler elinde dolaşan bir varlık olmasın.”

Nadir oğullarından alınan fey (ganimet) devlet mülkiyetine ait bir mal olarak bütün Müslümanların hakkıydı. Ancak bunun zenginlere verilmeyip sadece fakirlere verilmesinin nedeni, zengin ve fakir arasındaki ekonomik dengeyi sağlamak içindi. Beytü’l mala ait olan gelirler hakkında da aynı şekilde uygulama yapılır. Ancak bu malların, gelirlerin, Müslümanlardan toplanan türden gelirlerden olmaması, ganimet malları gibi olması gerekir. Fakat Müslümanlardan toplanan mallar ekonomik dengeyi temin için kullanılmaz. Ayette geçen bu tatbikat her zaman aynı şekilde olur. Çünkü önemli olan sebebin hususiliği değil lafzın umumiliğidir. Buna binaen ekonomik dengenin temini için bütün Müslümanların malı olan beytü’l maldan tebaasının sadece fakirlerine mal vermesi halife üzerine düşen bir vazifedir. Böylece bu yardım vasıtasıyla istenen ekonomik denge sağlanmış olsun. Yalnız bu konu beytü’l malın sabit bir harcaması olarak düşünülmemelidir. Çünkü bu, belli durumlar için yine belirli malların harcanması yoluyla düşünülmüş bir düzenlemedir.

Şirketler

Şirketlerle İlgili Hükümler

İslam’da Şirket

Lügatte şirket, biri diğerinden ayırt edilemeyecek şekilde iki veya daha fazla hissenin birbirine karışmış olmasını ifade eder. Şeriata göre ise şirket, iki veya daha fazla kişinin, kazanç sağlamak amacı ile mâli bir iş yapmak üzere aralarında yaptıkları bir akittir (sözleşmedir). Diğer sözleşmeler gibi şirket sözleşmesi de icap ve kabulün bir arada bulunmasını gerektirir. “İcap” ortak olacaklardan birinin diğerine; “Şu hususta seninle ortak oldum.” demesidir. “Kabul” ise diğerinin “Kabul ettim.” demesidir. Ancak bu lafızların aynen söylenmesi gerekmez. Önemli olan mana yani icap ve kabulde akit taraflarından birinin diğerine bir şey üzerinde ortak olmayı sözlü veya yazılı şekilde bildirdiğini ve diğerinin de bunu kabul ettiğini ifade eden mananın tecelli etmesidir. Sadece ortaklık yapmak üzere anlaşmaya varmak akit sayılmaz. Aynı şekilde ortaklık için malın verilmesi de akit sayılmaz. Sözleşme, bir nesne üzerinde ortaklık anlamını içermelidir. Şirket sözleşmesinin sahih olması için üzerinde akdin yapıldığı husus ile alakalı yetki ve üzerinde akdin yapıldığı bu yetkinin kendisi de vekâlete elverişli olmalıdır ki taraflar arasındaki yetkiyi kullanma ortak olmuş olsun.

Şirket şer’an caizdir. Çünkü elçi olarak gönderildiğinde insanların ortaklaşa iş yapmalarına şahit olan Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onların bu davranışlarına ses çıkarmadı. Dolayısıyla Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in herhangi bir şey hakkındaki ikrarı, yapılan işin şerî açıdan caiz olduğunun delilidir.

Buharî, Süleyman b. Ebî Müslim yoluyla şu hadisi rivayet etti: سألت أبا المنهال عن الصرف يداً بيد، فقال: اشتريت أنا وشريك لي شيئاً يداً بيد ونسيئة، فجاءنا البراء بن عازب، فسألناه، فقال: فعلت أنا وشريكي زيد بن أرقم، وسـألنـا النبي صلى الله عليه وسلم عـن ذلك فقـال: ما كـان يـداً بيد فخـذوه وما كان نسيئة فردّوه “Dedi ki: Ebu el-Minhâl’e peşin bozdurmanın (sarf) hükmünü sordum. Dedi ki: Ben ve ortağım peşin ve veresiye bir şey aldık. Bize Berâe b. Azib geldi. Ona bunu sorduk. Bunun üzerine şöyle dedi: Ben ve ortağım Zeyd b. Erkam da aynı şekilde ticaret yapıyorduk. Bu faaliyetimiz hakkında Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e sorduğumuzda bize şöyle dedi: Peşin olanı alın, veresiye olanı geri verin.” Bu hadise göre Müslümanlar birbirleriyle ortaklık yapıyorlar Rasulullah da onların bu faaliyetlerini gördüğü hâlde onlara karşı çıkmıyordu. Ebu Dâvud, Ebu Hureyre’den Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet eder: إن الله يقول أنا ثـالث الشـريكين ما لم يخن أحدهما صاحبه، فإذا خانه خرجت من بينهما “Yüce Allah şöyle buyuruyor: Biri diğerine ihanet etmediği sürece, ben iki ortağın üçüncüsüyüm. Biri ihanet edince ben aralarından çıkarım.

Müslümanın Müslümanla, zımminin zımmiyle, Müslümanların zımmilerle şirketleşmeleri caizdir. Bir Müslümanın Hıristiyan, Mecusi veya diğer dinlerden olan zımmilerle ortaklaşa iş yapmaları caizdir. Müslim, Abdullah b. Ömer’den rivayet ediyor. Dedi ki: عامل رسول الله صلى الله عليه وسلم أهل خيبر -وهم يهود- بشطر ما يخرج منها من ثمر أو زرع “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hayber halkı ile -ki onlar Yahudi idiler- Hayber’in meyve ve ekinlerinin yarısına karşılık anlaşma yaptı.” Ve اشترى رسول الله صلى الله عليه وسلم من يهودي طعاماً ورهنه درعه “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir Yahudi’den yiyecek satın aldı ve ona zırhını rehin olarak verdi.” [Buhari, Aişe kanalıyla rivayet etti.] Tirmizî’nin İbni Abbas Radiyallahu Anh’tan yapmış olduğu rivayette de şöyle denilmektedir: توفى النبي صلى الله عليه وسلم ودرعه مرهونة بعشرين صاعاً من طعام أخذه لأهله “Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem zırhını ailesi için almış olduğu yirmi ölçek yiyecek karşılığı rehin vermiş olduğu halde vefat etti.” Tirmizî’nin Aişe Radiyallahu Anhâ’dan yaptığı rivayette ise şöyle denilmektedir: أن رسول الله صلى الله عليه وسلم أرسل إلى يهودي يطلب منه ثوبين إلى الميسرة “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir Yahudi’ye, bedelini vaktinde ödemek üzere iki takım elbise ısmarladı.” Bu hadislere göre Yahudi, Hıristiyan ve diğer zımmilerle ortaklık yapmak caizdir. Çünkü yukarıdaki delillerde de görüldüğü gibi zımmilerle muamelede bulunmak caizdir. Ancak Müslümanlarla ortaklık hâlindeyken zımmilerin şarap ve domuz gibi haram kılınmış şeylerin alım ve satımını yapmaları caiz değildir. Fakat Müslümanlarla ortak olmadan önce şarap ve domuz satmışsa, karşılığında almış olduğu bedeli şirkete koyması caizdir. Caiz tasarrufta bulunması halinde ancak şirket sahih olur. Çünkü şirket, malda tasarrufa dayalı olarak yapılan bir sözleşmedir. Malda tasarrufta bulunması kendisine caiz olmayan kişi ile şirket kurulması sahih olmaz. Bu nedenle hacr altına alınan (tasarruftan men edilen) kimseler ve tasarrufta bulunmaları caiz olmayan kimselerle şirket kurulması caiz değildir.

Şirket emlak şirketi ya da akit şirketi olur. Emlak şirketi aynı zamanda mal şirketidir. İki adamın miras yoluyla veya satın aldıkları ya da biri tarafından hediye edilen bir malda ortak olmaları şeklindeki ortaklıklar gibi. Mülkün geliştirilmesi ile ilgili konularda ise akit şirketi söz konusu olur. İslâm’daki akit şirketleri, bunlarla ilgili şerî hükümler ve şerî delillerin derinlemesine incelendiğinde akit şirketlerinin beş gruba ayrıldığı görülür:

1- İnan Şirketi

2- Ebdân Şirketi

3- Mudârabe Şirketi

4- Vücûh Şirketi

5- Mufaveda Şirketi

 İnan Şirketi

İki bedenin mallarıyla ortaklaşmalarıdır. Yani iki kişinin bedenleriyle çalışmak ve kazancı aralarında paylaşmak üzere ortaya koydukları malda şirketleşmeleridir. Bu türlü şirkete inan denmesinin sebebi, her iki ortağın tasarrufta birbirlerine eşit olmalarıdır. Bunların hâli, aynı hızda ve aynı hizada bulunan iki at sürücüsünün atlarının yularlarının da eşit olmalarına benzetilmiştir. Bu şirket Sünnet ve Sahabenin icması ile caizdir. İnsanlar Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Sahabe döneminden beri bu ortaklığı devam ettirmektedirler.

Şirketlerin bu çeşidinde sermaye, nakit para olarak ortaya konur. Çünkü nakit para, malların değeri ve satın alınacak eşyanın fiyatıdır. Değeri tespit edilmeyen mal ve eşyanın, akit yapılırken şirkete konması caiz değildir. Şayet akit sırasında değeri tespit edilir, sermayeye çevrilirse o zaman caiz olur. Aynı zamanda sermayenin malda tasarrufta bulunmaya imkân verecek şekilde belli olması da şarttır. Miktarı ve keyfiyeti meçhul bir sermaye üzerinde şirket caiz değildir. Yine ortada bulunmayan bir mal veya borç üzerine de şirket caiz olmaz. Çünkü şirketin dağılması esnasında sermayeye başvurmak gerekir. Borç ise tasarrufu hemen mümkün kılmaz. Hâlbuki tasarruf, şirketin maksadıdır. Miktar bakımından mâli şeylerin eşit olması şart değildir. Yine ortaya konulan malların aynı cinsten olması da şart değildir. Ancak ortaya konulan mallar akit yapılırken tek bir değer üzerinden tespit edilmeli ki mallar tek bir mal gibi olabilsin. Mısır ve Suriye parası ile ortak olunabilir ve değişik nakitlerle ortaklık gerçekleşebilir. Yeter ki her iki taraf bir değerde uzlaşsın. Böylece nakit ayrılığı yerine ortak tek bir değer ortaya konmuş olur. Çünkü ortaya konulan şirket sermayesinin herkesçe bilinen, ortaklardan birinin malı diğerinden ayırt edilemeyecek şekilde tek bir sermaye halinde olması şarttır. Malın ortakların tasarrufunda olması da şarttır. İnan şirketi vekâlet ve emanete (güvene) dayanır. Ortaklardan her biri malını arkadaşına verdiğinde ona güvenmiş, arkadaşına o malda tasarruf izni ve de vekalet vermiş olur. Şirketin kuruluşu tamamlanınca ortaklar birleşmiş olur. Dolayısıyla ortakların her birinin bizzat kendi bedeniyle çalışmaya başlaması gerekir. Çünkü şirket onların bedenleri üzerine kurulmuştur. Şirkette tasarruf yetkisini kullanmak için ortaklardan birinin bedeniyle çalışmak üzere herhangi bir kimseyi kendi yerine vekil tayin etmesi caiz değildir. Bilakis tüzel bir şahsiyet kazanmış bulunan şirket uygun görürse çalışmasını istediği herhangi bir kişiyi ücretli olarak çalıştırabilir. Ancak ortaklardan yalnızca birinin yerine ücretli olarak çalışamaz.

Ortaklardan her birinin şirketin çıkarına uygun bir şekilde şirket namına alım satımda bulunmaları caizdir. Yine şirket adına satılan şeyin bedelini veya alınan şeyi teslim alabilir. Şirketin borcu hakkında tartışır, borcu talep eder, havale alır, havale eder, kusurlu malı geri verebilir. Şirketin sermayesinden ücretli işçi tutabilir ve ücret verebilir. Çünkü menfaatler, mallar üzerinde gerçekleşmektedir. Böylece ortak kendi malında alışveriş yapar gibi olur. Ortak, şirket namına araba ve benzeri eşyayı satabilir. İsterse alışverişe ait bir mal gibi arabayı kiralayabilir ve böylece arabanın sağlayacağı menfaat aynen mal gibi şirkete ait olmuş olur ve ortaklık böylece yürür. Ortakların koydukları malda eşit olmaları şart değildir. Fakat yetkide eşit olmaları şarttır. Koydukları mal birbirine göre fazla olabileceği gibi eşit de olabilir. Kazanç ise anlaşmalarına bağlıdır. Kazançta da hem eşit olabilirler hem de biri diğerinden fazla olabilir. Bu durum, akit sırasında ortaya koydukları şartlara bağlıdır. Bu hususta Ali RadiyAllahu Anh şöyle demiştir: الربح على ما اصطلحوا عليه “Kâr, akit yapanların üzerinde anlaştıkları şartlara göredir.” [Abdürrezzâk, el-Câmi’de rivayet etti.] İnan şirketinde zarar ortaya koyulan mal miktarına bağlıdır. Eğer koydukları mal miktar bakımından eşit ise zarar da yarı yarıyadır. Eğer konan mal üçte bir ise zarar da üçte bir olarak tahakkuk eder. Eğer bunun dışında bir şart yapmışlarsa onların şartının bir değeri yoktur. Şartlarına bakılmaksızın zarar hükmü infaz edilir. Zarar hükmü “Zarar mal nisbetinde taksim edilir.” şeklindedir. Çünkü beden para olarak herhangi bir şeyi kaybetmez. Bedenin zararı sadece sarf ettiği emeğidir. Böylece zarar yalnız malda kalır. Bu zarar da ortakların hisselerine göre paylaşılır. Ortaklaşma vekâlet etmektir. Vekâlet hükmüne göre vekil tazmin ettirilmez. Zarar ise müvekkilin malına düşer. Abdurrezzak, el-Câmi kitabında Ali RadiyAllahu Anh’dan şöyle dediğini rivayet etti: الوضيعة على المال والربح على ما اصطلحوا عليه “Zarar malların miktarına göredir. Kâr, üzerinde anlaştıkları şartlara göredir.

Ebdân Şirketi

Bu şirket, ortaya mal koymaksızın iki veya daha fazla kişinin sadece bedenleriyle yani elleriyle yani emekleriyle kazanmak hususunda belli bir işi yapmak üzere ortaklık kurmalarıdır. Yapılacak olan işin, zihinsel ya da bedenî olması fark etmez. Mesela zanaat sahibi kimselerin zanaatları ile ilgili bir işi yapmak üzere ortak olmaları gibi. Elde ettikleri kazanç kendi aralarında taksim edilir. Mühendis, doktor, avcı, hamal, marangoz, şoför ve benzerlerinin bir araya gelerek yapacakları ortaklık da bu kapsamda değerlendirilir. Hepsinin aynı zanaatı yapmakta ortak olmaları şart olmadığı gibi hepsinin zanaatkâr olması da gerekmez. Çeşitli zanaat dallarından anlayanların bir araya gelerek ortak olmaları caizdir. Çünkü onlar serbest ve mübah bir kazanç üzerinde ortak oldukları için ortaklıkları sahihtir. Bir grup sanatkârın kendi aralarında anlaşmaları gibi. Eğer üç kişi bir araya gelip biri şirketi idare, ikincisi mal alma, üçüncüsü de eliyle çalışmak üzere muayyen bir iş üzerinde bir şirket kurarlarsa bu ortaklık caiz, kurdukları şirket sahihtir. Buna binaen bir fabrika kurmak üzere birkaç işçinin bir araya gelip şirketleşmeleri caizdir. Bunların tümünün ya da bir kısmının zanaatkâr olmaları fark etmez. Zanaatkârı, işçisi, kâtibi ve bekçisi bir araya gelerek şirket kurdukları takdirde bunların hepsi fabrikanın ortağı sayılırlar. Ancak kazanç elde etmek için üzerinde ittifak ettikleri işin mübah olması şarttır. Yapılacak iş haram ise ortaklık da caiz olmaz.

Ebdân şirketinde kârın dağıtımı, ortakların üzerinde anlaştıkları şartlara göre eşit veya fazla olabilir. Çünkü çalışma kazanmayı gerektirir. Ortakların iş hususunda birbirinden üstün olmaları caiz olduğu gibi elde edilen kazançta da birbirinden üstün olmaları caizdir. Ortaklardan her birinin işini yaptıkları kimseden ücretin tamamını veya imal ettikleri malın değerini malı satın alan kimseden isteme hakkı vardır. Onları ücretle çalıştıran veya onlardan yaptıkları malı alan kimse ücreti ve malın değerini onlardan birine veya hepsine verebilir. Malın bedeli veya ücreti ortaklardan birine ödemesi hâlinde borç ödenmiş olur. Eğer ortaklardan biri çalışır diğerleri çalışmazsa elde edilen kâr aralarında taksim edilir. Çünkü onlar iş üzerinde birbirlerine kefil durumdadırlar. Dolayısıyla onlardan biri bir işi yaptığı zaman diğerlerinin de elde edilen gelirden pay alma hakları doğar. Ortaklardan biri, bir başkasını kendisine vekâleten beden ortağı yapamayacağı gibi kendi yerine ortak gibi çalışmak üzere birini ücretle çalıştırma hakkına da sahip değildir. Çünkü sözleşme, kendi zatı üzerinde yapılmıştır. Bu nedenle doğrudan doğruya ortakların bizzat kendilerinin çalışması gerekir. Çünkü şirkete ortak edilen yani ortak olarak belirlenen onun bedenidir. Fakat ortaklardan biri isterse ücretle işçi çalıştırabilir. Bu durumda ücretli olarak çalıştırma işi şirket tarafından şirket adına yapılmış bir iş olur. Bu işçi çalıştırmayı doğrudan ortaklardan biri yapmış olsa dahi bunu ne kendi yerine ne de kendine vekâleten yapmış olmaz ve onu kendi yerine ücretli tutmuş olmaz. Her ortağın tasarrufu, şirket adına yapılmış bir tasarruf sayılır ve ortaklardan birinin kabul ettiği bir iş, diğerleri için de bağlayıcıdır.

Bu şirket, Ebû Dâvud ve Esreme’nin, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mesud’a isnad ettikleri hadise göre caizdir. Abdullah b. Mesud dedi ki: اشتركت أنا وعمار بن ياسر، وسعد بن أبي وقاص، فيما نُصيب يوم بدر، فجاء سعد بأسيرين ولم أجئ أنا وعمار بشيء “Bedir günü elde edeceğimiz ganimet üzerinde ben, Ammar b. Yasir ve Sa’d b. Ebî Vakkas bir şirket kurduk. Sa’d iki esir getirdi. Fakat ben ve Ammar bir şey getiremedik.” Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu tatbikatı gördü ve bir şey demedi. Ahmed b. Hanbel şöyle der: أشرك بينهم النبي صلى الله عليه وسلم “Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları ortak yaptı.” Bu hadis, Sahabe’den bir grubun bedenleri ile yapacakları bir iş -ki o da düşmanla savaşmaktı- üzerine bir araya gelerek ortaklık kurmaları ve savaşı kazandıkları takdirde elde edecekleri ganimetleri aralarında paylaşmaları hususunda açık ve net bir ifadedir. “Ganimetlerle ilgili hüküm bu şirket yapısına uymaz.” şeklindeki sözlere gelince hadiste böyle bir ifade yer almamaktadır. Çünkü ganimetlerle ilgili hüküm Bedir Savaşı’ndan sonra inmiştir. Sahabe’nin bu şirketi kurduğu dönemde ise ganimetlerle ilgili hüküm henüz mevcut değildi. Daha sonra inen ganimetlerle ilgili hüküm ise oluşturulan şirketi yani ortaklığı feshetmedi. Sadece savaşa katılanların elde edecekleri, ganimetlerin taksimini belirtti. Böylece ebdân şirketine ait hüküm bu hadisle sabit olmaktadır.

Mudârabe Şirketi

[قراضاً] “Kıradan” şeklinde de isimlendirilen bu şirket, beden ve malın ortaklığı anlamına gelmektedir. Yani bir kişinin bir başka kişiyle ticaret yapması, elde edilen kazancın da aralarındaki anlaşmaya göre paylaşılması için mal vermesidir. Ancak mudârabe şirketinde zarar ortakların anlaşmalarına göre değil, şeriatın belirttiği hususa göredir. Bu türlü şirkette zarar, özel olarak malın üzerinde olur. Sermaye sahibi ile çalışan kendi aralarında kâr ve zarar üzerinde ittifak etmiş olsalar da zarar çalışana değil mala yüklenir. Kâr aralarında taksim edilir fakat zarar sermayeden karşılanır. Çünkü şirket, vekâlet etmektir. Hakkındaki hükme göre vekil zararı tazmin etmez. Zarar sadece vekâlet veren üzerine düşer. Abdurrâzık, el-Câmi kitabında Ali Radiyallahu Anh’dan şöyle dediğini rivayet etti: “Kâr koştukları şartlara göredir, zarar ise malların miktarına göredir.” Mal olarak beden zarar etmez. Sadece harcadığı emekten zarar eder. Böylece zarar mal üzerinde kalır.

Bedeni ile çalışacak olan ortağa mal teslim edilmediği ve mal ile başbaşa bırakılmadığı müddetçe mudârabe şirketi sahih olmaz. Çünkü mudârabe, malın çalışana teslim edilmesini gerektirir. Mudârabe şirketinde çalışanın payının belirlenmesi ve üzerinde mudârabenin cereyan ettiği sermayenin de bilinen bir miktar olması gerekir. Birlikte çalışmayı şart koşmuş olsalar dahi sermaye sahibinin bedenen çalışanla beraber çalışması sahih değildir. Mal ortağı şirkete ait malda tasarruf yetkisine de sahip değildir. Aynı şekilde mal sahibi şirkete ait işlerde de kesinlikle tasarruf hakkına sahip değildir. Mal üzerinde tasarrufta bulunma ve yetki bedenen çalışan ortağa yani mudâribe aittir. Çünkü şirket akdi mal sahibinin bedeni üzerine değil çalışanın bedeni ve mal sahibinin malı üzerine yapılmıştır. Böylece mal sahibi şirket karşısında bir yabancı gibidir. Mal sahibinin şirkette tasarruf yetkisi yoktur. Ancak bedeniyle çalışan ortak da tasarruf hususunda mal sahibinin izin verdiği hususla mukayyed olup ona muhalefet edemez, bu caiz değildir. Sadece kendisine verilen izinle tasarrufa sahiptir. Eğer mal sahibi olan ortak çalışan ortağının yalnızca yün ticareti yapmasına izin vermiş ise yahut deniz yolu ile malın naklini yasaklamış ise o takdirde mal sahibinin görüşü geçerlidir. Bu, mal sahibi şirkette tasarruf edebilir demek değildir. Bunun anlamı, mudârib (çalışan) ortak, mal sahibi ortağın kendisine izin verdiği konu ve sahanın dışına çıkamaz demektir. Bununla beraber şirkette tasarruf yalnız çalışan ortağa aittir. Mal sahibinin şirket tasarrufunda herhangi bir yetkisi yoktur.

Mudârabe şirketinin bir başka türü daha vardır. Ortakların her ikisi de sermaye koyar. Buna ilave olarak biri emeğini de ortaya koyar. Mesela iki kişinin elinde 3000 lira olsa, bu paradan 2000 lirası birine, 1000 lirası diğerine ait olsa, 2000 liranın sahibi olan kimse, 1000 liranın sahibi olan kimseye kazancın yarı yarıya olması üzerine anlaşarak yani 3000 lira üzerinde tasarrufta bulunmasına izin verse, bu şirket sahih olur. Böylece 1000 liranın sahibi, 2000 liranın sahibi yanında mudârib (çalışan ortak) ve ayrıca mal ortağı sayılır. Mudârabenin bir başka çeşidi de iki kişiden sermaye, bir üçüncü kişiden emeğin birleşmesiyle meydana gelen ortaklıktır. Bunların hepsi mudârabe şirketi statüsüne girer.

Mudârabe şer’an caizdir. Nitekim Abbas b. Abdulmuttalib birtakım şartlar koşarak mudârib ortağa sermaye verir ve yapacağı ticarette ona birtakım şartlar koşardı. Bu durum Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e ulaşınca O bunu hoş karşılamıştır. Mudârabe şirketinin cevazı hakkında Sahabelerin icması da gerçekleşmiştir. Nitekim İbni Ebû Şeybe, Abdullah b. Humeyd’den, o babasından, o da dedesinden şunu rivayet etmiştir: أن عمر بن الخطاب دفع إليه مال يتيم مضاربة، فطلب فيه فأصاب، فقاسمه الفضل “Ömer b. Hattab Radiyallahu Anh’a mudârib ortaklığa dayalı yetim malı verildi. Ömer bu malla ticaret yaptı ve elde ettiği kârı yetimle paylaştıktan sonra ortaklıktan ayrıldı.” İbni Kudâme, el-Muğnî kitabında Mâlik b. el-Alâ b. Abdurrahman’dan, o babasından, o da dedesinden şunu rivayet etti: أن عثمان قارضه “Osman Radıyallahu Anh, kârını aralarında paylaşmak koşuluyla mudârabe ortaklığı yapmak üzere kendisine mal vermiştir.” Yine İbni Kudame, İbni Mesud ve Hâkim b. Hizâm’dan şunu rivayet ettiler: “O ikisi (Osman ve dedesi Ya’kûb el-Medenî) mudârabe şirketinde çalışan ortak idiler.” Bütün bunlar Sahabe’nin gözü önünde cereyan etmiştir. Hiçbirinin bu uygulamaya karşı çıktığı ve inkâr ettiği görülmemiştir. Böylece mudârabe şirketinin cevazı hakkında Sahabelerden icma hasıl olmuştur.

Vücûh Şirketi

Bu şirket, iki bedenin kendileri dışında bir başkasına ait mal ile ortaklaşmasıdır. Yani bir kişinin malını iki ya da fazla kişiye mudârib (çalışan ortakları) olarak vermesidir. Böylece iki mudârib başkasının malı ile elde edilecek olan kârda ortak olurlar. Onlar kazancın taksimi hakkında üçte bir (1/3) üzerinde anlaşabilirler. Yani çalışan iki ortağın her birine ve mal sahibine üçte bir verilir. Böylece ortaklardan her birine (1/3) üçte bir düşer. Kârın dağıtımı hakkında dörtte bir (1/4) üzerinde de ittifak edebilirler. Mal sahibine (1/4) dörtte bir, diğer bir ortağa (1/4) dörtte bir, kalan ortağa ise (2/4) dörtte iki düşmek üzere de anlaşma yapılabilir. Kârın paylaşımı konusunda daha farklı şartlarda da anlaşabilirler. Aralarındaki anlaşma çerçevesinde, malı çalıştıranlardan biri diğerinden fazla kâr alabilir. Dolayısıyla mudârib ortaklar sahip oldukları tek bir malda şer’î tasarrufa sahip olmaları şartı ile birinin veya her ikisinin yapacakları işteki becerileri açısından ya da şirket yöneticilikleri açısından da sahip oldukları itibara göre kârın paylaşımında farklı oranlara sahip olabilirler. Bundan dolayı bu şirket, her ne kadar mudârabe şirketi görünümünde olsa da mudârabe şirketinden farklıdır.

Vücûh şirketinin başka bir şekli de iki veya daha fazla kişinin ortaya sermaye koymadan tüccarların kendilerine olan güvenlerine dayalı saygınlıkları ile satın aldıkları malda ortak olmalarıdır. Bu iki ortak satın aldıkları maldaki mülkiyetin yarısı, üçte biri, dörtte biri veya daha farklı bir oranı üzerinde anlaşabilirler. Malı sattıkları zaman elde edilen kazanç, yarı yarıya, üçte bir, dörtte bir gibi aralarındaki anlaşmaya göre taksim edilir. Bu taksim, mal ve eşyadaki mülkiyetlerine göre yapılmaz. Zarar ise satın aldıkları mallardaki mülkiyet miktarlarına göre olur. Çünkü güven üzerine satın alınan mallar, onların malları gibidir. Zarar etmeleri durumunda kimin zararın ne kadarını yükleneceği veya kâr oranı ile ilgili olarak yaptıkları anlaşmaya göre zarar paylaştırılmaz. Kârın, satın aldıkları mal miktarına göre veya daha farklı oranlarda olması durumu değiştirmez.

Vücûh şirketi her iki kısmıyla caizdir. Çünkü bir başkasının malı ile iki kişi ortaklık yaparlarsa Sünnet ve Sahabe’nin icması ile sabit olan mudârabe şirketi türünden bir şirketleşmeye gidilmiş olur. Tüccarların güvenini kazanmış iki kişinin bu güven ve saygınlıklarıyla satın aldıkları malda ortak olmaları, Sünnet’le sabit olan ebdân (beden) şirketi kabilindendir. Böylece vücûh şirketi Sünnet ve icma ile sabit olmaktadır.

Ancak şu bilinmelidir ki burada söz konusu olan güvenden kastedilen mâli güvendir. O da doğrulukla elde edilen güvendir. Makam, nüfuz ve saygınlık değildir. Çünkü şirket ve ticaret konusunda güvenden maksat doğrulukla elde edilen güvendir ki bu da mâli güven ve itimattır. Buna binaen bazı kimseler vardır ki toplumun hürmet ve saygısını kazanmıştır. Fakat doğrulukla elde edilmiş güvenilir kişi olmayabilirler. Kendilerine mâli açıdan güvenilmeyebilir. İşte böyle birindeki güven ticaret ve şirket konularında bir güven sayılmaz. Nitekim o kişi bakan, zengin ve büyük bir tüccar olmasına rağmen doğruluktan kaynaklanan güvene sahip olmayabilir. Bu nedenle de bu tür kişiler toplumda bilinen kişiler olmalarından yola çıkarak mâli açıdan toplumun güvenine sahip kimselerden sayılmazlar. Bu anlamda onlar çarşı ve pazarda para vermeden hiçbir şey satın alamazken öte yandan tüccarlar mal açısından, fakir bir kişiye dürüstlüğünden ve doğruluğundan güvenirler. Böyle bir kişi malın bedelini ödemeden malı satın alabilir. Bu nedenle vücûh şirketinde doğruluktan kaynaklanan güven esastır. Sadece saygınlık ve nüfuz yeterli değildir. Bazı şirketlerin, işlerini daha kolay yürütmelerini temin için bir bakanı ve benzeri kimseleri, emek harcamaya katılmaksızın veya mal ödemeksizin kazançtan ona belli bir pay vererek şirkete ortak etmeleri bu vücûh şirketi kapsamına girmez. Bu İslâm’daki şirket tarifine uygun düşmez ve bu türlü bir ortaklık caiz değildir. Böyle bir adam ortak olamayacağı gibi onun şirketten bir şey alması da helal değildir.

Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde uygulanan bir kanuna göre Kuveytli ve Suudi Arabistanlı olmayanlar buralarda çalışma veya ticarethane açma ruhsatı alamazlar. Bu sebeple bir Suudlu veya Kuveytli hiçbir para ödemeden bir yabancının verdiği mâli imkânla ticari izin almakta, ortağının adına iş yeri açabilmektedir. Suudlu veya Kuveytlinin ortaklığı temin edilecek ruhsat karşılığıdır. Onların namına verilen ruhsata binaen kurulan şirket onlara kârdan bir hisse vermektedir. Bu uygulama da vücûh şirketinden sayılmaz. Şer’an böyle bir ortaklık caiz olmadığı gibi böyle durumlarda Suudlu veya Kuveytli de ortaktan sayılmazlar. Bu kimselerin kuruluşu bu şekilde olan şirketten bir şey almaları helal olmaz. Şeriata göre ortak olmaları için, şeriatın ortakta bulunmasını farz kıldığı hususlara sahip olmadıklarından bu konumdaki Suudlu ya da Kuveytli kişiler şer’an ortak sayılmazlar. Şeriata göre bir kişinin ortak sayılabilmesi için ya sermayesiyle ya bedeniyle ya da doğruluğa dayanan ticari güven ve bu ticari güvene dayalı olarak aldığı malla işletmeye bizzat katılması gerekir.

Mufâveda Şirketi

Mufâveda şirketi, yukarıda adı geçen; inân, ebdân, mudârabe ve vücûh şirketlerinin tümünü bir araya getiren şirkete denir. Buna göre bir kişinin emeklerini ve mallarını katacak olan iki mühendise, konutlar yapıp satmaları için mudârabe ortaklığı ile mal verir. Mühendisler ise ellerindeki sermayenin üstünde bir gayretle çalışmak üzere aralarında ittifak ederler ve tüccarların kendilerine olan güvenine binaen bedelini ödemeden mal almaya başlarlar. Bu şekilde faaliyet gösteren bir şirket mufâveda şirketi olur. Zira iki mühendisin bedenleriyle beraber ortaklaşmaları ebdân şirketidir. Hem emekleriyle ortak olmaları hem de mal koymaları bakımından inan şirketidir. Ortak olarak başkalarından mal almaları bakımından ise mudârabe şirketidir. Tüccarların kendilerine olan güvenine binaen satın almış oldukları malda ortaklaşmaları bakımından da vücûh şirketi olmaktadır. İşte böyle bir şirket, İslâm’daki şirket türlerinin tümünü bir arada bulundurmaktadır. Bu tür bir ortaklık İslâm nazarında sahih bir ortaklıktır. Çünkü bu şirketlerin her biri yalnız başlarına sahih olduklarından bir araya gelerek mufâveda şeklini almaları da caiz ve sahihtir. Mufâveda şirketinde kâr, ortakların aralarında anlaştıkları şekle göre dağıtılacağı için kârın her iki ortağın sermaye miktarları ölçüsünde olması caiz olduğu gibi sermaye miktarlarının birbirine eşit ya da farklı olmasına rağmen eşit seviyede olması da caizdir.

Hakkında nassın varid olmasından dolayı mufâveda şirketinin bu çeşidi caizdir. Bazı fakihler mufâveda şirketinin bir başka türünden daha bahsederler ki bu kesinlikle caiz değildir. Buna göre sermayede, tasarrufta ve borçta eşit olacak şekilde iki kişi bir araya gelerek şirketleşirler. Bu şirkette ortaklardan her biri diğerinin malına ve borcuna sahip çıkar ki bu caiz değildir. Çünkü buna delil olabilecek şerî bir nass yoktur. Bu konuda fakihlerin delil olarak kullandıkları şu hadislere gelince: إذا تفاوضتم فاحسنوا المفاوضة “Mufâveda yaptığınız zaman o mufâvedayı güzel yapınız.” فاوضوا فإنّه أعظم للبركة “Mufâveda yapınız. Zira onda çok büyük bereket vardır.” Bu iki hadiste konuyu doğrulayacak sahih bir şey yoktur. Delaletlerinin sıhhatli olduğu kabul edilse bile manalarında iddia edilen anlamda sahih bir şey yoktur. Bu şirket, meçhul bir sermaye ve meçhul bir iş üzerine kurulmuş bir şirkettir. Tek başına bu bile şirketin sahih olmadığına yeterlidir. Ayrıca öldükten sonra ortaklardan birinin bıraktığı malın diğer ortağa intikali meselesine bakalım. Ortaklardan birinin zımmi olması durumunda Müslüman ortağın bırakacağı miras zımmiye nasıl intikal eder? Bununla birlikte şirket vekâlet etme anlamını içermektedir. Hâlbuki vekâlet edilecek şey meçhul olursa caiz olmaz. İşte bu sebepler mufâveda şirketinin bu çeşidinin sahih olmadığına delâlet eder.

Şirketin Feshi (Dağılması) 

Şirket (ortaklık) şer’an caiz olan akitlerdendir. Ortaklardan birinin ölümü veya aklî dengesini kaybetmesiyle ya da sefihliğinden dolayı hacr edilmesiyle veya ortaklardan birinin ayrılması ile şirket bozulur. Şirket iki kişiden oluşuyorsa -ki bu caiz olan bir akittir- vekâlet gibi şirket de bozulur. Eğer ortaklardan biri ölürse ve reşit bir varisi varsa isterse şirketi devam ettirir. Ortağı da ona şirkette tasarruf yetkisini verir. Dilerse varis şirketteki hakkını alarak ortaklıktan çıkar. Ortaklardan biri şirket feshini talep ederse, diğer ortağın onun talebine icabet etmesi vaciptir. Birçok ortağın bulunduğu bir şirkette ortaklardan biri şirketin feshedilmesini isterse diğer ortaklar da şirketin devam etmesini isterlerse şirket fesh edilir. Şirketin devamını isteyenler kendi aralarında şirketi yenilerler. Ancak bu hususta mudârabe şirketi ile diğer şirketler arasında fark vardır. Mudârabe şirketinde çalışan ortak, şirketin satılmasını, sermaye sahibi ortak da taksimini isterse çalışan ortağın isteğine uyulur. Çünkü çalışan ortağın kârda hakkı vardır. Kârın tespiti ise ancak şirketin satılması ile belli olur. Geri kalan şirketlerde ise ortaklardan biri taksimi, diğeri şirketin mal varlığının hepsinin satılmasını isterse, taksim isteyenin isteğine uyulur.

Kapitalist Şirketler

Kapitalist sistemde şirket, iki veya daha fazla kişinin doğacak olan kâr ve zararı aralarında bölüştürmek amacı ile mâli bir projenin gerçekleşmesi için sermaye veya emek ortaya koymaları ile oluşan bağlayıcı bir sözleşmedir. Genel olarak iki kısımdır:

a- Şahıs şirketleri

b- Sermaye şirketleri

Şahıs şirketleri şahsi unsurun söz konusu olduğu şirketlerdir. Şirkette ve hisselerin takdirinde şahsın etkisi vardır. Kolektif şirketler ve adi komandit şirketler bu türdendir. Sermaye şirketleri ise böyle değildir.

Sermaye şirketlerinde şahıs unsurunun varlığı yani herhangi bir itibarı ve etkisi yoktur. Bilakis bu şirketler, şirketin oluşumunda ve yürütülmesinde şahıs unsurunun varlığını uzaklaştırma ve sadece sermaye unsuruna dayanma esası üzerine kuruludur. Anonim ve hisse ortaklığına dayalı şirketler bu gruba girer.

Kolektif Şirket

Bu şirket, iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek belli bir isim altında ticaret yapmak üzere aralarında yaptıkları ittifak üzere oluşan bir anlaşmadır. Şirketin bütün üyeleri şirketin borçlarını ödeme hususunda bütün mal varlıklarıyla herhangi bir kayıt olmaksızın sorumludur. Onun için diğer ortakların izni olmadan herhangi bir ortak şirketteki kendi hakkını bir başkasına devredemez. Ortaklardan birinin iflası, tasarrufuna el konulması veya ölümü hâlinde şirketin dağılmasına muhalif bir anlaşma yoksa şirket dağılır. Şirketin bütün taahhütlerine karşı ortaklar taahhütlerin yerine getirilmesinde başkaları karşısında dayanışma içeresinde olmalıdır. Bu hususta ortakların sorumlulukları sınırsızdır. Her ortak sadece şirketin malından değil gerekirse bütün mal varlığıyla şirketin borçlarını ödemeye mecburdur. Şirketin malı bittiğinde arta kalan ödemeyi kendi malından ödemesi gerekir. Bu şirket, belirtilen program ve projenin genişlemesine elvermez. Bu şirketin oluşumu birbirlerini iyi tanıyan ve güvenen az kişi ile sağlanır. Bu şirkette itibar edilecek en önemli unsur, ortakların kişilikleridir. Bu da sadece bedenle sınırlı kalmayıp şahsın toplum içerisindeki etkisi ve sosyal yeridir.

 İslam’a göre bu şirket fasittir. Varlığını meydana getiren şartlar İslam’daki şirketlerin şartlarına uymamaktadır. Şerî hükme göre ortakların tasarruf hakkına sahip olmaları dışındaki şartlar geçersizdir. Şirket isterse iş alanını genişletebilir. Eğer ortaklar daha fazla sermaye veya fazla ortak alarak şirketi genişletmek üzere ittifak ederlerse, bu ittifak onlara istedikleri şekilde hareket etmeyi sağlar. Ortağın, şirketteki hissesi oranında sorumlu olmasının dışında şahsi olarak sorumluluğu yoktur. Ortaklardan herhangi biri, diğer ortakların muvafakatini almadan istediği zaman şirketten çıkabilme hakkına sahiptir. Ortaklardan birinin ölümü ile veya üzerine hacr konulması ile şirket dağılmaz. Sadece onun ortaklığı fesh edilir. Eğer ikiden fazla kişi tarafından teşekkül etmiş ise diğer ortakların ortaklığı devam eder. Şirketle ilgili şer’î şartlar işte bunlardır. Kolektif şirketin şartları ile şer’î şartlar birbirine uymamaktadır. Bu da bu şirketi İslam nazarında fasit kılmaktadır. Dolayısıyla böyle bir şirkete ortak olmak şeriata göre caiz olmaz.

Sermaye (Anonim) Şirketleri

Sermaye şirketleri, toplumun tanımadığı ortaklarla meydana getirilen şirketlerdendir. Bu şirkette kurucular, şirket için ilk sözleşmeyi imzalayanlardır. Çünkü ilk sözleşme onu imzalayanlar arasında ortak hedefin gerçekleştirilmesi için çalışma zorunluluklarını doğurur ki bu da şirket anlamına gelir.

Şirkete ortak olmak, üzerinde yazılı değer karşılığında şirketin projesini ihtiva eden bir veya birden fazla hisse satın almakla gerçekleşir. Bu bir bakıma kişisel irade ile tasarruf yetkisini gösteren bir belgedir. Diğer ortakların rızalarının olup olmamasına bakılmaksızın herhangi bir kimsenin bu hisselerden birkaç tanesini satın alması şirkete ortak olması için yeterlidir. Ortaklık işlemi iki şekilde olur:

Birinci şekil: Şirketin kurucuları şirkete ait hisse senetleri çıkarır. Bu senetler şirketin kurucularına ait olup sadece kurucuları arasında dağıtılır, herkese dağıtılmaz. Bu şirkete katılım şirketin takip edeceği şartları ihtiva eden şirket tüzüğünün onlar tarafından imzalanması ile gerçekleşir. Bu tüzüğü imzalayan herkes şirketin kurucusu ve ortağı sayılır. Kurucuların hepsi imzaladıktan sonra şirket kurulmuş olur.

İkinci şekil: Birkaç kişi şirketin kuruluş işini yürütür, tüzüğünü hazırlarlar. Daha sonra ortak kaydetmek için şirketin hisse senetleri halka arz edilir. Şirkete kayıt süresi bitince, şirketin idare meclisini tayin etmek ve şirketin tüzüğünü tasdik için şirketin kurucu meclisi toplantıya çağrılır. Her ortağın, almış olduğu hisse sayısı ne olursa olsun, bir hisse senedine sahip olsa bile kurucu mecliste bulunma hakkı vardır. Kayıt için belirlenen süre dolduktan sonra şirket faaliyetine başlar. Anonim şirketlerin dünya çapında en yaygın şekli budur.

Her iki kuruluş biçimi de sermaye ödemekten ibaret olan aynı şekildir. Birinci şekilde kurucuların imzaları bitmedikçe, ikinci şekilde de üye kaydetme süresi sona ermedikçe şirket kurulmuş sayılmaz. Bu türlü şirketlerin sözleşmeleri sadece sermaye ile sınırlıdır. Şirket sözleşmesinde kesinlikle şahıs unsuruna yer verilmez. Şirketin ortağı şahıslar değil sermayeleridir. Şahıslar değil sermayeler birbirlerine ortak olurlar. Bundan dolayı hisse miktarı ne olursa olsun, ortak olması vasfıyla herhangi bir ortağın şirketin işlerini yürütme yetkisi yoktur. Şirket ortağı olması vasfıyla şirket hiçbir işi yapma hakkına sahip değildir. Şirketin işleri, şirketi temsilen şirket müdürü tarafından yürütülür. Şirket müdürü ise idare meclisi tarafından bu göreve getirilir. İdare meclisi genel kurul tarafından seçilir. Genel kurul ise kişi sayısına göre değil şirketteki hisse miktarına göre oy hakkına sahip şahıslardan meydana gelir. Çünkü şirketin ortağı şahıs değil sermayedir. Dolayısıyla oy sayısını hisse miktarı belirler. Her hissenin bir oyu vardır. Söz hakkı şahıslar yerine hisselere aittir. Çünkü ortak olan şahıs değil sermayedir.

Bu şirketlerde hisse alan şahsa değil yalnızca ortaya konulan sermayeye itibar edilir. Bu şirketler, şahısların hayatıyla kayıtlı değil, süreklilikleri vardır. Bazen bir ortak ölebilir, fakat şirket dağılmaz. Bazen bir ortağa hacr konabilir (tasarruftan men edilebilir) fakat şirketteki ortaklığı devam eder. Şirketin sermayesi, hisse ismi verilen ve değerce birbirine eşit hisselere taksim edilir. Hisse sahiplerinin şahsi sıfatlarının hiçbir surette önemi yoktur. Hisse sahibinin sermayede hissesi ile sınırlı sorumluluğu vardır. Ortaklar şirketteki hisseleri kadar zarara iştirak ederler. Hisse senetleri tedavül (dolaşım) özelliğine sahiptirler. Hissenin sahibi isterse hissesini satabilir, dilerse başka ortakların rızası olmasa bile bir başkasını kendi hissesine ortak edebilir.

Her şahsın sahip olduğu hisse sermayeyi temsil eden parasal kâğıtlardır. Bazen bu evrak nama yazılı, bazen de hamiline olabilir. Mülkiyeti bir kimseden bir başkasına intikal edebilir ve sermaye sahibi hisselerde yazılı olan değeri öder. Hisse, parçalanmayan şirketin varlığından bir parçadır ve şirketin sermayesinden bir parça değildir. Hisse senetleri hissedarın şirketteki payını temsil eden tescil evrakı konumundadır. Hisse senetlerinin değerleri sabit değildir, şirketin kâr ve zararına göre değişir. Kâr ve zarar her sene bir olmaz, değişik ve farklı olabilir. O hâlde hisse senetleri şirket kurulurken ödenen sermayeyi değil satış anında yani muayyen bir zamanda şirketin sermayesini temsil ederler. Zira onlar, borsa düştüğü zaman değeri düşen yükseldiği zaman da yükselen kâğıt para gibidirler. Şirket kâr ederken hisse senetlerinin değeri yükselir, zarar ederken de değerleri düşer. Şirket, çalışmaya başladıktan sonra hisse senetleri sermaye olmaktan çıkarak piyasaya göre değer kazanan veya kaybeden muayyen bir değeri olan mâli evrak hâline dönüşürler. Bu değer de tıpkı arz taleb kuralına terkedilmiş bir mal gibi şirketlerin kâr ve zarar edişlerine ve insanların şirket malına rağbetine göre olur.

Hisse senetleri mâli kâğıtlar gibi sürekli olarak insanlar arasında el değiştirir. Hisse hamiline ise şirketin defterlerinde herhangi bir şekilde kayda gerek kalmadan, nama yazılı olduğunda ise şirket defterlerinde işlem yapılarak insanların ellerinde dolaşır.

Yıllık bilanço yapılırken şirket varlıklarının değerleri istenilen değerlerden fazla olursa şirket kâr etmiş sayılır. Aradaki fark kârdır ve bu senelik kârlar şirketin mâli yılının bitiminde dağıtılır. Şirketin mal varlığı beklenmedik bir sebepten artış gösterirse, şirket bilfiil kâr elde etmemiş olsa dahi bu fazlalığın dağıtımına engel yoktur.

Bunun tersi de olabilir. Şöyle ki: Şirket varlıklarının değer kaybetmesine rağmen şirket bilfiil kâr yapmış olabilir. Ancak yaptığı kazanç, varlıkların değer kaybına ilave edildiği zaman, istenen değerden fazla olmazsa kârların dağıtımına yer yoktur. Kâr dağıtılırken kârdan ihtiyati pay ayrıldıktan sonra geri kalan kâr hisselere dağıtılır.

Şirket tüzel bir kişiliğe sahip olduğu için lehinde veya aleyhindeki davalar şirket adına sürdürülür. Şirketin özel bir ikâmet yeri ve tabiiyeti vardır. Hiçbir ortak, şirket ortağı veya idare meclis üyesi veya ortaklık niteliği olduğu için şirketi temsil edemez. Bu yetkiye ancak kendisine şirket namına konuşma salahiyeti verilen kimse sahiptir. Böylece tasarruf sahibi olan şirkettir yani tüzel kişidir.

Sermaye (Anonim) Şirketlerinin Eleştirisi

Sermaye şirketlerinin yapısı budur. Bu tür şirketler İslami açıdan bâtıl olan şirketlerden ve Müslüman açısından caiz olmayan muamelelerdendir. Bâtıl oluşunun ve ona ortak olmanın haram oluş nedenleri şunlardır:

1- İslâm’da şirketin tarifi şöyle idi: Kazanç gayesiyle mâli bir işi yapmak üzere iki veya daha fazla kişi arasında yapılan bir akittir (anlaşmadır). Bu akit iki veya daha fazla kişi arasında yapıldığı için tek taraflı bir anlaşma sahih olmaz. İki veya daha fazla kişiden meydana gelen bir şirkette her iki tarafın muvafakatinin olması icap eder. Şirkette sözleşme kazanç gayesi ile mâli bir işin yapılması üzerine olmalıdır. Sadece sermaye akdin sahih olması için yeterli değildir. Hedefin yalnızca ortaklık olması da yeterli değildir. Mâli bir işin yapılması şirket sözleşmesinin esasıdır. Mâli bir iş ise ya anlaşma yapan her iki ortak tarafından bedenen olur ya da birinin bedenen diğerinin de sermaye katılımı ile gerçekleştirilir. Kendileri dışında üçüncü bir kişinin mâli iş yapması üzerine aralarında akit yapılamaz. Çünkü İslâm’da böyle bir akit yapılamayacağı gibi bu tür bir akit bağlayıcı da değildir. Zira akit ancak akdi yapanı bağlar ve onun için geçerli olur, başkası için geçerli değildir. Dolayısıyla mâli işin yapılmasının sadece anlaşma yapanlarla sınırlandırılması zorunludur. İş ya ortakların tümü tarafından ya da en azından biri tarafından emek, diğerinden de sermaye katılımı ile gerçekleştirilir. Şirket kuruluşunun ve varlığının tamamlanabilmesi için mâli işin anlaşma yapanlardan en azından biri tarafından yapılması zorunludur. Şirkette üzerinde akdin (sözleşmenin) cereyan ettiği bir bedenin olması mutlaka lazımdır. Böylece İslâm’da bedenin mevcudiyeti şarttır. Zira beden şirket akdinin tamamlanmasında temel unsurdur. Beden var ise şirket sözleşmesi geçerlilik kazanır. Beden yoksa şirket sözleşmesi geçerlilik kazanmaz.

Kapitalistler ise sermaye şirketini şöyle tarif etmişlerdir: Oluşacak olan kâr ve zararı aralarında paylaşmak maksadıyla iki veya daha çok kişinin sermaye koymak suretiyle mâli bir teşebbüse ortak olmalarını gerektiren bağlayıcı bir akitdir. Gerek bu tariften gerekse yukarıda geçen iki kuruluş biçimi, bu sözleşmenin İslâm şeriatının hükümlerine muhalif olarak iki veya daha fazla kişi arasında yapılan bir akit olmadığını göstermektedir. Çünkü şeriata göre akit iki veya daha fazla kişi arasında icap ve kabulden ibarettir. Yani sözleşmede mutlaka iki tarafın bulunması gerekir.

Bu taraflardan biri akdin arzı ile başlayarak icabı üstlenir. Bunu yaparken “Seninle evlendim.”, “Sana sattım.”, “Seni kiraladım.”, “Sana ortak oldum.”, “Sana hibe ettim.” gibi ifadeleri kullanarak sözleşmeye başlar. Buna mukabil diğer taraf da “Kabul ettim.” ve “Razı oldum.” gibi ifadeler kullanarak kabulü üstlenir. Herhangi bir akitte iki taraftan biri bulunmazsa veya icap ve kabul ameliyesi yapılmazsa anlaşma yapılmış olmaz. Şeriata göre de buna akit denmez.

Fakat sermaye şirketine baktığımızda şirket kurucularının birtakım ortaklık şartları üzerinde ittifak ettiklerini görürüz. Şirketin şartları üzerinde ittifak ederlerken fiilen ve doğrudan doğruya kendileri ortaklığa girmezler. Sadece şartlar üzerinde görüşüp anlaşmaya varırlar. Sonra şirketin tüzüğünü hazırlarlar ve bastırırlar. Bundan sonra da ortak olmak isteyen herkes tarafından bu tüzüğü imzalama safhasına başlarlar. Bu imza işi “kabul” olarak itibar olunur. Tüzüğü imzalayan kişi o andan itibaren şirketin hem kurucusu hem de ortağı sayılır. Yani imza atılınca ya da kayıt süresi sona erince ortaklığı da tamamlanmış olur. Bu durum ise akitte her iki tarafın bir arada bulunmadıklarını yani ne icabın ne de kabulün bulunmadığını gösterir. Burada sadece şartları uygun gören böylece muvafakat ederek ortak olan bir tek taraf mevcuttur.

Şu hâlde sermaye şirketi iki kişi arasında yapılan bir anlaşma değildir. Bilakis tek şahsın şartlara muvafakat etmesidir. Bu yüzden Batı hukukçuları ve kapitalist ekonomistler sözleşmedeki iltizamdan söz ederken şirketin tüzüğünü kabul etmeye, şirkete ortak olmanın bir çeşit bireysel iradeyle yapılan tasarrufudur derler.

Bireysel irade, hediye sözü vermek gibi, her şahsın muvafakat edip etmemelerine bakmaksızın toplumun veya başka bir kişinin adına bir işi benimsemesidir. Hem kapitalistlere göre hem de gerçek hâliyle sermaye şirketi, hisse alan şahsı veya şirket kurucularını veya şirketin şartlarını ihtiva eden belgeyi imzalayan herkesi şirketin havi olduğu bazı şart ve ödevlerle zorunlu kılar. Başkasının buna muvafakat edip etmemesine bakılmaz. Onlar bunu bireysel tasarruf çeşitlerinden sayarlar. Bu nedenle bireysel, tek taraflı irade beyanı ile kurulmuş olan sermaye şirketi akdi şer’an bâtıl bir akittir. Çünkü şeriata göre akit, üzerine akit yapılan hususta izi görülecek şekilde, akit yapanlardan birinden sadır olan icap ile diğerinin kabulünün birleştirilmesidir. Sermaye (anonim) şirketindeki akitte ise icap ve kabul gerçekleşmemektedir. Zira anonim şirketlerde iki veya daha fazla şahıs arasında ittifak yapılmamaktadır. Yapılan sözleşme ancak mâli bir projeye katılımla şahsı bağlamaktadır. Şirket ortaklarının veya sözleşmeye bağlı olanların sayıları ne kadar çok olursa olsun bunların tümü tek şahıs gibi kabul edilirler.

Şöyle denilebilir: “Ortaklar şirketin şartları üzerinde kendi aralarında anlaşmaktadırlar. Bunların bu ittifakları icap ve kabul sayılır. Anlaşma metni, üzerinde anlaştıkları hususların tescili için yapılan şekli bir işlemdir. O hâlde buna niçin akit denmesin?”

Buna cevap şöyledir: Ortaklar şirketin şartları üzerinde anlaştılar. Fakat bu anlaşma ile onlar kendilerini bilfiil şirketin ortağı olarak görmemektedirler. Bu anlaşma ile de kendilerini şartlara bağımlı hissetmemektedirler. Nitekim şartlar üzerinde anlaşmaya varıldıktan ve anlaşma metni yazıldıktan sonra bir kısmı ortak olmayabileceği gibi ortaklığı terk de edebilir. Kendi terminolojilerine ve ittifaklarına göre de birtakım şartlar üzerinde ittifak etmiş olmaları onlar için bağlayıcı değildir. Ancak tüzük imzalandıktan sonra bağlayıcı olur. Bundan önceki safhada bir bağlayıcılık söz konusu değildir. Bu nedenle onlara göre imzadan önce şartlar üzerindeki anlaşma bağlayıcı değildir ve akit sayılmaz. Bu olay şer’an da akit sayılmaz. Çünkü ortaklık şartları ve ortaklık üzerinde varılan anlaşma şirket sözleşmesi olarak kabul edilmez. Çünkü imzadan önceki anlaşmalar kendilerini bağlayıcı değildir. Oysa sözleşme, akit yapan her iki tarafın bağlandığı şeydir. Bunun için gerek ortaklık gerekse ortaklık şartları üzerindeki anlaşmaları icap ve kabul sayılmaz. Dolayısıyla yapılan işlem, şeriat hükümlerine göre akit olarak kabul edilmez. Üstelik onlar tarafından da akit sayılmamaktadır.

Denilebilir ki: “Ortağın sözleşmeyi imzalamayı kabullenmesi, kendisi dışındaki kişi için icap sayılır. Sözleşmeyi fiilen imzaladıktan sonra ise kendisi dışındaki kişi için de kabul sayılır. Hâl böyleyken niçin, sözleşmenin imzaya açılması icap, imzalanması da kabul sayılmasın?”

Buna cevap şöyledir: Sözleşmeye imzasını koyan her ortak şirket ortaklığını kabul ettiği için buna kabul diyebiliriz. Fakat arz yani icap belirli bir kimseden kaynaklanmamaktadır. Ne kurucular ne de ilk imza koyanlar sözleşmeyi imzaya sunan kimse konumunda değildirler. Ortada sadece her bir ortağın kabulü vardır. İmzalayan kimse, kendisine herhangi bir kimse tarafından tasarruf arzı sunulmadan yani herhangi bir kimse tarafından ona: “Sana ortak oldum” demeden kendi kendine şartları kabul etmiş ve şartlara bağlanmıştır. Sözleşme metninin imza için kendisine verilmesi da tasarruf arzı sayılmaz yani icap değildir. Bu nedenle sermaye şirketlerinde sadece her ortağın kabulü vardır. İcap olmadan kabullerden teşekkül eden şey ise şer’an akit sayılmaz. İcabın, kabule değil icaba delâlet eden bir lafızla olması şarttır. Bunun ardından ise kabule delalet eden bir lafız gelir. Önce icap, sonra da kabule delâlet eden lafızlar yer almalıdır. Buna göre herhangi bir şahıs şirket sözleşmesine imza koyarak icap şartını yerine getirmiş sayılmaz. Bilakis bunların hepsi kabul sayılır. Böylece icap olmaksızın şirkette kabullerin bulunması ile şirket anlaşması yapılmış olmaz.

Kapitalistler şirkete ait belgeye yani şirket tüzüğüne akit adını verirler ve “Sözleşme imzalandı.” derler. Şeriata göre ise bu belge hiçbir surette akit sayılmaz. Akit ancak iki taraf arasındaki icap ve kabulden ibarettir. Bu nedenle sermaye şirketi şer’î bir anlaşma değildir.

Ayrıca bu akitte kazanç kastıyla mâli bir iş üzerinde ittifak da hâsıl olmuş değildir. Kurucular ya da kayıt olanlar, mâli bir projeye sermaye koymak üzere muvafakat etmişlerdir. Bu, mâli bir işi yapmak üzere ittifak unsurundan yoksundur. Ortaya bir iş yapma mecburiyeti koymadan, böyle bir hususu hesaba katmadan şahsi olarak tek taraflı sermaye katkısında bulunmakla kendini bağımlı hâle getirmek vardır.

Hâlbuki şirket kurmaktan maksat, sadece ortak olmak değil mâli bir iş yapmaktır. Akdin iş yapma ittifakından yoksun olması sözleşmeyi bâtıl kılar. Zira mâli işin yapılması için bir ittifakın olmayışından dolayı sadece sermayenin ödenmesi üzerindeki bir muvafakat ile şirket vücut bulmuş olmaz. Bundan dolayı da o şirket bâtıldır.

Denilebilir ki “Bazen şirkete ait sözleşme metninde şirketin yapacağı iş çeşidi, mesela şeker fabrikası kurmak, ticaret yapmak gibi işler belirtilmiştir. Bu durumda ise mâli bir iş üzerinde anlaşma meydana gelmektedir.”

Buna cevap ise şöyledir: Sözleşmede zikredilen iş türü şirketin ileride yapacağı bir iştir. Fakat bu iş üzerinde henüz ortakların ittifakı hâsıl olmuş değildir. İttifak ancak ortaklık ve şirketin şartları üzerinde hâsıl olmuştur. İşin yapılması, şirket kurulduktan sonra sahip olacağı tüzel kişiliğe terkedilmiştir. Bu durumda ise mâli bir işin bizzat ortaklar tarafından yapılması hususunda bir ittifak meydana gelmemiştir.

Buna ilaveten İslâm’a göre kurulan bir şirkette beden varlığı, tasarrufta bulunacak yani işleri yürütecek şahıs şarttır. Çünkü gerek şirkette gerekse alışveriş ve icarede ve diğer anlaşmalarda bedenin varlığından maksat, tasarruf yapan şahıstır. Yoksa cisim veya emek değildir. Bu nedenle şirketin oluşturulmasında beden varlığı temel bir unsurdur. Beden olduğu zaman şirket akdi gerçekleşir olmadığında ise şirket akdi gerçekleşmiş sayılmaz. Sermaye şirketlerinde ise kesinlikle beden bulunmaz. Daha doğrusu şahsi unsur şirketten kasten uzaklaştırılır ve şahsi unsura herhangi bir şekilde değer verilmez. Çünkü anonim şirket sözleşmesi yalnız sermayeler arasında yapılan bir akitten ibarettir. Sözleşme şahsiyet unsurundan yoksundur. Gerçek kişiler yerine sermayeler birbirlerine ortaktırlar. Bedenin yokluğu nedeniyle bu tip şirketler İslâmi açıdan kurulmuş sayılmazlar. Dolayısıyla sermaye şirketleri şer’an bâtıldır. Çünkü malı harcayacak ve işletecek bedendir. Maldaki tasarruf da ancak bedenle olur. Beden olmayınca tasarruf da olmaz.

Şirkete sermaye koyarak ortak olmayı kabul edenlerin sermaye sahibi şahıslar olması, şirkette işi yürütecek idare meclisini seçenlerin şahıslardan meydana gelmesi, şirkette beden varlığına delâlet etmez. Çünkü onlar, beden olarak ortak olmaları üzerinde değil ortak sermaye konulması üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Dolayısıyla şirketin ortağı gerçek kişi değil sermayedir. Onların idare meclisini seçmelerinin anlamı kendi yerlerine vekil seçmek değil, sermayelerine vekil tayin işini yapmaktadır. Bu hareketleriyle de kendilerine vekil tayin etmiş sayılmazlar. Bunun delili ise hisse sahiplerinin elindeki hisse sayısınca oy hakkına sahip olmasıdır. Tek bir hisseye sahip olan bir oya yani bir vekâlete sahiptir. Bin hissesi olan da bin oya yani bin vekâlete sahiptir. O hâlde görüldüğü gibi vekâlet şahsa değil sermayeye verilmektedir. Bu durum beden unsurunun şirkette yok olduğunu, fonksiyonunun olmadığını ve şirketin sadece sermaye unsurundan meydana geldiğini göstermektedir.

Tüm bunlar çerçevesinde sermaye şirketlerinin İslâm’da şirketin teşekkülü için gerekli şartlara sahip olmadıkları görülmektedir. Zira iki veya daha fazla kişi arasında anlaşma gerçekleşmemiştir. Ortada sadece tek taraflı bireysel iradeyle bağlanma söz konusudur. Bir işin yapılması konusunda anlaşma sağlanmamıştır. Sadece gerçek kişinin ortaya sermaye koyma zorunluluğu vardır ve şirkette gerçek kişiliği ile doğrudan doğruya tasarruf hakkına sahip bir beden yoktur. Ortada sadece sermaye vardır. Bu yüzden anonim şirket sözleşmesi bâtıldır. Çünkü kuruluş biçiminden dolayı şirket olmamıştır ve İslâm’daki şirket tarifine uymamaktadır.

2- Şirket, malda tasarruf üzerine yapılan bir sözleşmedir. Şirket aracılığı ile malın geliştirilmesi ve çoğaltılması, mülkün çoğaltılması ve geliştirilmesidir. Mülkün geliştirilmesi ise şerî tasarruflardan bir tasarruftur. Şerî tasarrufların hepsi sözlü tasarruflardır. Bu ise sermayeden değil kişiden kaynaklanır. Mülkün çoğaltılması ve geliştirilmesi mutlaka tasarrufa sahip kişi tarafından olmalıdır. Yani sermaye tarafından değil, bir şahıs tarafından olmalıdır. Sermaye (anonim) şirketi ise tasarruf hakkına sahip gerçek kişi ve bu kişinin beden olarak ortaklığı olmaksızın sadece sermaye ile mülkün geliştirilmesi esasına dayalıdır. Sermaye şirketi, bir araya toplanıp kendisinde tasarruf gücü oluşan sermaye demektir. Bu nedenle şirket, alışveriş, iş sahaları açmak, şikâyetler ve benzeri konuların hepsinde tasarruf hakkının sadece kendisine ait olduğu tüzel kişi olarak değerlendirilir. Ortakların hiçbir surette şirkette tasarruf hakları yoktur. Şirketteki tasarruf haklarının tamamı tüzel kişiliğe yani şirkete aittir.

Hâlbuki İslâm’a göre kurulmuş şirketlerde tasarruf, şirketin ortağı olan gerçek kişilere aittir. Ortaklar birbirinden izin alarak istedikleri tasarrufu yapabilirler. Ortakların sermayelerine havale edilen hiçbir tasarruf yoktur. Tasarruf yetkisi ortağın şahsına aittir. Dolayısıyla tüzel kişilik vasfıyla şirketten kaynaklanan tasarruflar şeriata göre bâtıldır. Çünkü tasarrufların muayyen bir şahıstan yani insandan kaynaklanması gereklidir. Bu şahsın da tasarruf yetkisine sahip olması gerekir. Hâlbuki sermaye şirketinde böyle bir durum mevcut değildir.

Burada şöyle denilmez: “Şirkette direkt olarak iş yapan işçilerdir. Bu işçiler hisse alan sermaye sahiplerinin ücretle çalıştırdıkları kimselerdir. İdare ve tasarrufta bulunanlar ise şirket müdürü ve idare meclisidir. Bunlar da hisse sahiplerinin vekilleridirler.”

Böyle denilmez çünkü ortak olan kimse, şirkette şahıs ve zat olarak belirlenmiştir. Şirket akdi onun zatı üzerinde gerçekleşmiştir. Buradan hareketle şirketin işlerini yürütecek birini kendi yerine vekil tayin etmesi caiz olmayacağı gibi şirketin işlerini yapmak için bir işçiyi kendi yerine ücretle çalıştırması da caiz olmaz. Bilakis şirketin işlerini şirkete ortak olanın bizzat kendisinin yürütmesi lazımdır. Ortakların kendi yerine işi yürütmek için ücretli çalıştırmaları ve idare heyetini kendilerine vekil kılmaları caiz değildir. Üstelik idare meclisi hisse sahibi şahısların vekili değildirler. Onlar ancak sermayelerin vekilidirler. İdare meclisinin seçilmesi ise gerçek kişiliğe sahip ortaklar yerine gerçek kişilerin ellerinde bulundurdukları hisseler tarafından gerçekleştirilir. Kaldı ki gerek müdür gerekse idare meclisi şu üç husustan dolayı şirkette yetki ve tasarruf sahibi olamazlar:

Birincisi: Onlar, hisse sahiplerinin vekâletiyle yani ortakların kendilerini seçmeleriyle tasarruf hakkına sahip olmaktadırlar. Hâlbuki ortağın bir başkasını yerine vekil bırakması caiz olmaz. Çünkü ortaklık şahsın bizzat kendisi üzerine yapılmıştır. Tıpkı kendi yerine evlenmesi için birini vekil tayin etmesinin caiz olmayacağı gibi. Vekâlet ancak kendisi için evlenme akdini yapacak olana verilebilir. Bunun gibi kendi yerine ortak olmak üzere bir başkasını vekil tayin edemez. Ancak ortaklık akdini yapacak birini vekil tayin edebilir.

İkincisi: Hisse sahipleri yani ortaklar zatlarının vekâletini değil mallarının vekâletini vermişlerdir. Seçim sırasında kişinin şahsiyeti değil katkıda bulunduğu hisse miktarının çıkardığı oyların dikkate alınması bunun en net delilidir. Dolayısıyla onlar şekilde vekâleti şahıslara değil sermayeye vermişlerdir.

Üçüncüsü: Hisse sahipleri bedenleri ile değil sermayeleri ile ortaktırlar. Sermaye ortağı şirkette kesinlikle tasarruf hakkına sahip olamaz. Bu yüzden şirkette tasarrufta bulunmak üzere bir başka ortağın vekâleti de sahih olmaz.

Bu nedenlerden dolayı şirket müdürünün ve idare meclisinin tasarrufu şeriata göre bâtıl bir tasarruf olur.

3- Sermaye şirketinin daimî oluşu şeriata muhaliftir. Zira şirket şeriata göre caiz olan akitlerdendir. Eğer şirket iki kişiden oluşmuş ise ortaklardan birinin ölümü, cinnet geçirmesi, üzerine hacr konulması ve ortaklardan birinin feshetmesiyle şirket iptal olur. Eğer şirket ikiden fazla kişiden oluşuyorsa ortaklık bozulur. Varisi olan ortaklardan biri ölünce bakılır, eğer geride kalan mirasçı rüştüne ermemiş ise onun şirketteki ortaklığı devam etmez. Eğer rüştüne ermiş ise şirkette olan ortaklığını devam ettirebilir. Tasarrufta bulunma iznine sahip olduğu gibi, şirket malının taksimini de isteyebilir. Eğer ortaklardan birine hacr konmuş ise o takdirde şirket dağılır. Çünkü şirkete ortak olacak kimsenin tasarruf yetkisini kullanabilecek ehliyette olması icap eder. Sermaye şirketinin ortaklarından birinin ölümü veya üzerine hacr konulmasına rağmen devam etmesi, dağılmaması, şirketi şeriata göre fasit kılar. Çünkü bu nitelikleri taşıyan bir şirket, varlığını ve akdin mahiyetini ilgilendiren fasit bir şartı ihtiva etmektedir.

Meseleyi özetleyecek olursak sermaye şirketinde aslı itibarıyla şirket sözleşmesi yapılmış sayılmaz. Ortak olarak ortada sadece sermaye vardır, beden ortaklığı yoktur. Oysa beden ortaklığı esasla ilgili olan bir şart olduğu hâlde sermaye şirketinde bu esaslı unsur yer almamaktadır. İslam’a göre bir şirket mal ve bedenin katılımıyla gerçekleşir. Bu iki unsurdan beden unsuru mevcut değilse şirket teşekkül etmiş olmaz. Sermaye şirketlerinde ortaklık sadece sermayenin varlığı ile tamamlanır. Beden ortaklığı aranmadan ve bu ortağa herhangi bir itibar vermeden şirket faaliyetini devam ettirir. İşte bu nedenle şeriata göre şirket oluşmadığından şirket batıldır.

Ayrıca şirkette doğrudan doğruya tasarrufta bulunanlar idare meclisidir. İdare meclisi ise hisse sahiplerinin vekilleri konumundadır. Yani sermaye ortaklarının vekilidirler. Hâlbuki şeriata göre bir ortağın şirkette çalışması için birini kendi yerine vekil tayin etmesi caiz değildir. İster bu ortak sermaye ortağı ister beden ortağı olsun fark etmez. Çünkü şirket akdi ortağın kendi zatı üzerine yapılır. Dolayısıyla şirkette bizzat kendisinin tasarrufta bulunması gerekir. Yerine şirkette çalışmak üzere bir başkasını vekil tayin etmesi sahih olmadığı gibi çalışmak üzere yerine bir başkasını ücretle tutması da caiz olmaz. Sermaye ortağı ise şirkette ortak olarak tasarruf yetkisine ve çalışma hakkına kesinlikle sahip değildir. Tasarruf yetkisi ve çalışmak sadece beden ortağına aittir.

Sermaye şirketi tüzel bir kişiliğe sahiptir. Bu yapısı itibarıyla da tasarruf hakkına sahip olan tüzel kişiliktir. Hâlbuki şeriata göre tasarruf hakkı ancak baliğ, akıllı ya da akıllı ve mümeyyiz özelliğine sahip, tasarruf ehliyetine sahip gerçek kişi, insan tarafından kullanılır. Bu şekilde meydana gelmeyen her tasarruf şeriata göre bâtıldır. Tasarruf hakkının manevi şahsiyete (tüzel kişiye) dayandırılması caiz değildir. Bilakis tasarruf yetkisinin tasarruf ehliyetine sahip olan bir insana dayanması gerekir.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı sermaye şirketleri bâtıldır. Kuruluşu bâtıl olan bir şirketin bütün tasarrufları da batıldır. Böylesi şirketler tarafından kazanılan mallar da batıldır ve bu yolla mülk edinilmesi helal olmaz.