“Sanayi devleti inşa etme politikası” konusu, bazılarımıza, hayatın diğer saha ve alanlarıyla hiçbir ilgisi olmayan, tamamen ekonomik bir konu gibi görünebilir. Ancak hakikatte mesele, ekonomik içeriğe de sahip olan siyasi bir konudur. Çünkü konu, sanayileşmenin sadece ekonomik saikleri ve sonuçlarıyla ilgili değil, aynı şekilde -buna ek olarak ve bundan önce- fikri ve siyasi saik ve sonuçlarıyla da ilgilidir… Ayrıca bazılarımız, bu konuyla ilgili sorunu sadece fıkhi mirasımızla çözebileceğimizi düşünebilir ama bu düşünce yanlıştır. Çünkü sanayi konusu, yeni bir içtihadı gerektirir. Bu yüzden fikri miras üzerinde durmak yeterli değildir. Aksine bunun, bir yandan yeni gerçekleri ve olayları anlayarak diğer yandan da İslam’a dayalı canlı şerî bir siyasi ve ekonomik düşünce inşa etmek için İslam’ın usûlünü anlayarak geliştirilmesi gerekir; bu yüzden modern ekonomik sorunları Kitap ve sünnete dayalı saf İslami bir temelde çözmek için içtihadın mümkün kıldığı özgün yüce bir düşünce gereklidir.
Avrupa’daki sanayi devriminden bu yana İslam dünyası Batı’nın şiddetli saldırılarına maruz kaldı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve 1924 yılında da Hilafetin kaldırılmasıyla Batı, tüm İslam dünyasını nüfuzuna boyun eğdirmeyi başardı, İslam’ı hayatın her alanından uzaklaştırdı ve geriye sadece ibadetler ve birkaç hüküm kaldı. Ancak yenilgilerine rağmen Müslümanlar, 20. yüzyılın ellili ve altmışlı yıllarının başlarında zirveye ulaşan bir kurtuluş dalgası başlattı… Ancak Batı, Müslümanları özgürleşiyorlarmış gibi gösteren sahte devrimlerle bu dalgayı ortadan kaldırmayı ve ona kürtaj yapmayı başardı. İşte bizler, 21. yüzyılın ilk on yılının başlarında, İslam dünyasının Batı nüfuzunun ağırlığı altında ezildiğine, aksine bunun da ötesinde Irak ve Afganistan gibi Müslümanların en önemli kalelerine doğrudan askeri sömürgeciliğin geri dönüşüne tanık oluyoruz.
Nitekim Batı, tüm İslam dünyasını kendi nüfuzuna boyun eğdirdi, üzerine kapitalist sistemi uygulayarak özellikle ekonomi olmak üzere İslam’ı onun hayatından uzaklaştırdı ve İslam dünyasının ekonomik temellerini yok etmek için elinden geleni yaptı. Bu da İslam dünyasını, Batı’nın sanayi ürünlerini alması için bir pazar haline getirdiği gibi onu tarımsal ve madencilik hammaddesinin kaynağı haline getirdi, yani İslam dünyasını tamamen kapitalist Batı ülkelerinin ekonomisine bağlı bir ekonomi haline getirdi. Batı, İslam dünyasının tarım, ticaret, sanayi ve hatta zanaat sektörlerini, İslam dünyasının kendi tüketmediğini üretmesini ve üretmediğini de tüketmesini sağlayacak şekilde çarpıttı. Bunu da İslam dünyasının ekonomilerinin Batı’ya olan bağımlılığını pekiştirmek için yaptı.
Bu nedenle İslam dünyası, o zamanlar “ekonomik bağımsızlık” ve “halkların ekonomik olarak kendi kaderini tayin hakkı” olarak adlandırılan bir sorunla karşı karşıya kaldı; bu da askeri sömürgeciliğin çıkışının, sömürge olarak sömürgeciliğin kesinlikle ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Çünkü askeri işgal, sömürgeciliğin biçimlerinden biri olup özellikle ekonomik bağımlılığın birçok biçimleri olmak üzere diğer birçok biçimler var olmaya devam etti. Dolayısıyla sömürgecinin İslam dünyasındaki devrimlere kürtaj yapmak için uyguladığı yöntem, elindeki ekonomik pozisyonları korumakla birlikte şekli olarak siyasi bağımsızlık vermektir. Böylece İslam dünyasının ekonomik kalkınma planlarının kendi çıkarlarına tabi olması için denetlemekte ve bunu sömürgeci emellerini gerçekleştirme yönünde yönlendirmektedir.
İslam dünyası, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözde üçüncü dünya çatısı altında Bağlantısızlar Hareketi ve Birleşmiş Milletler bünyesine alınmış olmasına rağmen, siyasi bağımsızlık savaşını ekonomik bağımsızlık savaşına dönüştürmeye çalışmıştır. Ama şimdiye kadar başarılı olamadı, dahası siyasi bağımsızlığın başlangıcından bu yana sanayi sektörüne odaklanmasına rağmen böyle olduğunu gördük ve görüyoruz. Dolayısıyla İslam dünyasının ülkeleri, ne gelişmiş sanayi ülkelerine dönüşebildiler ne de oluşturdukları sanayileri koruyup geliştirebildiler. Dahası fabrika ve yedek parça ithalatına bel bağlayarak Batı’ya olan bağımlılığını artırmış, böylece fabrikaları Batı ile olan siyasi ilişkilere konu olmuştur.
Şimdi İslam dünyasının geldiği noktanın ve çöküş noktasında onu bekleyen şeyin, halklarının ekonomik yönünün değil de aksine varlığının temellerinin tehdit edilmesi olması bakımından özellikle karşımızda, İslam dünyasının siyasi ve ekonomik işlerinin dizginlerini elinde tutan siyasetçilerin ve iktisatçıların bağımlılıktan kurtulma ve geri kalmışlıktan çıkma noktasında aciz kaldıklarını, bağımlılıktan kurtulmayı hayal etmenin bile imkansız hale geldiğini ve kapitalist Batılı ülkelerin çizdiği yaklaşıma uyduğu sürece İslam dünyasının sanayileşmesinin bir efsane ya da boş bir hayal olduğunu görmekteyiz… Bunun da bizi aşağıdaki bazı temel soruları sormaya sevk ettiğini söyleyebilirim:
– Devlet, sanayi olarak nasıl ilerler? Kapitalist Batılı ülkelerin, diğer ülkelerin kendilerini sanayi olarak inşa etmelerini engellemek için tezgahladıkları habis yöntemlerden nasıl kaçınılır? Sanayiye yönelik göstermiş oldukları tüm çabanın ardından sanayileşme yoluyla kurtuluşu gerçekleştirme noktasında bu tür ülkelere (İslam dünyasının ülkelerine) itimat edilip güvenilir mi yoksa mesele köklü bir değişimi mi gerektiriyor? Ve benzerleri gibi…
Bu ve bununla ilgili diğer sorunların cevabı şöyledir; “Sanayi politikası, ülkeyi sanayileşmiş ülkelerden biri yapmak üzerine kurulur ve bunun için tek bir yol izlenir ki o da; önce makine sanayisini kurmak, bundan da geri kalan sanayileri kurmaktır.” Yani her şeyden önce motorlu ve benzeri makineler üreten fabrikalar kurulur, sonra da ülke sanayisinde makinelerin temin edilmesinin ardından bu makineler alınıp diğer fabrikalar kurulur.
Ülkeyi sanayi ülkesi haline getirmenin, her şeyden önce makine sanayisiyle başlamaktan, sonra da ülkede üretilen makinelerden herhangi bir fabrika kurmaktan başka bir yolu yoktur. Gerçek şu ki sanayi olarak geri kalmış bir devletin, sanayi devrimi dışında bir çözümü yoktur. Sanayi devrimi ise, sanayinin başını ve onun kaynağının dizginlerini teslim almakla olur. Bu da sanayideki devrim süreci olan makine sanayisi olup sanayinin başının dizginlerini teslim almadan önce herhangi bir sanayi ile ilgilenilmemeli, makine sanayisinin kurulmasına yönelik bütün ekonomik çabalar gösterilmeli ve makine sanayisinin kurulması için zaruri ve gerekli olanların dışında başka bir şey yapılmamalıdır.
Nitekim vakıa bunu kanıtlıyor:
1) Avrupa’da sanayi devrimi ancak makine sanayisi bulunduğu zaman gerçekleşti.
2) ABD de birkaç ülkenin sömürgesiydi ama makineler üreterek sanayi devrimi gerçekleştiğinde maddi olarak da ilerledi.
3) Aynı şekilde Rusya da makineler üreterek sanayi devriminin gerçekleşmesiyle birlikte sözü geçer bir ülke oldu.
4) Makine sanayisi olmayan bir ülkenin diğer fabrikaları, makine ve yedek parça sahibi olan ülkelere bağımlı olur; dolayısıyla bir makine arıza nedeniyle durduğunda, şayet makine veya gerekli yedek parça yoksa fabrikanın aksamasına yol açar. Aynı şekilde devletin askeri teçhizatı, üretimi için gerekli yedek parçaları ithal edilemediği takdirde değerini kaybeder. Bu da gerek devletin egemenliğinin gerekse devletin ve tebaasının güvenliğinin kısıtlanmasına neden olur. Bu durum daha çok silah ve makinelere sahip olan ülke ile bu silah ve bu makineleri ithal eden ülke arasında bir düşmanlık durumunda ortaya çıkar. Dolayısıyla bu ülke için bir kuşatma durumu meydana gelebilir ve tüm askeri ve sivil sanayi neredeyse durma noktasına ulaşabilir. Bu yüzden şayet bu ülke makine sanayisine sahip değilse, arızalı makineyi veya gerekli yedek parçayı kendisi tamir etmelidir.
Binaenaleyh bir sanayi inşa etmek ve sanayide ilerlemek isteyen herkes, doğru bir sanayi devrimi çalışmasının olması için aşamalı olarak değil de doğrudan ve devrimci bir şekilde makine sanayisini kurmak için inisiyatif alarak bir sanayi devrimiyle başlamazsa bunu gerçekleştiremeyecektir.
Bu herhangi bir devlet ve herhangi bir ümmet içindi. İslam ümmeti ve Allah’ın indirdikleriyle hükmeden devlete gelince; mesele daha da gerekli ve daha da önemlidir. Çünkü makine fabrikaları kurmak şerî bir vaciptir, yani Müslümanların, devletin ve ümmetin üzerine farzdır. Farz ise bir seçenek olmaksızın kesin olarak uygulanır, aksi taktirde cezası vardır. Neden farz olduğu ise aşağıdaki şekildedir:
1) Makine fabrikalarının olmaması, ülkemizdeki bütün fabrikaları, ağır makine sanayiinde diğer Batı ülkelerine muhtaç hale getirir. Dolayısıyla bir makine bozulur veya yedek parçaya ihtiyaç duyulursa, fabrikada aksama olur ve bu parçalar bize sömürgeci kafir Batılı ülkelerden temin edildiği için fabrikanın çalışması durur ve bu da Müslümanlara zarar verir.
Sonra Müslümanların elinde makine fabrikalarının olmaması, aynı şekilde İslam beldelerini savaş sanayilerinde diğer kafir ülkelere bağımlı hale getirir. Bu zarar ise birincisinden daha da korkunç olup her ikisi de Müslümanların aleyhine kafirler için bir yol verir. Allah bunu haram kılmıştır. وَلَن يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا “Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermez.” [Nisa 141]
2) Cihad İslam’ın en zirvesidir ve İslam’ı dışarıya yaymanın ana metodudur. Cihad ise savaş sanayiine dayalıdır. Şayet kafir ülkelere bağımlı olunursa, cihattan kastedilen anlam bozulmuş olur. Bu yüzden cihadın gerektiği gibi yapılabilmesi için, cihad için gerekli olan makinelerin üretilmesi amacıyla ağır sanayinin sağlanması gerekir. Bu birincisi. İkinci olana gelince; savaş için hazırlık yapmak Müslümanların üzerine farzdır. Talep edilen hazırlık ise düşmana korku veren hazırlıktır. Bu da düşmanın güç ve büyüklüğünü bilmediği silah sanayinin olmasını gerektirir. Eğer ağır sanayi ve makine sanayi olmazsa, korkutmanın gerçekleşmesi imkansızdır. وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ ۚ “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.” [Enfal 60] Ayrıca ما لا يتم الواجب إلا به فهو واجب “Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olanlar da vaciptir” şerî kaidesinden dolayı ağır sanayi ve makine sanayisinin kurulması vacip olur.
Bu nedenle ağır fabrikalar ve makine fabrikaları kurmak, sadece Beytu’l Mâl’in değil Müslümanların da üzerine farzdır. Bu yüzden ağır sanayi fabrikaları kurmak için Beytu’l Mâl’de olanlar yeterli değilse, devlet ağır fabrikalar kurmak için Müslümanların zenginlerinden vergi alır. Ayrıca ticaret açısından da makine farikalarının kurulmasına hız vermek gerekli olan bir husustur. Çünkü neredeyse bütün İslam beldeleri makine fabrikalarından yoksun olup ihtiyaçları olan makine ve fabrikaları Avrupa’dan, Rusya’dan ve ABD’den ithal ediyorlar. Bu yüzden ülkemizde makine sanayisinin kurulması, makine sanayimiz olduğunda bizim için sıkıntı oluşturmayacak bu ülkelerin pazarlarını da kazanır.
Ayrıca dışarıdan fabrika ve makineler satın almak bize pahalıya mal olur ve bunlar bizlere yüksek fiyattan satılır. Ama özel makine fabrikaları kurarsak ve ülkemizde petrol bulunursa, o zaman fabrika ve makineleri Avrupa ve Amerika’dan aldığımızdan daha ucuza mal ederiz.
Ancak bizler, bu nedenlerden dolayı değil, bilakis belirli bir ekonomi politikasının gerçekleştirilmesi için makine sanayisinin gerekli olduğu çağrısında bulunuyoruz. Bu da ister kâr ister zarar olsun, ister yurt dışında pazar bulunsun ister bulunmasın ülkemizi sanayi ülkesine haline getirecektir. Çünkü bu farzdır. Sadece bunun için bile makine sanayisini kurmaya başlamak ve bu başlangıcın da sanayi devrimi ve devrim niteliğinde olması gerekir.
Ülkemiz, sanayi devrimi için gerekli olan her şeyle dolup taşmaktadır. Nitekim bu hammaddeler, bu ağır sanayiyi kuracak ve şu anda kapitalist Batılı ülkelerin yaptığı gibi halkların servetlerini ve kanlarını emmek için değil onların mutluluğu için dünyaya liderlik edecek kadar mevcuttur.
Batı, devletin sanayi gelişiminin makine üretmeye başlamadan gerçekleşmeyeceğini anlıyor. Bu yüzden sömürgeci kapitalist bakış açısına göre Batı, diğer ülkelerin sanayi olarak kendisine bağımlı, sanayilerini satmak için bir pazar ve kendisi için bir nüfuz ve hegemonya alanı olarak kalması için planlar çiziyor. Nitekim ülkemizi sanayi olarak geri kalmış ve kendini sanayi olarak inşa edemez duruma getirmek için kullandığı habis yöntemlerden bazıları şunlardır:
1) Ülkemizdeki karar vericiler ve aydınlar için, sanayinin tamamlanması için birtakım aşamalara ihtiyaç olduğu noktasında kanaat oluşturmaya yönelik çalışma ve araştırmalar yapılması. Nitekim Amerikalı Profesör “Rostow”, 1960 yılında yayınlanan “Ekonomik Kalkınma Aşamaları” adlı kitabında, toplumun ağır sanayileşme aşamasına ulaşmadan önce geleneksel toplum aşamasına, ardından lansman aşamasına, ardından olgunluk aşamasına ve ardından da yüksek halkçı tüketim aşamasına geçilmesi gerektiğini, bu aşamaların her biri için tamamlanması uzun zaman gerektiren şartlar konulduğunu, bunun da ağır sanayileşmeye başlamak isteyen herhangi bir ülkenin, ağır sanayileşme aşamasına ulaşmadan önce onlarca yılın geçmesine neden olduğunu söylüyor. Bu ve benzeri kitapların amacı, sanayi devrimini önlemektir. Dolayısıyla buna ikna olan herkes, bunun uzun aşamalardan geçmesi gerektiğini düşünüyor, bu da insanları sanayi devriminden uzaklaştırmak anlamına geliyor. Bu ve benzeri çalışmalar, dünyayı Batı’nın ürettiğini tüketen ve çıkarlarını gerçekleştiren bir pazar olarak tutmayı amaçlamaktadır.
2) Ülkenin ürünlerini tedarik etmesine ve kullanmasına imkan sağlamak dışında teknoloji transferine izin vermemek. Örneğin elektriğin olmadığı bir ülkeye, içinde buzdolabı ve bilgisayar alabilecek insanlar olsa bile elektrikli buzdolabı veya bilgisayar satılması imkansızdır. Bu nedenle Batılı ülkelerden alınan kredilerle de olsa bu ülkelerde elektrik sirkülasyonunun sağlanması gerekir. Bu durumda da Batılı ülkelerin ürettiği endüstriyel cihazları çalıştırabilecek ve kullanabilecek mühendis ve teknisyenlerin bulunması gerekir. Bu nedenle onlar, bu tür alanlardaki bilimsel iş birliğine ve teknolojik uzmanlık transferine karşı çıkmıyorlar. Ancak bu, az gelişmiş ülkelerin ağır sanayi kuracak kadar teknolojiyi özümsemeleri için değildir.
Bu nedenle teknolojinin kullanılması ile teknolojiye sahip olmak veya teknoloji üretmek arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Teknolojinin kullanılmasına gelince; bu, Batı’nın az gelişmiş ülkelere nasıl yapılacağını öğretmeye çalıştığı bir husustur ki böylece onlara ürünlerini satabilsin ve bu ülkeler üzerine hegemonyasını dayatabilsin. Teknolojiye sahip olmaya ve onun üretilmesine gelince; bunlar sırf kullanmak için değil, gerekli olan bir husustur. Çünkü örneğin uçakları ve tankları komuta edebilen ama onları üretemeyen bir ordu, zayıf kalacak ve mağlup olacaktır. Dolayısıyla ülkenin, teknolojilere sahip olmaya yani onları üretmeye çalışmak dışında sadece teknolojinin kullanımlarını öğrenmesi, insanları cahil bırakmaya, teknoloji sanayisinden uzaklaştırmaya ve zenginliklerini ve servetlerini sömürmeye yönelik bir sömürge planıdır.
3) Ülkeyi çeşitli sanayilerle meşgul etmek, insanların enerjilerini tüketir, vakitlerini boşa harcatır ve onlar arasında ağır veya ara sanayiler kurma konusunda ciddiyet ve titizlikten uzaklaştıran bir tür rahatlık oluşturur. Nitekim bu durum, gıda maddeleri, giyim, deri ürünleri, aksesuarları ve benzeri sanayide çok büyük bir yüzdeyle (%60’tan fazla) tüketim sanayilerinin baskınlığı ile karakterize olmuş ülkemizdeki sanayilerin yapısında açıkça görülmektedir. (Petrol rafinasyonu ve benzerleri gibi) ara sanayilere ve (ağırlıklı olarak demir, çelik ve alüminyum endüstrilerini temsil eden…) yatırım sanayilerine gelince; bunların çoğu imalat sanayileridir.
4) Ülkede yeni bir sanayileşme modeli oluşturup bunun da ülkemizi sadece üretim istasyonu olarak gören geçici sanayi olarak adlandırılması, tabiri caizse küresel pazarlara ihraç edilmeye yönelik ürünler üretmek için özellikle hammaddeleri, enerjileri ve konumu olmak üzere ilgili ülkenin göreli avantajlarından yararlanmak içindir. Dolayısıyla bu geçici sanayide, unsurlarının çoğu yeniden ihraç edilmek üzere ithal edilmektedir. Bu bir dereceye kadar sanayileşmeyi sağladıktan sonra olsa bile, bundan Avrupa ülkeleri ve Amerika’nın istediği ürünleri ucuz fiyata almaları amaçlanmaktadır.
Batı’nın ülkemizi silah sanayisi, uzay sanayisi ve benzerleri de olmak üzere demir-çelik makine, motorlar ve uçak yapıları sanayileri ile elektronik ve nükleer sanayileri içeren ağır sanayiden uzaklaştırdıktan sonra, ülkemizin sanayi olarak gelişmiş bir ülke haline gelmemesi için hazırladığı bazı plan, çalışma ve projeler işte bunlardır.
Ülkemizde sanayi devrimine eşlik etmesi gereken iki husus olduğunu belirtmekte de fayda vardır: Birincisi: Gerçek bir sanayileşmenin, yabancı nüfuza karşı bir devrim anlamına gelmesi. Bu nedenle bu, bilinçli bir siyasi liderliğin benimsediği fikri ve akidevi zeminde ele alınabilecek siyasi bir meseledir. Bu ise burada, siyasi liderliğin etrafında kitleleşmesi ve ümmetin de onun temelinde kalkınması gereken İslam’dır. Dolayısıyla İslami ülkeler tek bir devlet altında birleştirilmelidir ki böylece gerekli insan gücü, hammadde ve enerji kaynakları bu tek devlette bulunabilsin. Buna göre Müslüman ülkelerinin arasındaki birlik, kesin bir farz olmasının ötesinde aynı şekilde sanayileşmenin gerekliliklerindendir.
İkincisi: Sanayinin askeri ve savaş esasına dayanması gerekir. Zira askeri ve savaş sanayi, diğer sanayi sektörleri gibi ağır sanayileşmenin ana hedefi olup askeri ve savaş sanayisi olmadan devlet, diğer sanayi sektörlerinde ilerlese bile uluslararası alanda ve küresel siyasette etkili olamaz. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaş sanayilerini kısıtlayan Almanya ve Japonya’nın durumunda olduğu gibi. İslam’a gelince; ağır sanayileşme, bir temel olmasından dolayı askeri ve savaş sanayisinden ayrılmaz. Çünkü bu, İslam’ın en zirvesi cihadın gereklerinden biridir. Bu nedenle İslam’da yönetim nizamında sanayi, Cihad Emiri’ne bağlıdır.
Ağır sanayinin kurulması, herhangi bir ülkeyi, diğer sanayi ülkelerine bağımlı bir durumdan, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve başkaları için bir pazar değil de sanayi ürünleri ihraç eden bir ülke haline getirecek sanayileşme durumuna dönüştürmek için temel bir meseledir. Ama bu mesele, meşakkatli ve yolu tehlikeler ve problemlerle doludur. Ayrıca bu sanayiler birbirleri bağlıdır ve birbirlerinden ayrılmaları da imkansızıdır. Bu yüzden bu, hammaddeye olan ihtiyacın yanı sıra geniş ölçekte muazzam çabalara ve eğitimli insan gücüne ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu meselede en önemli olan, bu sanayileşmenin haddi zatında yabancı nüfuza karşı bir devrim ve ona bir meydan okuma olmasının yanı sıra Batı’nın az gelişmiş ülkeler için hazırladığı tüm kalkınma teorilerine aykırı olmasıdır.
Gerçek sanayileşme, yabancı nüfuza karşı bir devrim anlamına gelir. Dolayısıyla bu, insanların enerjilerini sanayileşme gibi zor olan hedefleri gerçekleştirmeye yöneltebilmek için istediği fikirle halkın genelinin güvenini kazanma yeteneğini sahip bilinçli siyasi bir liderliğin benimsediği İslam akidesi temelinde gerçekleşebilecek siyasi bir meseledir.
Azı dişlerle sımsıkı sarılmayı gerektiren altın kaide şudur; “Ne kadar zor olursa olsun kendine güvenmek.” Yabancı bilgi ve bilimsel başarılardan uzak durmamız imkansız olmasına rağmen ancak yabancı nüfuzun bu sürece dahil olmasını önlemek için yüksek duvarlar dikilmelidir. Bu gerekli olduğu gibi aynı zamanda genel olarak yabancı şirketlerin, yabancıların ve Batı düşüncesinden etkilenenlerin ve özel olarak da Batı kalkınma düşüncesinin uzaklaştırılması gereklidir. Çünkü bu, yabancı nüfuzun ülkeye sızmasının araçlarından biridir. Bu yüzden sanayilerin kurulması, sadece ümmete ve İslam’a sadık olan ülkenin evlatları yoluyla olmalıdır.
Bazılarına, “kendine güvenme” kaidesini benimseyerek bu görevi yerine getirmemiz imkansız gibi görünebilir. Oysa bu, Batı’nın ve onun kültürüyle sırtlanlaşanların propagandasını yaptığı bir şeydir. Ancak biz, bunun mümkün olduğunu söylüyoruz. Zira 20. yüzyılın başında Rusya, ülkesini az gelişmiş tarım ülkesinden, kendisine güvenen ileri derecede sanayileşmiş ülkelerin ön saflarında yer alan bir sanayi ülkesine dönüştürmeyi başarmıştır. Bu yüzden “Lenin”, kendisinden traktör satın alması talep edildiğinde söylediği şu sözüyle meşhur olmuştur: “Bizler üretimini yapıncaya kadar traktör kullanmayacağız, traktörü o zaman kullanırız.”
Ey katılımcı kardeşler: Müslümanlar, başka ülkelerin sanayilerini takip etmek ve bunlarla sınırlı kalmak için değil, sanayilerinin ön saflarda olması ve diğer ülkelerin kendilerini takip etmesi için planlar yapıp uyguluyorlardı. Nitekim Müslümanların nefislerinde İslam zayıflayıncaya ve liderlerinin, o dönemde Avrupa’da gerçekleşen sanayi devriminin önemini görmezden gelinceye ve cahili oluncaya, Batı onlara komplo kuruncaya ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hilafetlerini ortadan kaldırıncaya kadar Müslümanların durumu bu şekilde kalmaya devam etti.
Bundan sonra Batılı ülkeler, ülkemizdeki hegemonyası ve nüfuzunu sürdürmek için bizimle sanayileşmiş bir ülke olmamızın arasını engelleyen habis yöntemler çizmeye başladılar. Bunu ise özellikle siyasette, yasamada, ekonomide, sanayileşmede ve diğer konularda Batı ülkelerine tabi olmakla yetinen İslam ülkelerinin başındaki yöneticilerin varlığı sayesinde yapabildiler. Ancak bu bizim, sanayi devrimini gerçekleştirmek için İslam’ı uygulayan bir devletin kurulmasını bekleyeceğimiz anlamına gelmez. Aksine özellikle makine sanayisi olmak üzere ağır sanayileşmeyi İslam ülkelerine dahil etmek için gecikmeden şimdiden çalışmamız gerekir.
Bundan dolayı bu, ümmetini kıskanan ve sanayi olarak gelişmiş ülkeleri yakalamak için bu ümmetin sanayileşmesine katkıda bulunma gücüne sahip olan her bir muhlis kişiye yönelik bir davet olduğu gibi tüm herkese ve ister yöneten ister yönetilenler olsun ilişkisi olan diğer kişilere yönelik bir davettir. Yine bu, Allahu Teala’nın kendisine, Müslüman ülkelerinin ihtiyacı olan sanayinin her alanında faydalı olabilecek bilimsel yetenek, finansal yetenek, teknolojik yetenek veya rehberlik yeteneği bahşettiği herkese yönelik bir davet olduğu gibi hızlı bir şekilde demiyorum, aksine maksimum hızla ülkeyi sanayileşme yoluna sokmaya çalışması için herkese yönelik bir davettir.