İnsan, yaratılışı gereği ihtiyaçlarını gidermek ister. Yine yaratılışı gereği ihtiyacını gidermek için mala sahip olmak ve bunun için de çalışmak ister. Çünkü insanın açlığını doyurması kaçınılmaz ve aksinin yapılması mümkün olmayan bir hâldir. Bundan dolayı insanın servete sahip olmasının, yaratılışın bir gereği olmasının yanında mutlak kaçınılmaz bir yönü de vardır. Onun için insanı servet elde etmekten alıkoymak yaratılışına ters düştüğü gibi, insanın mülk edinmesini belli bir miktar ile sınırlandırma teşebbüsü de yaratılışa terstir. Bu sebeple hiçbir zaman insan ile servet edinme isteği arasına bir perde konulmaması ve insanın servete ulaşmasındaki gayretin engellenmemesi tabii olandır. Ancak bu manada mal elde etmek, insanın istediği şekil ve keyfiyette olmasını, ona ulaşmak için istediği metotları kullanmasını ve istediği şekilde onu tasarruf etmesi hürriyetine sahip olmasını da gerektirmez. Böyle bir anlayış kargaşaya, sıkıntıya, şer ve fesada sebep olur. Çünkü insanlar kuvvet ve ihtiyaç bakımından farklı olduklarından tümden serbest bırakılırlarsa kuvvetliler servetin tümünü ellerine alır, zayıflar ve güçsüzler yok olup giderler. Şehvetlerinin peşinden koşanlar tümüyle sapıtırlar. Bunun için insanlara, servete sahip olma imkânının sağlanması mutlaka gereklidir. Bunun sağlanabilmesi için ise tüm insanlara hem temel ihtiyaçlarını karşılamayı hem de temel ihtiyaçları dışında kalan ihtiyaçlarını elde etmeyi garantileyecek şekilde çalışma ve çaba gösterme imkânı verilmelidir. Bu nedenle bütün insanların servet elde etmelerine imkân tanıyacak, temel ve lüks ihtiyaçlarının da fıtratı ile uyumlu olarak karşılanmasına yol açacak şekilde mülk edinmenin niteliği açık ve net olarak sınırlandırılmalı, ortaya konulmalıdır. Zira insanların ihtiyaçları ve güçleri birbirinden farklıdır. Bu yüzden mülkiyeti yasaklamakla savaşmak, diğer taraftan mülkiyeti nitelik açısından sınırlandırmak gerekir. Ancak nicelik açısından mülkiyeti yasaklamak veya sınırlandırmak yaratılışın amaçlarına terstir ve insanın servet edinmesi için göstereceği gayreti engeller. Bunun yanında sınırsız mülkiyet özgürlüğü düşüncesiyle de savaşmak gerekir. Çünkü bu özgürlük anlayışı insanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkiler ve toplumun bozulmasına neden olur. İslâm, özel mülkiyeti nicelik yani miktar yönü ile değil de nitelik yani kazanma şekli yönünden sınırlandırarak kabul etmiştir. Böylece insanın yapısına uygun bir şekilde insanlar arası ilişkileri düzenlemiş, temel ihtiyaçlarını karşılamak ve gidermek için imkânlar hazırlamıştır.
Özel mülkiyet nispet edildiği kimseye bir şeyden faydalanma ve mukabilinde karşılık alma imkânı veren; insanın, bir ekmeğe veya eve sahip olması gibi (ayn) mal veya menfaatte sahip olabilmesi ile ilgili şer’î bir hükümdür. İnsanın bir ekmeğe sahip olması, onu yemesi ya da satıp karşılığını alma imkânını sağlar. Aynı şekilde eve sahip olması, o evde oturması veya evi satıp parasını alma imkânına sahip olması demektir. Ev ve ekmekten her biri ayn yani malın kendisidir. Öyleyse bunlar hakkında takdir olunan şer’î hüküm, bunları tüketerek veya mübadele yoluyla yararlanılması için kanun koyucunun insanlara izin vermesi ile ilgilidir. Yararlanmak ile ilgili olan bu izin, mal sahibine -ki o kendisine mülk edinme izni verilen kimsedir- ekmeği yemesi, evde ikamet etme imkânını verdiği gibi onu satma imkânını da verir. Böylece ekmekle ilgili şer’î hüküm, ekmeğin tüketilmesiyle ilgili izindir. Ev açısından fayda ile belirlenmiş olan, onda oturma iznidir. Buna göre mülkiyet kanun koyucunun, malın kendisinden yaralanmakla ilgili izni olmaktadır. Dolayısıyla mülkiyet, kanun koyucunun mallar hakkında nedenler göstermesi veya izin vermesi ile gerçekleşebilir. O halde mal üzerindeki mülkiyet hakkı malın bizzat kendisinden ve doğasından yani faydalı veya faydasız oluşundan gelmemektedir. Mülkiyet hakkı ancak kanun koyucunun izninden ve malın mülk edinilmesini serbest kılan bir nedenden gelmektedir. Bunun için kanun koyucu bazı malların mülk olabilmesine izin verirken bir kısmının da mülk edinilmelerini yasaklamıştır. Yine bazı anlaşmalara izin verirken bazılarını ise yasaklamıştır. Domuz ve içkinin mülkiyetini Müslümanlara yasakladığı gibi, İslâm Devleti’nin tebaasından herhangi biri için faiz ve kumar gelirlerinin mülkiyetini de yasaklamıştır. Faizi yasaklarken alışverişi serbest bırakmış; inan şirketine izin verirken kooperatifleri, anonim şirketleri, sigortayı ve sigorta şirketlerini yasaklamıştır.
Mülkiyetin kullanımında birtakım şartlar olduğu gibi, yasal mülk edinmenin de birtakım şartları vardır. Bu şartlar, mülkiyetin, toplumun maslahatı (kamu yararı) ve toplumdan ayrı bir birey olarak değil de toplumun bir parçası olan bireyin yararı için konulmuştur. Mülkiyetin aslını (özünü) kanun koyucu belirlediğinden mülk olunan maldan faydalanma da ancak kanun koyucudan bir delilin bulunması ile ortaya çıkar. Kanun koyucu yasal düzenleme ile mülkiyeti bireye vermiştir. Böylece mülkiyet, toplum içindeki bireye özel bir şeyin kanun koyucu tarafından verilmesidir. Bu verme işi olmasaydı birey ona sahip olma hakkını elde edemezdi.
Malın mülk edinilmesi, malın bizzat kendisinin ve faydasının mülk edinilmesi anlamına gelir. Yoksa sadece fayda açısından mülkiyet söz konusu değildir. Gerçek anlamda mülkiyetten amaçlanan, şeriatın belirlediği faydalanma şekli ile maldan faydalanmaktır
Ferdî mülkiyetle ilgili bu ifadelerden aşağıdaki konuların anlaşılması mümkündür:
a- Mülk edinme için birtakım meşru sebepler vardır.
b- Mülkiyetin kullanımı için birtakım belirli durumlar vardır.
c- Sahip olunan maldan yararlanmada belirli keyfiyet vardır.
d- Özel mülkiyet hakkına tecavüz sayılan durumların varlığı söz konusudur.
İşte böylece bu ifadelerde kanun koyucunun mübah kıldığı mal edinme ile ilgili gerçekleri anlamamız mümkün olduğu gibi, mal edinme ve ondan yararlanmak için gösterilecek çaba ve gayretin anlamını da kavramamız mümkün olur. Diğer bir ifadeyle yukarıda geçen tanımlama mülkiyetin kapsamını belirlemektedir.
Özel mülkiyet hakkı, bireyin şerî bir hakkı olup bu hak ile birey menkul ve gayrimenkul mallar edinebilir. Bu hak kanun ile korunmuş ve sınırlandırılmıştır. Bu mülkiyet hakkı, şeriat tarafından sınırlandırılan mâli değere sahip bir maslahat olmasıyla birlikte bireyin sahip olduğu malda ve buna ait işlerde kullanım yetkisinin olması anlamına gelir. Bunun için mülkiyet hakkının Allahu Teâlâ’nın emir ve yasak sınırları içinde sınırlandırılması açık bir gerekliliktir.
Mülk edinmenin meşru nedenlerinin ortaya konulmasından mülkiyet hakkının ve bu konuda cezalandırılmayı veya cezalandırılmamayı gerektiren durumların da var olduğu görülmektedir. Örneğin hırsızlığın ve gaspın tanımı, ne zaman hırsızlık ve gasp sayılacağı gibi hususlar bunlardandır. Bu sınırlandırma, mülkiyet ve mülkiyet üzerindeki tasarrufa izin veren hâllerle ilgili olarak tasarruf hakkında, bu durumların tarifinde ve beyanında da görülmektedir. İslâm mülkiyete sınır getirirken mülkiyetin sayısal miktarına değil ancak mülkiyetin niteliksel yönüne sınırlama getirmiştir. Sınırlamanın nitel yönden olduğunu aşağıdaki hususlar açık bir şekilde ortaya çıkarmaktadır:
1- Mülk edinilen malın miktarı bakımından olmayıp mülk edinme sebepleri ve mülkün geliştirilmesi bakımından sınırlandırılmasıyla.
2- Kullanma keyfiyetinin sınırlandırılmasıyla.
3- Haracî arazinin bireylere değil devlete ait mülk olmasıyla.
4- Belirli şartlarda zorla özel mülkiyetin kamu mülkiyeti haline dönüştürülmesiyle.
5- İhtiyacını giderecek imkânlardan yoksun kimseye, bu ihtiyacını gidermek için ihtiyacı çerçevesinde bir miktar mal verilmesiyle.
Bütün bunlar ferdî mülkiyetin bireyin sahip olduğu mal üzerinde, sınırlı ve belirli şartlar altında kullanma yetkisine sahip olduğu, mülkiyetin birey için şer’î bir hak olduğu anlamına gelmektedir. Şeriat özel mülkiyete saygılı olmayı, onu çeşitli saldırılardan korumayı bir görev olarak belirlemiş ve bu mülkiyet hakkının korunması görevini devlete yüklemiştir. Bu sebeple hırsızlık veya soygun gibi meşru olmayan yollarla bu hakkı engelleyenlere caydırıcı cezalar koymuştur. Bununla yetinmeyerek kendileri için mülkiyet haklarından herhangi bir hakkın olamayacağı ve başkalarının mülkiyet sınırlarında olan mallara göz dikmelerini engellemek için terbiye edici cezalar da koymuştur. Böylece helal mal mülkiyet kapsamına giren maldır. Haram mal ise mülk değildir ve mülkiyet kavramının kapsamına girmez.
Kamu mülkiyeti mallardan müşterek olarak yararlanma hususunda Şâri’nin topluma verdiği izindir. Kamu mülkiyeti kapsamına giren mallar, Şâri’nin ferdin tek başına sahip olmasını yasakladığı ve toplumun ortak kullanımına sunduğu mallardır. Kamu mülkiyeti şu üç şeyde karşılığını bulur:
1- Toplumun genel gereksinimlerini oluşturan mallar. Öyle ki bu tür mallar bir beldede veya toplulukta bulunamadığı zaman, toplumun bu malları bulabilme ve elde edebilmek için dağılma, başka yerlere gitme ihtiyacını hissettiği mallardır.
2- Tükenmez vasıflı madenler.
3- Doğası gereği ferdin mülkiyeti altına girmesinde engel olan mallar (şeyler).
Toplumun temel dayanağı sayılan şeyler genel olarak insanların temel ihtiyaçları kapsamına giren her tür maldır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadiste bunları sayı olarak değil nitelik olarak beyan etmiştir. Nitekim İbn Abbas Radıyallahu Anh’dan Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edildi: المسلمون شركاء في ثلاث في الماء والكلأ والنار “Müslümanlar üç şeyde ortaktır; su, mera ve ateş.” Enes Radiyallahu Anh’ın İbni Abbas’tan rivayet ettiği aynı hadisin metninde [وثمنه حرام] “Onun bedeli haramdır” ilavesi yer almaktadır. Yine Ebû Hureyre’den Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: ثلاث لا يمنعن: الماء والكلأ والنار “Üç şey men edilemez; su, ateş ve mera.” Bu hadisler, fertlerin su, ateş ve meralarda ortak olduklarının ve bunların fertlerin mülkiyetine girmesinin yasaklandığının delilleridir. Ancak dikkat edilirse hadislerde geçen ibarelerde yer alan nesneler isim olarak geçmektedirler. Hadislerde illet söz konusu olmadığı gibi hadislerin içinde de illet yer almamaktadır. Hadislerin metni, içerisinde yer alan üç şeyi kendilerine ihtiyaç duyulan vasıfları bakımından değil sadece genele ait mülkiyet oluşları açısından ele alındığı anlamını içermektedir. Hâlbuki olayı dikkatle inceleyen kimse Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Tâif ve Hayber’de fertlere suyun mülkiyetini mübah kıldığını ve bölge halkının da bostan ve ekinlerini sulamak için suyu mülk edindiklerini görür. Eğer su kendisine ihtiyaç duyulan bir nesne olması bakımından değil de sadece su olması açısından insanlar arasında ortak kabul edilmiş olsaydı Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem fertlerin suyu mülk edinmelerine izin vermezdi. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bir taraftan [المسلمون شركاء في ثلاث في الماء ..] “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar; su…” demesi diğer taraftan da fertlerin suyu mülk edinmelerini mübah görmesi; su, mera ve ateşle ilgili ortaklığın illetini ortaya çıkarmaktadır. Bu nesnelerdeki illet yönü toplumun bunlardan vazgeçmelerinin hiçbir surette söz konusu olmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla hadisler bu üç hususu toplumun temel dayanağı olmaları açısından ele almış ve toplumun temel ihtiyaçlarından olması bakımından bu üç şey illetlendirilmiştir. Buna göre illetin varlığı onların varlığına ve yokluğuna bağlıdır. O halde toplumun kendisine muhtaç olduğu şeyler ister su, mera ve ateş gibi hadiste zikredilen şeyler olsun isterse zikredilmeyenlerden olsun, kamu mülkiyeti sayılır. Eğer bu şey toplumun muhtaç olduğu mallar kapsamından çıkarsa -isterse su gibi hadiste zikredilen bir şey olsun- o şey kamu mülkiyeti olmaktan çıkar ve ferdî mülkiyet kapsamına girer.
Madenler konusuna gelince, madenler iki kısımda incelenmektedir:
Miktarı sınırlı olan madenler, ferdî mülkiyete girer ve mülkiyeti kimin üzerinde ise o kimselerce işletilir. Bunlar rikaz (define, hazine) muamelesine tabi olarak (1/5) beşte biri devletçe alınır. Amr b. Şuayb’ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiğine göre Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e buluntular hakkında sorulduğunda Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ما كان منها في طريق الميثاء (أي الطريق المسلوكة) أو القرية الجامعة، فعرفها سنة، فإن جاء طالبها، فادفعها إليه، وإن لم يأت فهي لك، وما كان في الخراب، يعني ففيها وفي الركاز الخمس “Onu işlek bir yolda yahut meskûn bir köyde bulmuşsan bir yıl tanıt, ona talip olan olursa ona ver. Talip olan almazsa sana ait olur. Harabede bulunan ise başkadır. Yani onda ve definede beşte bir vardır.” [Ebu Davud rivayet etti.]
Miktarı sınırsız madenler ise tamamıyla kamu mülkiyetidir. Hiçbir ferdin bu tür bir malı mülk edinmesi caiz değildir. Ebyad İbn Hammal’dan şu hadis nakledilmektedir: أنه وفد إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم، فاستقطعه الملح فقطع له، فلما أن ولّى، قال رجل من المجلس: أتدري ما قطعت له؟ إنما قطعت له الماء العِدّ، قال: فانتزعه منه “O Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip bir tuz bölgesinin kendisine verilmesini istemiş, Rasul de bu teklifi kabul etmişti. Ebyâd kalkıp gidince Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanında bulunan şahıslardan biri: Ey Allah’ın Rasulü ona ne verdiğinizi biliyor musunuz? Ona kaynağı kesilmeyen bir su verdiniz, dedi. Bunun üzerine Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem tuzlayı ondan geri aldı.” Hadiste bitmek tükenmek bilmeyen su ifadesi kullanılmaktadır. Tükenmeyecek kadar çok miktarda olması nedeniyle de tuz suya benzetilmiştir. Bu hadis, Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in bir tuz dağını Ebyad İbn Hammal’a mülk olarak verdiğine ve dolayısıyla tuz madenlerinin ferdî mülkiyete girebileceğine delalet eder. Ancak Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hadiste geçen madenin tükenme ihtimali olmayan bir maden olduğunu anlayınca onu vermekten vazgeçmesi ve mülkiyet hakkını iptal etmesi, tükenmez vasıflı madenlerin fert mülkiyetine giremeyeceğini, kamu mülkiyeti kapsamında olduğunu göstermektedir. Burada kastedilen asıl mana tuz değil tuz madenidir. Allah Rasulü de önceleri onu belli bir miktarda tuzla olduğunu bildiği hâlde ferdin mülkiyetine vermişti. Fakat sonradan onun tükenmeyecek kadar çok miktarda bir maden olduğunu öğrendiğinde ise bu madeni ferdî mülkiyet kapsamından çıkarmıştır. Ebu Ubeyde bu konuda şöyle demiştir: وأما إقطاعه صلى الله عليه وسلم أبيض بن حمال المأربي الملح الذي بمأرب، ثمّ ارتجاعه منه، فإنما أقطعه، وهو عنده أرض موات يحييها أبيض، ويعمرها، فلما تبين للنبي صلى الله عليه وسلم أنه ماء عد –وهو الذي له مادة لا تنقطع مثل ماء العيون والآبار– ارتجعه منه لأنّ سُـنّة رسول الله صلى الله عليه وسلم في الكلأ، والنار، والماء، أن النّاس جميعاً فيه شركاء، فكره أن يجعله لرجل يحوزه دون النّاس “Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Me’rib’deki tuz madenini önce Ebyad İbn Hammal el-Me’ribiyy’e verip sonra da ondan geri almasının hikmeti şudur: Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Me’reb’deki o yeri ihya edilmesi gereken bir arazi olarak biliyordu ve imarı için orayı ona ikta etti. Fakat oranın tükenmeyen, bitmeyen su -kaynak ve kuyu suları gibi sürekliliği olan bir madde- hükmünde bir tuz madeni olduğunu anlayınca orayı geri aldı. Çünkü Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in mera, ateş ve su gibi şeyler hakkındaki Sünneti gayet açıktır. Çünkü insanlar bu tür maddelerde ortaktırlar. Dolayısıyla böylesi bir madenin yalnızca bir kişinin elinde bulunmasını hoş karşılamadı.” Tuzun maden olarak kabul edilmesi ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in de onu Ebyad’a vermemesi bu hususlarda ferdî mülkiyetin olamayacağına dair illet sayılır ki bu illet, tuzun tükenmeyen tuz kaynağı olarak değil tükenmeyen maden kapsamında ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre bu hadiste yer alan tuz madeninin ikta edilmesinin men edilmesindeki illet onun tükenmeyecek kadar büyük miktarda olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Amr İbn Kays’ın rivayet ettiği hadiste de [معدن الملح] “tuz madeni” ibaresi kullanılmıştır. Dolayısıyla konu ile ilgili olarak fakihlerin sözleri dikkatli bir şekilde incelendiği zaman onların tuzu maden kapsamında değerlendirdikleri görülmektedir. Bu durumda ise hadis özel olarak tuz madeniyle değil genel olarak madenlerle alakalıdır.
Ebu Davud’un rivayet ettiğine göre Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Bilal İbn . el-Haris el- Müzenî’ye Kabelliye madenlerinin mülkiyetini verdi. Ebû Ubeyd’in el-Emvâl kitabında Ebû İkrime’den rivayet ettiği: أقطع رسول الله صلى الله عليه وسلم بلالاً أرض كذا، من مكان كذا إلى كذا، وما كان فيها من جبل أو معدن “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Bilal’e şu araziyi şu sınırdan şu sınıra kadar içindeki dağ ve madenle birlikte verdi.” hadisi, Ebyad’ın rivayet ettiği hadise ters düşmez. Tam tersine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Bilal’e ikta ettiği madenlerin sınırlı miktarda maden olduğu dolayısıyla ikta edilmesinin caiz olduğu şeklinde anlaşılır. Sınırlı ve tükenebilir madenlerin ferdî mülkiyete verilmesi ise caizdir. Nitekim Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Ebyad’a önce tuz madenini vermiş sonra sınırsız bir maden olduğunu anlayınca geri almıştı. Yukarıdaki hadisler mutlak anlamda madenlerin mülk edinilmesine delalet etmez ve böyle bir iddia doğru olmaz. Eğer öyle olsaydı Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in önce bir şahsa verdiği madeni geri alması fiilî Sünneti’nde bir çelişkiye sebep olurdu. Aksine bu iki rivayetten kendisine dağ ile birlikte maden verilen şahsın madeninin sınırlı ve tükenebilir bir maden olduğuna yorumlanır.
Bu hüküm, tükenmeyecek bolluktaki madenleri kamu mülkiyeti olarak kabul eder ve bu türden tüm madenleri kapsar. Söz konusu madenler ister çıkarıldıktan sonra herhangi bir işleme tabi tutulmadan kullanıma sunulan tuz, sürme, yakut gibi madenler olsun isterse birtakım işlemler sonucu kullanılabilen altın, demir, bakır, kurşun ve benzerleri gibi madenler olsun bu madenlerin hepsinin mülkiyeti kamu mülkiyeti kapsamında değerlendirilir. Ayrıca madenlerin billur gibi katı veya petrol gibi sıvı olması fark etmez. Bu türden tüm madenler hadisi şerifin sınırları içine girer.
Tabiatları gereği ferdin mülkiyeti altında bulunmaları yasaklanan şeyler, toplumun genelinin menfaatlarını karşılayan mallardır. Toplumun zaruri ihtiyaçlarını karşılayan bu tür mallar her ne kadar birinci kısımda anlattığımız mallar kapsamına giriyor olsalar da tabiatları itibarıyla birinci kısımda yer alan mallardan farklıdırlar. Zira burada söz konusu ettiğimiz toplumun genel menfaatlarına yönelik mallar, birinci kısımda yer alan malların tersine hiçbir şart altında ferdî mülkiyete giremezler. Mesela su kaynakları bazı şartlarda ferdî mülkiyette olabileceği hâlde, toplum o suya muhtaç olur ve o su olmaksızın hayatiyetini devam ettiremeyecek duruma düşerse o zaman su ferdî mülkiyet olmaktan çıkar. Ancak yollar aynı mantıkla değerlendirilemez ve yol hiçbir şartla ferdî mülkiyet olamaz. Bu nedenledir ki her ne kadar delili itibarıyla bu kısımda yer alan nesneler şerî illete intibakı itibarıyla toplumun temel gereksinimleri kapsamına giriyorsa da bunların gerçek vakıası mutlak olarak kamu mülkiyeti kapsamında yer aldıklarıdır. Buna göre yollar, nehirler, denizler, göller, umumi kanallar, körfezler, boğazlar kamu mülkiyeti kapsamına girerler. Mescitler, devlet okulları, hastaneler, oyun yerleri, sığınıklar da aynı şekilde genel (kamu) mülkiyeti kapsamında yer alırlar.
Birtakım mallar vardır ki bunlar kamu mülkiyeti kapsamına girmezler. Tam tersine bu mallar, arazi ve menkul eşyalar gibi ferdî mülkiyet kabilinden olan mallar olmasından dolayı ferdî mülkiyete dâhildirler. Ancak bu türden mallar üzerinde bazen Müslümanların geneline ait hak doğar. Bu durumda bu tür mallar ferdî mülkiyet özelliğini kaybeder. Fakat kamu mülkiyeti kapsamına da girmez. Devlet mülkiyeti kapsamında yer alırlar. Devlet mülkiyeti, Müslümanların geneline ait hakkın bulunduğu mallardır ve idareleri halifeye aittir. Halife uygun görürse bu malları bazı kimselere tahsis edebilir. Bu türden malların idaresinin halifeye ait oluşuyla kastedilen, halifenin o mallar üzerinde tasarruf yetkisine sahip olmasıdır ki bu da bir nevi mülkiyettir. Çünkü mülkiyet, kişinin sahip olduğu mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması anlamına gelir. Bu tanım gereği tasarruf ve işletimi halifenin yetki ve içtihadına bırakılmış her tür mal, devlet mülkü kabul edilir. Nitekim Şâri fey, haraç, cizye gibi belirli bazı malları devlet mülkü olarak tanımlamıştır. Halifeye de içtihadına ve görüşüne göre bu mallar üzerinde tasarrufta bulunma hakkı tanımıştır. Çünkü şeriat bu malların harcanacağı yerleri tayin etmemiştir. Şeriat harcama yerlerini belirttiği mallar hususunda ise halifeye görüş ve içtihat hakkı tanımamıştır. Harcama yeri belli mallar devlet mülkü tanımına girmediği gibi malın mülkiyeti de şeriatın belirttiği yerlere aittir. Bundan dolayı zekât devlet mülkü kapsamına girmediği gibi zekâtın mülkiyet hakkı da şeriatın belirttiği sekiz sınıfa aittir. Beytü’l Mâl ise zekâtın ait olduğu sınıflara dağıtımı için biriktirildiği ve korunduğu yerdir.
Her ne kadar devlet hem kamu mülkiyetinin hem de devlete ait mülkiyetin gereklerini yerine getiriyorsa da her iki mülk arasında bir fark vardır. Kamu mülkiyeti kapsamındaki bir malın aslını devletin herhangi bir kimseye vermesi caiz değildir. Fakat kamu mülkiyetine ait malların sevk ve idare etme hakkına sahip olması itibarıyla mümkün olduğu kadarıyla tüm insanların bunlardan faydalanmasına imkân tanımak suretiyle insanların bunları almalarına izin verebilir. Devlet mülkiyeti ise böyle değildir. Devlet isterse kendisine ait herhangi bir malın tamamını fertlerden muayyen kimselere verirken diğerlerine vermeyebilir. Yine malın insanlara verilmemesi hâlinde insanların işlerinin görülmesi gibi bir husus gördüğünde o malı fertlere vermeyebilir. İnsanların bir kısmına tahsis etmeksizin tüm insanları faydalandırmak caiz olan suyun, tuzun, meraların ve şehir alanlarının fertlere verilmesi kesinlikle caiz değildir. Fakat haraç malını isterse ziraatla ilgili bazı işlerin görülmesi için çiftçilere verip başkalarını bu maldan yararlandırmayabilir. Yine bu parayı hiç kimseye vermeden doğrudan silah alarak silahlanmaya harcayabilir. Kısaca devlet, kendisine ait malı tebaasının çıkarlarına uygun gördüğü şekilde tasarruf eder.