MADDE-18:“Şu dört kişi yönetici sayılır: Halife, Tefviz Muavini, Vali ve Amil. Bunların dışındakiler yönetici değil, görevli sayılırlar.” Bu madde idare ile hüküm/yönetim arasını ayırmak için konulmuştur. Bu iki husus arasındaki fark, şu iki yönden tezahur eder: a-) Her ikisinin vakıasında, b-) Rasul (u)’in yönetici ve görevlileri tayin edişindeki işlemlerinde. a-) Bunların vakıasına gelince: (الحكم) “hükm”
MADDE-18:“Şu dört kişi yönetici sayılır: Halife, Tefviz Muavini, Vali ve Amil. Bunların dışındakiler yönetici değil, görevli sayılırlar.”
Bu madde idare ile hüküm/yönetim arasını ayırmak için konulmuştur. Bu iki husus arasındaki fark, şu iki yönden tezahur eder:
a-) Her ikisinin vakıasında,
b-) Rasul (u)’in yönetici ve görevlileri tayin edişindeki işlemlerinde.
a-) Bunların vakıasına gelince:
(الحكم) “hükm” (الملك) “mülk” ve (السلطان) “sultan” kelimeleri aynı ve tek bir anlamı ifade ederler ki bu da; hükümleri infaz eden sulta/otorite ve güç demektir. Kamus el-Muhit’te bu, şu şekilde izah edilir: “Hüküm; mulûke-mülk; azamet ve sultan aynı anlamdadırlar.” Başka bir yerde de; “Hüküm; sultan, hüccet ve Melik’in kudreti demektir” diyor. Üçüncü bir yerde Kamus; “(الحكم) “hüküm” (القضاء) “kaza” (yargı) demektir. Çoğulu, (أحكام) “ahkâm”dır. (الحاكم) “hâkim” hükmü yerine getirendir.” Bu demektir ki; “hüküm” lügat bakımından kaza (yargı) demektir. Hâkim ise, lügat bakımından hükmü infaz eden demektir.
Bu maddedeki “hüküm”den maksat ise, hükümlerin yerine getirilmesi anlamındaki ıstılahı manadır. Bu da; Mülk, Sultan ve Melik’in kudreti demektir. Veya başka bir tabirle; hüküm, Şeriat’ın müslümanlara Rasul (u)’in şu sözü ile farz kıldığı emâret/emirlik işidir:
لا يَحِلُّ لِثَلاثَةِ نَفَرٍ يَكُونُونَ بِأَرْضِ فَلاةٍ إِلا أَمَّرُوا عَلَيْهِمْ أَحَدَهُمْ “Üç kişilik bir topluluğa, aralarında birisini kendilerine emir tayin etmeden açık bir yerde bulunmaları helâl olmaz.”[1]
Bu emir ve emaret işi; zulmü defetmek, haklı ve haksızı ayırmak için kullanılan sulta/otorite ve güçtür. Başka bir tabirle; Allahu Teâlâ’nın şu kavillerinde geçen “velâyet-ül emr” olan hükümdür (yönetimdir):
أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ “Allah’a itaat edin Rasul’e ve sizden olan ulul-emre itaat edin.”[2]
وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأمْرِ مِنْهُمْ “Eğer onu Rasul’e ve onlardan olan ulul-emre götürselerdi…”[3]
Bu ayetlerde geçen velâyet-ül emr (çoğulu ulul-emr), bilfiil direkt olarak işlerin güdülmesini ifade eder.
İşte bu verilen bilgiler, hükmün vakıası ile ilgilidir. Buna binaen “velâyet-ül emr”, emâret, mülk, sultan; hüküm (yönetim) demektir. Bunun dışındakiler ise idaredir.
Binaenaleyh, halifenin ve onun valiler ve amillerden olan emirlerinin, şer’î hükümleri ve yargı hükümlerini yerine getirerek halkın işlerini idare etmeleri hususunda yaptıkları şey “hükümdür” (yönetimdir). Bunun dışında kalan gerek bunlar, gerekse bunlardan başka halkın veya halifenin tayin ettiği kimselerin icraatına “idare” denir. Böylece hüküm ile idare arasındaki fark açığa çıkmış olur.
Şeriat koyucu, ümmetin seçtiği halifeye veya ümmetin seçtiği emire bu yönetimi bu vakıayla birlikte vermiştir. Ümmetin, emiri seçmesi veya halifeye biat etmesiyle, halife veya emir yönetimde yetki sahibi olur. Yani yönetim böylesi bir halife veya emire ait olur. Bu yetki ondan başkasına ait olmaz. Meğer ki o, bu yetkiyi birine vermiş olsun. Bundan dolayı yönetim merkezîdir. Yani yönetim ümmete aittir. Ümmet onu bir halifeye veya emir olan bir şahsa vermiştir. Ümmetin ona biat veya seçim yolu ile vermesiyle yönetim ona ait olmuş olur. O ise, dilediği kimseye yönetme yetkisini verir. O vermedikçe hiç bir kimsenin yönetme yetkisi yoktur. Bununla, yönetimi bizzat yürüten kimsenin, ümmetin seçerek bu yetkiyi verdiği kimse olabileceği noktasında yönetimin merkezî olduğu açığa çıkmış olmaktadır.
Halifeden başkası yönetimi bizzat yürütmez. Halifeden başkası ancak zaman, mekân ve olaylarla bağımlı olarak kendisine başkası tarafından verilmesiyle sınırlı bir şekilde yönetim yetkisine sahip olabilir. Buna binaen hükmün/yönetimin vakıası/varlık veya pratiği onun merkezî olduğuna ve merkezîyetinin gerekli olduğuna delâlet eder.
b-) Rasulullah (u)’in işlerine gelince:
O (u), vilâyetlere valiler gönderiyor ve onlara, insanlar üzerinde Şeriat hükümlerini yürürlüğe koymalarını emrediyordu. Yine o (u), hükümlerin yürürlüğe konması için değil de işleri yapmaları için bir çok görevliler tayin etmişti.
Meselâ; hükümleri yürürlüğe koyma hak ve yetkisini verdiği bir çok valiler tayin etmişti. Bu tayin ettiği valilere hükümleri yürürlüğe koyma vesileleri ve üsluplarını sınırlandırmayarak bu hususu onlara bırakmıştı. Bazılarına şer’î hükümlerin uygulanması vesilelerini ya da üsluplarını değil de şer’î hükümleri içeren mektuplar yazıyordu. Bazılarına da Allah’ın Şeriatı’nın uygulamalarını bu mektuplarında emrediyordu. Nitekim Amr b. Hazmı vali olarak tayin etti ve kendisine bir mektup yazdı. Muaz b. Cebel’i tayin ederken ona nasıl hükmedeceğini sordu. Ve onun görüşünü tasvib etti. Attab b. Üseyd’i de Allah’ın Şeriatı’nı infaz için vali olarak tayin etmişti. Tayin ettiği valilerde onların hükmü yürürlüğe koyabilmek salahiyetinde olduklarını görüyordu. İmran b. Hüseyn, zekât toplamak için amil olarak tayin olunmuştu. Döndüğü zaman ona, “Mal nerede?” dendi. İmran, (halifeye) dedi ki: “Sen beni mal için mi gönderdin? Biz onu, Rasulullah (u)’in zamanında aldığımız gibi aldık ve yine daha önce nasıl harcıyor idiysek o şekilde dağıttık.”
Görevlendirilenlerin durumu böyle değildir. Görevli olarak tayin edilenlerin yapacakları vazifeler belirtilir. Onlar ancak kendilerinden istenen görevleri yerine getirirler. Meselâ; Rasulullah (u), Yahudilerin daha henüz koparılmamış, ağaç üzerindeki meyvelerini takdir ve tespit için Abdullah b. Revaha’yı gözlemci olarak tayin etmişti. Rasul (u), toplayıp kendisine getirmeleri için zekatı toplayacak amiller gönderiyordu ve onlara ücretlerini veriyordu. Nitekim Busr b. Said b. es-Said’i, el-Malikî’den rivayetle dedi ki:
“Ömer, beni zekat toplamak için amil olarak tayin etti. Toplayıp geldim ve ona teslim ettim. Halife Ömer benden bir ücret almamı istedi. Ben, “Bu işi Allah için yaptım.” dedim. Ömer; “Verdiğimi al. Çünkü, ben de Rasulullah (u) zamanında zekat amili olarak gönderilmiştim. Rasulullah (u), bana bir ücret teklif etmişti de ben de senin gibi söyledim. Bunun üzerine Rasulullah (u), bana şöyle buyurdu:”
إِذَا أُعْطِيتَ شَيْئًا مِنْ غَيْرِ أَنْ تَسْأَلَ فَكُلْ وَتَصَدَّقْ “İstemeden sana bir şey verildiği zaman ye ve ondan tasadduk et.”[4]
Görüldüğü gibi İmran b. Hüseyn, bir yönetici olduğu için topladığı zekatın kendisinden istenmesini çirkin bulmuştur. Çünkü, o Allah’ın hükmünü yerine getirmişti ve zekata müstahak olanlara Rasulullah’ın tayin ettiği sırada yapıldığı gibi dağıtmıştı. Fakat Busr b. Said ise bunun gibi değildi. O, sadece zekat toplamak görevi ile görevlendirilmişti. Şerî hükümleri uygulama görevi kendisine verilmemişti. Bu iki misal, hâkim/yönetici ile muvazzafın/görevlendirilenin arasındaki farkı açıkca ortaya koyuyor. Yöneticinin görevi, şer’î hükümleri yürürlüğe koymaktır. Yani onun görevi; hüküm, mülk ve sultandır. İdarecinin görevleri ise, hükümleri yürürlüğe koymak olmayıp bir takım işleri yerine getirmektir ki bunlar yönetimden değildirler. Görevlinin/idarecinin işleri ancak idaredendir.
Böylece bizzat yöneticinin işlerinin neler olabileceği hususu da belirlenmiş olur. Yöneticinin işlerinden birisi de, şer’î hükümleri yerine getirmektir ki bu hükmetmedir/ yönetimdir. Bu yetkiye de ancak onu tayin etme yetkisine sahip olan birisinin onu tayin etmesiyle sahip olabilir. Yine onun işlerinden, yürürlüğe koymayı gerçekleştirmeye ulaşmak için kullanılan bir takım vesile ve üsluplar vardır ki bunlar idaredir. Hükmeden bir kimsenin yani yöneticinin bu hususlarda bir tayine ihtiyacı olmadığı gibi, bu hususta kendisini tayin edene bunları götürüp sorması da söz konusu değildir. Çünkü, yönetici olan kimse bunları kendisi bulur. Zira onun yönetici olarak tayin edilmesi, ona uygun gördüğü ve istediği üslup ve vesileleri kullanma yetkisini verir. Ancak tayin yapan merci‘ üslup ve vesileleri tayin etmiş ise, o zaman yönetici kendisine belirtilmiş o üslup ve vesilelere bağlı kalır. Yani onun yönetici olarak tayin edilmesi, ona idarî işleri yapma yetkisi verir, yönetim yetkisine sahip olan kişiden sadır olmuş bir idarî nizam olmadıkça. Eğer öyle bir idarî nizam varsa, o zaman ona tabi olması gerekir.
Buradan “hüküm/yönetim merkezîdir” sözünün manası açığa çıkar ki şöyledir: Yani şer’î hükümleri yürürlüğe koyma yetkisine ancak ümmetin bu yetkiyi kendisine verdiği kimseden başka zati olarak hiç bir kimse sahip olamaz. Bu yetki, ümmetten yetki alan kimseye aittir. Ümmetten yetki alan kimse, kime yetki verirse o da bu yönetme yetkisine sahip olur.
“İdare merkezî değildir” sözünün manası da açığa çıkar ki şöyledir: Yönetici olarak tayin olunan kişi, yapacağı idarî işlerde kendisini tayin edene müracaat etmez. O kendisine göre uygun gördüğü şekilde icraatını yapar.
Bu husus, şer’î nasslarda varid olduğu gibi yönetimin vakıasından sabittir. Aynı şekilde yöneticileri tayin ederken Rasul’ün ameliyle de subut bulmuştur.
İşte bu maddenin delili budur.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müs. Mükessirin min es-Sahabeh, 6360
[2] Nisa: 59
[3] Nisa: 83
[4] Müslim, K. Zekah, 1733