MADDE-157: “Dış ticaret, malın bulunduğu yere göre değil, ticaret yapan tüccarın tabiiyetine göre değerlendirilir. İslâm devletiyle savaş halinde olan devletin tüccarları ticaretten men olunur. Bunların bizim beldelerimizde ticaret yapmaları özel bir izin olmadıkça yasaklanır. Müahid, yani İslâm devletiyle bir anlaşması bulunan devletlerin tüccarları bizimle onlar arasındaki anlaşmaya göre muamele görür. İslâm devleti tebaası olan tüccarlar.
MADDE-157: “Dış ticaret, malın bulunduğu yere göre değil, ticaret yapan tüccarın tabiiyetine göre değerlendirilir. İslâm devletiyle savaş halinde olan devletin tüccarları ticaretten men olunur. Bunların bizim beldelerimizde ticaret yapmaları özel bir izin olmadıkça yasaklanır. Müahid, yani İslâm devletiyle bir anlaşması bulunan devletlerin tüccarları bizimle onlar arasındaki anlaşmaya göre muamele görür. İslâm devleti tebaası olan tüccarlar. Ülkenin muhtaç olduğu malları ve stratejik öneme haiz maddeleri ihraç edemezler. Bunlar sahip oldukları her çeşit malı ithal edebilirler bu hususta engel olunmazlar.”
Bu madde üç hususu kapsamaktadır.
1. Malın, bulunduğu yere göre değil tüccarın tabiiyetine göre değerlendirilmesi,
2. Tüccarın değişik tabiiyette bulunması, tüccarlara ait ahkamın da değişik olmasını gerektirir olması,
3. İhracat ve ithalatın yasaklandığı haller.
Birinci hususun delili: Dış ticaret birçok şer’î hükümleri ilgilendirir, Bunlar alış-veriş hükümleri ile dâr-ül harb’den dâr-ül İslâm’a, dâr-ül İslâm’dan dâr-ülharb’e malların giriş ve çıkışlarıyla ilgili hükümler, bu alış-verişlerden Müslümanların uğrayacağı zararlarla ilgili hükümler ve düşmanın bu alış-veriş sayesinde Müslümanlar üzerinde gerçekleştirecekleri güç ile ilgili hükümlerdir. Şer’î hüküm kulların işleriyle ilgili Şari’in hitabıdır; Bunun için dış ticaret, malın menşei ile değil tüccar ile ilgili hükümler kapsamına girer. Mal ile hüküm İslâm şeriatında yer almışsa bu bir mal olması açısından değil muayyen ve belli bir kimsenin malı olmasındandır. Yani, onun belli bir kimseye ait bir mal oluşu itibarıyla, Şeriat meseleyi ele almıştır; yoksa onun, mücerret bir mal oluşundan dolayı değildir. Bunun için dış ticaretle ilgili İslâmi hükümler aynı zamanda Şeriat’ın insan ve onların sahip oldukları mallara bakışı açısından fertleri de ilgilendirir. Yani, Şari Teâla’nın onlar hakkındaki hükmü, aynı zamanda ellerinin altındaki mallar hakkındaki Allah Teâla’nın hükmü demektir. Binaenaleyh, dış ticaretle ilgili şer’î hükümler, hiçbir zaman malın bulunduğu yerle değil, bu mal ile ticaret yapan tüccar ile ilgilidir.
İkinci hususun delili; Süleyman b. Büreyde’nin kendi babasından rivayet ettiği ve Rasul (u)’in ordu komutanlarına söylediği ve yaptığı şu tavsiyedir:
ادْعُهُمْ إِلَى الاسْلامِ فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللَّهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُؤْمِنِينَ ولا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلا أَنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ “Onları İslâm’a davet et. Eğer onlar bu davetini kabul ederlerse, onların bu icabetlerini kabul et ve onlardan elini çek. Sonra onlara kendi yurtlarını bırakıp muhacirlerin yurtlarına gitmelerini söyle ve onlara haber ver ki, eğer bunu yaparlarsa, muhacirlere verilen sevap ve ceza onlara da verilecektir. Eğer onlar, böyle bir duruma yanaşmazlarsa onlara bildir ki onlar diğer Müslüman bedevi Araplar gibi olurlar. Diğer Müslümanlara tanınan haklar onlara da tanınacak, fakat onlar, Müslümanlarla birlikte cihad etmedikleri müddetçe onlara ne ganimet ne de herhangi bir şey verilmeyecektir.”[1]
Bu hadisle delillendirmeye gelince; Rasul (u), “sonra onların kendi ülkelerini bırakıp muhacirlerin yurtlarına gitmelerini ve eğer böyle hareket ederlerse, muhacirlere ait bütün haklardan istifade edebileceklerini kendilerine bildir” demesidir. Bu nass, muhacirlere ait haklardan istifade etmek için, yurt değişikliğini şart koşmaktadır. Yani, hükümlerin tatbik edilebilmesi ve onlara şamil olması şartını belirtmektedir. Eğer yurtlarını bırakmazlarsa bize ait haklardan istifade edemeyeceklerini ve bu konudaki şer’î ahkamın kendilerine tatbik edilmeyeceğini ifade etmektedir. Yine görüyoruz ki, Rasul (u) fey ve ganimetten istifade etmek için, ülkelerini bırakıp muhacirlerin yurduna gitmelerini şart olarak zikretmiştir. İşte bu temel esasa, diğer mali hususlar kıyas edilir. Böylece İslâm ülkesine göçerek oraya gitmeyen kimselerin, mali yönden gayrimüslimlerden bir farkı olmayacağı, bu yönden Müslümanlara tanınan bir takım maddi imkanlardan mahrum bırakılacakları açığa çıkmış olur. Yani bu durumda olan kimselere muhacirlerin yurdunda bulunmadıkları için, mal ile ilgili hükümler tatbik edilmez.
“Muhacirler yurdu” dâr-ül İslâm olup bunun dışındaki bütün yurtlar darü’l küfürdür. Bunun için Rasul (u) muhacirler yurdundan başka diğer yurtlara karşı dâr-ül harb nazarıyla baktığı için, onlara karşı savaşmıştır. Ancak; eğer orada Müslümanlar bulunuyorsa, o zaman, onlarla savaşmaz, onları öldürmezdi, Oranın sakinleri kafirler ise onlarla savaşır ve onları öldürürdü, onları dâr-ül İslâm’a hicret etmeleri için davet ederdi. Bu hususa Enes’den rivayet edilen şu hadis de delalet eder; “Peygamber (u) bir kavimle savaşacağı zaman, sabah aydınlığı çökünceye kadar onlara savaş açmazdı; orada bir ezan sesi işittiği zaman, savaştan vazgeçerdi. Ezan sesi işitmediği zaman sabahın girişiyle onlara hücum ederdi.”
Böylece Rasul (u) muhacirlerin yurdundan başka yurtları dâr-ül harb kabul ederdi. İster orada Müslümanlar yaşıyor olsalar bile, orası dâr-ül küfürdür. Buraya tatbik edilecek hüküm de dâr-ül küfre tatbik edilen hükümdür. Bunun bir kısmı da mali hükümlerdir. Dâr-ül küfürde yaşayan Müslümanlar bu konuda gayrımüslimlerden ayrıt edilmezler. Ancak, dâr-ül küfürde yaşayan Müslümanlarla savaşılmayacağı ve öldürülmeyeceği ve onların mallarının alınmayacağı; gayrımüslümlerle ise savaşılacağı, öldürülecekleri ve onların mallarının alınabileceği noktalar istisnadır.
İşte bu dâr-ül küfür ile dâr-ül İslâm’ın delilidir. Bu kimse dâr-ül küfür veya dâr-ül harbde ikamet ederse, onun tabiiyeti küfür tabiiyetidir. İster Müslim ister gayrimüslim olsun böyle bir kimseye dâr-ül küfrün bütün hükümleri tatbik edilir. Ancak oradaki Müslümanların kanı ve malı masumdur. Buna göre, İslâm devletiyle savaş halinde bulunan bir devletin tabiiyetini taşıyan Müslim veya gayrimüslim bir tüccar, harb olduğu için eman ve izin olmadan ülkemize giremez. Çünkü Rasul (u) şöyle demiştir:
ذِمَّةُ الْمُسْلِمِينَ وَاحِدَةٌ يَسْعَى بِهَا أَدْنَاهُمْ “Müslümanların zimmeti tektir. Onların en aşağıları bile zimmet yetkisine sahiptir.”[2]
Rasul (u) ümmü Haniye şöyle demiştir:
قَدْ أَجَرْنَا مَنْ أَجَرْتِ يَا أُمَّ هَانِئٍ “Ey ümmü Hani! eman verdiğin adama bizde eman verdik.”[3]
Böyle bir harbinin (İslâm devletiyle savaş halinde olan devletin uyruğunda yaşayan kimsenin) dâr-ül İslâm’a girmesi ancak İslâm Devleti’nin ona vereceği izin ve emana bağlıdır. Eman izni olan kimsenin malı da bu emana tabidir. Ancak, malını münferid olarak ithal etmek isterse o takdirde malı için özel bir eman izni gerekir.
İslâm devletiyle muahade ve anlaşma yapmış bir devletin tabiiyetinde olan bir kimse, anlaşmasına göre hareket eder. Zira Allah (Y) şöyle demiştir:
فَأَتِمُّوا إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ “Onların ahdini tamamlayın.”[4]
Anlaşmada, kafir ile Müslüman arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bunların her ikisi de harbi olarak kabul edilir. Zira, her biri küfür tabiiyetini taşımaktadırlar. Küfür tabiiyeti taşıyan kimselere anlaşma ve muhadede harbi muahid (anlaşmalı harbi)) muamelesi yapılır.
İslâm Devleti’nin tabiiyetini taşıyan kimseler ister zımmi ister Müslüman olsun istediği malı ihraç etmeğe engel olunmayacağı gibi, istediği malı ithal etmeye de engel olunmaz. Bunlardan gümrük vergisi de alınmaz. İstediği malı ithal veya ihraç etmek isteyen kimseye engel olunmayacağı hususundaki delil Allah’ın (Y) şu kavlidir:
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ “Allah alış-verişi helal kıldı.”[5]
Bu ifade umumi bir ifade olup, ister dâr-ül İslâm ister dâr-ül küfürde olsun bütün alış-verilere şamildir. Yani bu, hem iç ticarete hem de dış ticarete şamildir. Bu genelliğini tahsis edecek herhangi bir nass olmadığı gibi, Müslüman veya zımminin mal ithal veya ihraç etmeye mani olacak herhangi bir nass da varid olmuş değildir. Aynı zamanda bu, hem Müslüman hem de zımmiye şamildir. Zimmıyi, alış-verişten yasaklayan ve engelleyen herhangi bir şey de yoktur. Aynı zamanda alış-verişi sadece Müslümana helal gayrimüslime haram kılan bir şey de yoktur.
Gümrük vergilerinin İslâm devleti tabiiyetini taşıyan kimselerden alınmayacağına dair delil ise: İbrahim b. Muhacir’den rivayet edildiğine göre, diyor ki; Ben Ziyad b. Hadir’den işittim, diyordu ki; “İslâm’da ilk öşür alan ben oldum. Ben; Siz kimlerden öşür alıyordunuz? dedim. O; biz Müslüman ve anlaşmalılardan almıyorduk. Biz Beni Tağlib Hıristiyanlarından alıyorduk.”
Öşür, dâr-ül harb’den dâr-ül İslâm’a giren mallardan onda bir olarak alınan vergiye denir.
İşte dâr-ül İslâm ve dâr-ül küfür. ve harbinin ister Müslim ister kafir olsun eman almadan dâr-ül İslâm’a giremeyeceği, anlaşmalının anlaşmasına göre muamele göreceği alış-verişin hem Müslümana hem de zımmiye mutlak olarak mübah olduğuna delalet eden bu deliller, ilgili maddenin ikinci fıkrasına ait delillerdir.
Üçüncü: Tebük yolu üzerinde bulunan Semud Kuyusundan su içmek isteyen orduyu men eden Peygamber (u)’in hareketinden istinbat edilen: “Mübah olan herhangi bir şeyin, fertlerinden bir ferdi, herhangi bir zarara sebep oluyorsa, o fert men edilir, o şey aslı üzerinde mübah olarak bırakılır” şer’î kaidesidir. Mesele yiyecek gibi mübah bir malın İslâm beldelerinden ihracı ülkede zarara götürürse veya düşmanları, Müslümanlar aleyhine güçlendiren silah veya stratejik önemi bulunan maddeler ihraç edilmek istenirse bütün bu maddelerin ihracı yasaklanır. Bu maddeleri Müslüman veya zımmi veya anlaşmalı yahut bir harbi ihraç etmiş olsun fark etmez. Malın ithali de bu kaideye göre seyreder.
Bir malın ihracından herhangi bir zarar mevcut
değilse, onun ihracına engel olunmaz. Bu işleri Müslüman veya zımmi yapabilir.
Bunlara ait hüküm anlaşmalı ve harbiye de tatbik edilir. Mal ihracatının caiz
olduğuna dair delil, Peygamber (u)’in harb halinde bulunduğu
Mekke halkına yün ve pamuk satmak için Semame ismindeki sahabesine emridir.
[1] Müslim, K. Cihad ve’s Seyr, 3261
[2] Buhari, K. Feraid, 6258
[3] Buhari, K. Salat, 344
[4] Tevbe: 4
[5] Bakara: 275