Kısa tarihçe
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Medine-i Münevvere’de kurduğu ilk İslam Devleti’nin kurulduğu anda bir çeşitlilik hakimdi. Zira İslam Devleti’nin içinde, Muhacirler, Ensar, tebaası arasında Arap ve Arap olmayanlar, Müslümanlar, Yahudiler ve daha önceden aralarında düşmanlık olan Evs ve Hazreçliler bulunmaktaydı. Nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine Vesikası denilen belgeyle bu yeni toplumun sınıfları arasındaki ilişkinin temellerini attı, sonra İslam Devleti Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken tüm Arap Yarımadasını kapsayacak şekilde genişledi ve Raşid Halifeler ve onlardan sonra gelen Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletleri zamanında çok daha geniş bir alana yayıldı. Böylece İslam Devleti’ndeki çeşitlilik daha da arttı. Zira insanlar, çeşitli kabile ve halklardan olan topluluklar halinde İslam’a girdiler ve Arap Yarımadası’nda bilinmeyen birçok dinin sahipleri, tamamı ırk, renk, dil, kültür ve din farklılığına rağmen Hilafet Devleti’nin otoritesine boyun eğdiler.
Böylece onların arasındaki ilişki ve onların devlet ve Sultan ile olan ilişkilerinde baskın olan uyum, ahenk ve hüsnü muaşeret oldu. Dolayısıyla ne İslam Devleti ne de İslami toplum, asırlara ve yüzyıllara uzanan dönemleri boyunca azınlık mefhumu diye bir şey bilmiyorlardı. Ancak bu mefhum, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Müslümanların beldelerindeki açgözlü Batılı ülkelerin plan ve oyunlarıyla Batı tarafında sızdırılmıştır.
Sömürgeci Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’nde yaygın olan birçok çeşitliliğin temsil ettiği güç faktörünü istismar etti ve bunu, İslam Devleti’ni vurmak, parçalamak ve ortadan kaldırmak için bir zayıflık faktörüne dönüştürdü. Bunu da fikri yönden azınlık mefhumunu yaymak, bazı “azınlıkları” maddi, manevi ve askeri olarak sahiplenmek ve onları Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmaya kışkırtmak yoluyla yaptı. İlk etapta Balkanlar, Yunanistan ve diğer bölgelerde İslam Devleti’nin otoritesi altında olan Avrupa halklarına odaklandı. Dolayısıyla onlar arasında milliyetçi eğilimleri ve ayrılıkçı arzuları uyandırdı ve bu devlete karşı çıkmaları için onlara silah ve destek sağladı. Hıristiyanlara gelince; onlarla temasa geçerek onları, Müslümanlar ve devletlerinin kendilerine yaptıkları zulme ve haklarındaki eksikliğe ikna etmek için çalışmaya başladı. Böylece dini açıdan bu devletlerin bir uzantısı olması vasfıyla Hristiyan dini azınlığı koruma bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin işlerine müdahale etti. Dolayısıyla bu ülkeler, Osmanlı Devleti’ni parçalayıncaya kadar bu meseleyi sürdürmeye devam ettiler ve nihayetinde Osmanlı Devleti ortadan kaldırılıncaya ve sömürgeciliğinde, çoğu komşularının kaldığı gibi sömürgecilerin ve onların tahakkümlerinin zulmüne maruz kalan sözde azınlıkların haklarını gözetmeyen bu devletler tarafından topraklarının çoğu sömürgeleştirilinceye kadar, Osmanlı Devleti içinde kin ve düşmanlığı körüklediler.
Bu sömürgeci Batılı ülkeler, şaşılacak bir şekilde Müslümanların ülkelerini sömürgeleştirdikten sonra etnik, dini ve dilsel “azınlıkları” kışkırtmayı durdurmadılar, aksine Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerine ulusal ve vatancı laik ülkeler kurmak amacıyla bir sonraki aşamaya hazırlık yapmak için onları beslemeye ve onlara odaklanmaya başladılar. Dolayısıyla ulusal ve vatancı laik ülkelerin sınırlarını çizerken, bu ülkelerin işlerine müdahale etmek, onları kontrol etmek, onları bitkin düşürmek ve her ihtiyaç duyulduğunda azınlıklar meselesini kışkırtmak için azınlıklar faktörünü geçerli bir sebep haline getirmeye özen gösterdiler. Nitekim geçtiğimiz doksan yıl, özel olarak Arap ve İslam ülkelerine ve genel olarak da sözde üçüncü dünya ülkelerine sömürgeci gündemlerini dayatmak için azınlıklar konusunun istismar edildiğine dair örneklerle doludur.
Bugün İslam alemi, on yıllardır halkı demir yumrukla yöneten diktatör rejimleri deviren bir devrim dalgasına tanık olmuş ve devrimler, Tunus, Mısır ve Libya gibi bazı ülkelerde kısmen başarıya ulaşmış ve Suriye gibi diğer ülkelerde de devam etmektedir. Bu yüzden Batılı ülkelerin gelecek kaygısı artmaya başladı; zira birbirini takip eden olaylar ve hadiseler, insanların helak olmuş laik rejimlerin İslam Nizamıyla değiştirilmesine yönelik ezici arzusunu ortaya çıkarmıştır.
Çünkü İslam beldelerindeki devrimler, bu ülkelerin yeniden İslami Hilafetin bayrağı olan tekbir bayrak altında birleşmesini müjdelediği için Batılı ülkeler, devrimlerin yönünü değiştirmek ve onun karşısında durmak için hızla fitneleri ve iç çatışmaları körüklemeye yöneldiler; zira azınlıklar ve onların hakları meselesini harekete geçirmek ve İslam ülkelerindeki gayrimüslimlerin kalplerinde İslam’ın iktidara ulaşması noktasında korku uyandırmak yoluyla ülkeleri parçalama projesini yeniden gündeme getirdiler. Nitekim bu strateji, Tunus, Mısır ve Suriye’de gerçekleşen bazı eylemlerde ve Batılı siyasetçilerin yaptıkları açıklamalarda net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tıpkı eski ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın (13/09/2011’de, dünyadaki din özgürlüğüne ilişkin on üçüncü yıllık raporun yayınlanması münasebetiyle) yapmış olduğu konuşmada şöyle söylemesi gibi: “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki demokratik değişim süreçleri dünyanın ilgisini çekmiştir ancak aynı zamanda etnik ve dini azınlıkları yeni tehlikelere maruz bırakmıştır.” Yine 06/12/2011 tarihinde Suriye muhalefetinden bir heyet ile görüştüğünde, değişimin Beşar Esad rejiminin gidişiyle durmaması gerektiğini vurguladıktan sonra şu şekilde söylediği gibi: “Bu, Suriye’yi hukuk yoluna sokmak ve mezhep, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarının evrensel haklarını korumak anlamına gelmektedir.” Dahası muhalefetin, Suriyeli azınlıklara “hoşgörü ve özgürlük sistemi altında” daha iyi durumda olacaklarına dair güvence verilmesi gerektiğini anladığını da sözlerine ekledi. Yine eski Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe’nin (11/10/2011’de Ulusal Meclis’te Doğu Hıristiyanlarının durumuna ilişkin bir müdahalede) şu şekilde söylemesi gibi: “Sizler Hristiyanlığın ilk yıllarından beri, hatta Hz. Muhammed’in çağrısından önce bile Hıristiyanların Doğu’da var olduklarını hatırlatma hakkına sahipsiniz. Nitekim Cumhurbaşkanımız da geçen Ocak ayının 7’sinde dini makamlara tebriklerini sunarken şunları söylemişti: “Dünyanın bu kısmından, Fransa ve Avrupa ölçeğinde bu insani, kültürel ve dinsel çeşitliliğin yok olmasını kabul edemeyiz.” Sayın temsilciler bildiğiniz üzere Fransa, özellikle Irak ve Mısır olmak üzere bölgedeki Hıristiyanlara yönelik şiddet eylemlerini en yüksek derecedeki bir kararlılıkla kınamaya devam etmektedir. Daha önce sizin de belirttiğiniz gibi daha dün, Kahire’de çok sayıda ölüme ve yaralanmaya neden olan olayları kınadık… Arap Baharı, yakın Doğu’daki bu topluluklar için tarihi bir fırsatı takdir edip oluşturmalıdır. Dahası Arap Baharı, demokrasiyi inşa etmek için onlara ne gerekiyorsa yapmalarına izin vermelidir. Dün akşam Odeon Salonu’nda, Suriyeli muhaliflerin ve birçok Suriyeli aydının huzurunda söylemeye çalıştığım şey işte buydu. Ayrıca Avrupa düzeyinde de mücadele ediyoruz. Nitekim geçen Şubat ayında, Dışişleri Konseyi bağnazlığa ve dini ayrımcılığa karşı çok sert bir tavır almıştır. Savunmaya devam edeceğimiz çizgimiz işte budur. Sizlere, Başbakanın Sayın Adrian Gutierrez’e, Doğu’da özellikle Hıristiyan azınlıkların durumunu dikkate alma ve bu alandaki konumumuzu güçlendirmemize izin verme görevini tevdi ettiğini hatırlatırım.”
Son zamanlarda azınlıklar meselesi ve İslam’ın bu konudaki tutumu hakkındaki tartışmalar arttı; İslami kökene sahip laikler ve gayrimüslimlerden bazı insanlar, özellikle insanlara bu meselenin gerçekliğini ve İslam’ın buna yönelik tedavi yöntemini açıklamak için İslam’ın fikirlerini gündeme getirenlere asla bir mahal vermeyen “iki görüş” olmak üzere bu konuyu, çeşitli medya kuruluşlarında ve uydu kanallarında geniş medya desteğiyle gündeme getirmeye başladılar; daha ziyade tartışma, aşırılık yanlısı laik bir taraf ile en iyi ihtimalle İslam’ın rengine bürünmüş ancak İslam’ın görüşünü sunmayan “aşırılık yanlısı olmayan” başka laik bir taraf arasında sınırlı tutulmuştur. Bu tür önermelerin arkasında büyük Batılı ülkelerin ve onların İslam dünyasındaki araçlarının olduğuna dair birçok işaretin ortaya çıkmasına rağmen ancak mesele, arkasında Batılı yabancı güçlerin durmasına gerek olmayan şahıs ve odakların varlığından da yoksun değildir. Bu şahıs ve odakları buna sevk eden şey ise, gerek İslam’ın mefhum ve hükümlerine yönelik şiddetli saldırılar sonucunda gerekse İslam’ın gayrimüslimlerin haklarını garanti etmeyeceği ve onların İslam’ın yönetimi ve Hilafet Devleti’nin altında dışlanmaya, adaletsizliğe, mahrumiyete ve zulme maruz kalacakları şeklinde İslam tarihinin çarpıtılması ve onun hakikatlerinin alt üst edilmesi sonucunda zihinlerine yerleşmiş olan gelecek korkusudur. Tüm bunlara ek olarak ümmete zulüm ve azabın her türlüsünü tattırmalarının ardından onlardan gasp edilmiş otoritesini geri almak için ümmetin kendilerine karşı ayaklandığı yöneticiler, azınlıklar meselesini gündeme getirmeye başladılar ve yönetimlerini pekiştirmek ve kendilerini iktidar koltuğunda bırakırlar umuduyla Batılı efendilerine yalakalık yapmak için insanları gerçek değişim yolundan uzaklaştırmak amacıyla bu meseleyi bir baskı aracı olarak kullanarak azınlıkları İslam’ın yönetimi noktasında korkutmaya çalıştılar.
Bu nedenle azınlıklar mefhumu ve ortaya çıkış koşulları üzerinde durmamız, İslam’ın bu mesele hakkındaki tutumunu ve Müslümanların geçmiş tarihlerinde bununla nasıl başa çıktıklarını, şu anki zamanlarında meselenin ne hale geldiğini, düşmanlar tarafından azınlıklar meselesine nasıl yatırım yapıldığını ve bu meselenin kışkırtılmasının bir sonucu olarak bizzat azınlıkların ne elde ettiklerini bilmemiz gerekiyor. Peki laiklik, gerek ortaya çıktığı ülkeler gerekse Müslümanların ülkesindeki toplumlar ve ülkelerdeki çeşitliliği özümsemede başarılı olabildi mi? Bu sorunun çözümü, laiklikte mi yoksa İslam’da mı yatmaktadır?
Azınlıkları mefhumu
Azınlık lafzı, yabancı bir lafzın tercümesi olup Arapça’daki “قَلَّلَ – azaltmak” kelimesinden alınmıştır ve dildeki gibi bu kelimenin altında zikredilen anlamlardan bazıları şunlardır: “Azlık çokluğun zıddı olup az da çoğun zıddıdır”, “el-Gulle ve el-Gılletu, ez-Zülle ve ez-Zilletü gibidir”, “القليل من الرجال: القصير الدقيق الجثة – Birkaç kısa ve narin vücutlu adam demektir”, “القُل من الرجال: الخسيس الدين – Birkaç aşağılık din adamı demektir.” “أقل: افتقر – Egalle: Yoksul olmak demektir.” “الإقلال: قلة الجدَة – El-İklâl: ciddiyetsizlik demektir.” Bu bağlamda azınlık lafzıyla kastedilenden çok uzak başka anlamlar da vardır. Bahsettiğimiz bu anlamlar, her ne kadar bir şekilde azınlık kavramıyla ilişkili olsa da, onu açıklamamakta veya onun gerçekliğini ortaya koymamaktadır. Bu yüzden bu terimin, Müslümanlara yönelik tanımı üzerinde durmadık; çünkü bu, onlar tarafından bilinmiyordu. Batılılara gelince; bu terimin birçok tanımı yapılmıştır. Örneğin “Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Sözlüğü” azınlıkları şöyle tanımlamaktadır: “Bir devletin vatandaşlarından, cinsiyet, dil veya din açısından nüfusun çoğunluğunun ait olduğundan başka bir şeye ait olan bir grup… Azınlıkların talepleri genellikle, medeni ve siyasi haklarda ve dini ritüellerini yapma özgürlüğünde eşit olmakla sınırlandırıldığı gibi bazen de çocukları için özel okulların açılmasını ve kendi dillerinin öğretilmesini talep etmektedirler.” “Uluslararası Sosyal Bilimler Ansiklopedisi” de azınlığı şu şekilde tanımlamaktadır: “Etnik köken, milliyet, din ve dil olarak toplumun geri kalanlarından ayrılan, göreli bir güç eksikliğinin acısını çeken, sonra köleleştirmenin, zulmün ve ayrımcı muamelenin bazı türlerine maruz kalan bireyler topluluğu.” Hukuki yönüne gelince; Uluslararası Daimi Adalet Divanı, (Yunan-Bulgar grupları hakkındaki 31/07/1930 tarihli istişari mütalaasında) azınlıkları şu şekilde tanımlamıştır: “Herhangi bir ülke veya bölgede yaşayan, belirli bir kökene, dine, dile veya geleneklere ait olan ve kendilerini bu özelliklerden bir veya daha fazlasına dayalı bir kimliğin birleştirdiği bireyler topluluğu. Birlikte dayanışma içerisinde geleneklerini yaşatmak, ibadetlerine bağlı kalmak, çocuklarının bu geleneklerin ruhuna uygun eğitim almalarını ve yetişmelerini sağlamak için çalışıyorlar ve birbirlerine yardım ediyorlar.” Birleşmiş Milletler’in kurulmasının ardından 1950 yılında Azınlıklara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunmasına Dair Alt-Komisyonu, üçüncü oturumunda azınlıkların tanımlanmasına yönelik bir yönetmelik taslağını kabul etmiş ve dördüncü oturumunda bir değişiklik yaparak şunları belirtmiştir: “Genellikle azınlık olarak tanımlanan gruplar, bir etnik kökene ait olabilecekleri gibi dini ve dilsel geleneklere ve nüfusun geri kalanından farklı belirli özelliklere de sahip olabilirler. Bu tür grupların, bu gelenek ve özellikleri koruyabilmeleri ve destekleyebilmeleri için ulusal ve uluslararası düzeyde özel önlemlerle korunması gerekmektedir.” 1979 yılında aynı komitenin (Azınlıklara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunmasına Dair Alt-Komisyon) nihai raporunda, Francesco Capotorti tarafından önerilen bir azınlık tanımı geçti ve burada şöyle denildi: “Azınlıklar, bir devletin nüfusunun geri kalanından sayıca daha az ve egemen olmayan bir durumda olan, devlete mensup üyeleri etnik, din veya dil bakımından nüfuzun geri kalanlarının özelliklerinden farklı özelliklere sahip olan ve örflerini, dinlerini ve dillerini korumak için zımni bir şekilde bile olsa bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur.” Aynı araştırmacının (Capotorti) azınlık mefhumunun yorumlanması üzerine yaptığı bir sonraki çalışmada, azınlık tanımına, azınlık grubunun geleneklerine ve özelliklerine olan öz saygısını koruma arzusunu temsil eden bir unsurun eklenmesi gerektiğini vurguladı” ve buna şu ifade de eklendi: “Her azınlık sosyal ve kültürel bir kişilik oluşturur.” Aynı şekilde şu da eklendi: “Azınlıkları koruma ihtiyacı, demokratik bir devlet ortamında bile olsa esas olarak zayıf statülerinden kaynaklanmaktadır.” Yine 1985 yılında Azınlıklara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunmasına Dair Alt-Komisyon, içerisinde şu ifadelerin geçtiği bir azınlık tanımı kabul etti: “Bir ülkede sayısal olarak azınlığı oluşturan, bu devlette egemen olmayan bir konumda olan, nüfusun çoğunluğundan farklı ırk, din veya dil özelliklerine sahip olan, zımnen de olsa ayrı bir grup olarak hayatta kalmaya yönelik kolektif bir iradenin varlığının cesaretlendirdiği bir dayanışma duygusuna sahip olan ve amaçları gerçekte ve hukukta çoğunlukla eşitliğe ulaşmak olan vatandaşlar grubudur.” Doksanlı yılların başında, anlamı belirtilen daha önceki unsurlara vurgu yapılmakla birlikte azınlıklar teriminin mefhumunda yeni bir gelişme yaşandı ve bu da bazı sözleşmelere, antlaşmalara ve bilimsel çalışmalara yansımıştır ki bunlardan bazıları şunlardır: “Venedik” Komisyonu’nun Azınlıkların Korunmasına İlişkin Sözleşme taslağının tanımı. 08/02/1991 (Madde: 2/1): “Azınlık terimi, bir ülkenin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan bir grup anlamına gelir. Şöyle ki; bu ülkenin vatandaşlığını elinde bulunduran üyeleri, nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel veya dilsel özelliklere sahiptirler ve kültürlerini, geleneklerini veya dillerini koruma iradesiyle hareket etmektedirler.” Aynı projede Philipson ve Skutnabb Kangas’ın bu projeye hazırlanırken şu tanımı önerdiğini görüyoruz: “Azınlık, bir ülkenin nüfusunun geri kalanından sayıca daha az olan bir gruptur. Şöyle ki; devletin üyelerinin, zımnen de olsa kendilerine liderlik eden geri kalan nüfusun taşıdığından farklı etnik, dinsel veya dilsel özellikler taşımakta olup kültürlerini, örflerini, dinlerini veya dillerini koruma iradesiyle hareket etmektedirler. Bu tanımın sınırları içine giren herhangi bir grup, dini veya dilsel bir azınlık temelinde ele alınmalıdır.” 01/02/1993’de, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Madde-1) ek olan ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (C.E) tarafından onaylanan azınlıklara ilişkin bir protokol taslağında şöyle geçmektedir: “Ulusal azınlık ifadesi, bir ülkede ikamet eden, o ülkenin vatandaşı olan, o ülke ile eski, sağlam ve sürekli bağları olan, farklı etnik, kültürel, dini veya dilsel özellikler gösterdikleri gibi yeterince ayırt edilebilen, aynı zamanda, sayıları bu ülkenin veya onun bir bölgesinin geri kalan nüfusundan daha az olan ve ortak kimliklerinin bir parçasını, özellikle de kültürlerini, geleneklerini, dinlerini veya dillerini korumak için kolektif bir irade tarafından yönlendirilen bir grup insan anlamına gelir.” 1993’te yayınlanan Avrupa Ülkelerindeki Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Viyana Bildirgesi’nde de şöyle geçmektedir: “Ulusal azınlıklar, devlet sınırları içinde kendi iradeleri dışında meydana gelen tarihi olaylar sonucunda azınlık haline gelen ve böyle bir azınlık ile devletler arasındaki ilişkinin kalıcı bir ilişki olduğunu ve üyelerinin de bu toplumun vatandaşları olduğunu ifade eden gruplardır.” 21/10/1994 tarihinde, Bağımsız Devletler Topluluğu (C.E.I), ulusal azınlıklara mensup kişilerin haklarına ilişkin olarak Azınlıkların Haklarına Dair Sözleşmeyi yayınladı ve ilk maddesinde şu ifadelere yer verildi: “Ulusal azınlıklar, kalıcı olarak sözleşmeye taraf bir devletin topraklarında yaşayan, (vatandaşı olarak) o devletin uyruğunu taşıyan ve etnik kökenleri, dilleri, kültürleri, dinleri veya gelenekleri bakımından Sözleşmeye Taraf Devlet nüfusunun çoğunluğundan ayrılan kimselerdir.” Aynı gün, yani (21/10/1994)’de, Moskova’da, Sovyetler Birliği’nden Bağımsız Devletler Topluluğu tarafından azınlıklara mensup kişileri şu şekilde tanımlayan bir tanım yayınlandı: “Sözleşmeyi imzalayan herhangi bir devletin topraklarında kalıcı olarak ikamet eden, onun uyruğunu taşıyan ancak kendilerini devletin nüfusunun geri kalanından ayıran etnik, dilsel, kültürel veya dini özelliklere sahip olan kişilerdir.” Bu tanıma ek olarak ibareye şu ifade de eklendi: “Azınlık teriminin, herhangi bir kişiyi daimi ikametgahından veya vatandaşlık statüsünden mahrum etmeyi amaçlayan herhangi bir eylemi teşvik edecek veya buna izin verecek şekilde yorumlanması doğru değildir.” 18/11/1994’de, Torino’daki Orta Avrupa İnisiyatifi, son iki tanıma benzer bir azınlık tanımı içeren Azınlıkların Haklarının Korunması Yasasını yayınladı. Nitekim onun ilk maddesinde şöyle geçmektedir: “Ulusal azınlık terimi, ülke nüfusunun geri kalanından sayıca daha az olan, üyeleri o ülkenin vatandaşı olan ve nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel veya dilsel özelliklere sahip olduğu gibi kültürel ve dini geleneklerini koruma arzusuna sahip olan bir grup anlamına gelir.”
Zamana göre farklılaşan bu çok sayıdaki tanım, azınlık tanımındaki tutarsızlığı göstermektedir. Zira Batılı düşünürler, azınlıklar konusuna onlarca yıldır büyük ilgi göstermiş olsalar da şimdiye kadar azınlık kavramını düzenleyen kapsamlı bir tanım formüle edemediler.
Teknik açıdan daha önce bahsedilen bu tanımları, özün tanımı veya Batı düşüncesinde “gerçek tanım” olarak ifade edilen şeyi, yani bir şeyin özünün göstergesi olarak sayamayız; çünkü her tanım, sahibiyle çelişen bir özden ya da gerçeklikten söz etmektedir. Zira bazen azınlığı “bireylerden bir gurup”, bazen “bir devletin geri kalan nüfusundan daha az sayıdaki bir grup”, üçüncüsünde “bir ülkedeki sayısal azınlığı oluşturan vatandaşlardan bir grup”, dördüncüsünde ise “kendi iradeleri dışında meydana gelen tarihi olaylar sonucunda bir devletin sınırları içinde azınlık haline gelen gruplar” olarak tanımlamaktadırlar. Aynı şekilde yukarıda bahsedilen “azınlıklar” tanımlarını, bir şeyi diğerinden ayıran unsurların, özelliklerin ve niteliklerin tanımlanması olarak da saymamız imkansızdır; çünkü “azınlıklar” kavramının formüle edilmesinde benimsenen ölçütler, çoklu olmanın yanı sıra göreli ve düzensizdir. Dolayısıyla bazıları azınlığı sayıya atfederken diğer bazıları da sayıya değil güç eksikliğine atfetmektedir. Şayet azınlıkları tanımlarken sayısal kriteri benimsersek, o zaman sayısal oranı düzenlemekte zorluklarla karşı karşıya kalırız; çünkü bir grubu azınlık olarak nitelendirmemize neden olan miktar, belirsizdir. Zira azınlık grubu, halkın dörtte biri mi, üçte biri mi yoksa yarısına yakını olarak mı kabul edilmektedir? Tüm bu durumlarda, yüzdesi belirtilenden daha az olan grubu ne olarak sayacağız? Yani demek istediğim, örneğin azınlığın kıyas edildiği asgari sınır olarak üçte bir olanı benimsediğimizde o zaman üçte birden daha az olan grupları ne yapacağız? Aynı şekilde sayısal bir kriterin kullanıldığı grubu tanımlamada da güçlükle karşı karşıya kalırız; zira ırk mı, dil mi yoksa din mi benimsenecek? Zira bu sıfatlardan her biri hesaplandığında diğerinden farklı bir sonuca yol açacaktır. Örneğin grup hakkında dini benimsediğimizde, o zaman bu sıfat sayısal bir azınlık olabilir, daha ziyade onu azınlık yapacak bir boyuta ulaşmayabilir de. Ancak ırkı veya dili benimsediğimizde, sayısal çoğunluk olabilir. Örneğin Ürdün’deki Hıristiyanlar, dini sıfata göre sayıca az olmakla birlikte Çerkezlere mukabil ırk ve dil bakımından Arap çoğunluğun bir parçasıyken etnik bir azınlık olan Çerkezler ise aynı zamanda Müslüman çoğunluğa mensupturlar. Üçüncü bir zorluk daha var ki bu da; sayısal azınlığın çoğunluk tarafından tanımlanması gerektiğinde yatmaktadır; zira biri olmadan diğerinin varlığı düşünülemez. Çünkü azınlık kriteri olarak benimsenmesi gereken çoğunluk kimdir? Peki Lübnan gibi çok çeşitliliğe sahip bir toplumda çoğunluk yoksa ne olacak? Zira Lübnan’ın dini yapısına baktığımızda, Maronitler, Sünniler, Şiiler, Dürziler, Romalılar, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler ve benzerleri gibi resmi olarak 18 mezhepten oluştuğunu görürüz. Şayet dedikleri gibi Lübnan’ın tamamı farklı sınıflardansa, o zaman Lübnan’da herhangi bir grup için azınlığı nasıl tanımlayacağız? Bu nedenle azınlığın düzenlenmesindeki sayısal kriter, düzenli olmayan karışık bir kriterdir. Aynı şekilde azınlığın baskı veya zayıflığa veya çoğunluğun zorbacı otoritesine boyun eğmesi kriteri de, tutarsız olan ve kontrolün bir azınlığın elinde olduğu birçok ülkedeki gerçekle çelişen bir kriterdir. Tıpkı “Apartheid” rejimi günlerinde Güney Afrika’daki beyazların siyahların çoğunluğu üzerindeki hakimiyeti, Tutsilerin Ruanda ve Burundi’deki Hutu çoğunluğu üzerindeki hakimiyeti ve Suriye’deki Alevilerin Sünni çoğunluğun üzerindeki hakimiyeti gibi. Aynı şey “etnik, dilsel, kültürel veya dini özellikler” kriteri için de söylenebilir. Birinci yönden; peki bu özellikleri belirlerken üzerine inşa edildiği temel nedir? Örneğin dili ele alalım; peki bu, Arapça’ya mı münhasır olacak yoksa mesela Mısır lehçesi gibi Arapça dili içindeki bir lehçeye mi münhasır olacak? O zaman Yukarı Mısır lehçesini mi yoksa Kahire’nin lehçesini mi alacağız? Diğer yönden olana gelince; azınlıkların belirlenmesinde neden diğerleri dikkate alınmıyor da bu özellikler dikkate alınıyor? Sonra bu özellikler çoğu zaman iç içe girmiş olup bu da onların ayırt edici özelliklerin kaybolmasına ve onların herhangi bir azınlık için belirleyici özellikler olarak tanımlanmasına neden olabilir. Böylece Batılılar arasındaki azınlık tanımlarına bakıldığında, bu tanımların belirsiz, dalgalı ve billurluğu kaybettikleri ortaya çıkmaktadır.
Azınlıklar Mefhumunun Ortay Çıkışı
Avrupa toplumları sözde aydınlanma çağı öncesinde azınlık kavramını siyasi ve hukuki bir kavram olarak bilmiyorlardı. Çünkü hüküm, kralın veya yöneticinin Allah adına ve din adına hükmettiği ilahi hak teorisine dayanıyordu ve bu teoriye göre egemenlik halka değil krala aitti. Zira yasa koyan ve yöneten odur, onun hükmü geçerli ve bağlayıcıdır ve ırkları ve dilleri ne olursa olsun tebaasının da ona itaat edip kabul etmesi gerekir. Ama Batı düşüncesi, kendisini kilisenin otoritesinden kurtarmaya ve kilise ve orta çağda egemen olan dini düşünceye isyan etmeye başladığında, küresel bir istikamete yöneldi, bireyi ilgi odağı haline getirdi, düşünce adamları ile kilise arasındaki mücadele tarihte önemli bir durak olan Fransız devriminin sloganları, evrensel bir niteliğe sahip “özgürlük, kardeşlik ve eşitlik” sloganlarıydı.
Ancak Batı düşüncesi, ilahi hak teorisini ortadan kaldırdıktan sonra çağrıda bulunduğu fikirleri bir devlet içinde uygulamak istediğinde siyasi düşüncede bir krizle karşı karşıya kaldı. Çünkü onun yerine geçecek ve uygulanabilecek bir teori bulmak zorunda kaldı ve onun düşüncesi, egemenliğin krala değil halka ait olduğunu ve aynı zamanda evrensen bir niteliğe sahip olduğunu söylüyordu; dolayısıyla halkı ve milleti tanımlamada sorun yaşadı. Zira ilahi hak teorisine göre halkın yönetim açısından önemli bir rolü yoktu ve bu kral aracılığıyla tanımlanıyordu. Dolayısıyla kralın yönetimine itaat eden tebaası da halktır. Dolayısıyla da bu teori düştükten ve halk artık kral tarafından tanımlanmaz hale geldikten sonra o zaman egemenliğe sahip olması gereken halk kim olacak? İşte Batılı filozoflar, bu fikri krizden çıkmak için siyasi anlamda ulusalcılık fikrini icat etmişler ve bunun temelinde halkı ya da milleti tanımlamışlardır. Ama bu siyasi kavramdaki ulusalcılık fikri, vakıa zemininde var olan bir gerçeği temsil etmiyordu, sadece zihinsel olarak tasavvur edilen bir meseleydi. Zira orada ulusal kavramla ilgili siyasi birliği temsil eden sadece Fransız, İngiliz ve Alman halkı yoktu, aksine farklı krallara tabi olan bölgeler de vardı. Yani Fransız kralına tabi olan tebaa, Fransa devleti tarafından idare edilen kimselerdi ve örneğin Almanya gibi tek bir bölgede birden çok yöneticiler ve emirler de vardı. Dolayısıyla Batılılar, Fransız ulus devletinin sınırları içinde Fransız halkı diye bir halk, Alman ve benzeri halk diye de başka bir halk tasavvur ettiler ve onlara, tek ırk, tek dil ve tek ortak tarihin temsil ettiği diğerlerinden ayıran sıfat ve özellikler verdiler. Bu sıfat ve özellikler istedikleri şekilde olmayınca farazi olarak onun varlığını varsaydılar ve siyasi ve coğrafi birlik kapsamında icat edip tasavvur ettikleri şekilde milliyetçiliği dayattılar. Buna dair en güzel örnek, birçok bağımsız emirliklerden oluşan, her bir bölge diğer lehçelerden uzak bir lehçeyle konuşan ve evrensen bir resmi dili olmayan Almanya’dır. Bu yüzden lehçelerden birini onaylanan bir dil haline getirip insanları onu öğrenmeye zorladılar ve Alman düşünürler, şairler ve yazarlar, kendilerine yabancı olmasının ardından Alman milliyetçiliği kavramını insanların kalplerine yerleştirmeye hırs gösterdiler ve tek ırk, tek dil ve ortak tarih hakkında konuşmaya çalıştılar. Bismarck’a gelince, demir yumrukla bölünmüş uyumsuz bölgeleri birleştirdi.
Batı’daki ulus-devletin nasıl oluştuğunu ve bu kavram sayesinde halkların ve milletlerin nasıl doğduğunun açıklanmasındaki bu detaylandırma, azınlık kavramının onlar arasında nasıl ortaya çıktığını bilmek açısından oldukça önemlidir. Zira ulus-devlet ve ulus-millet ırk, dil ve ortak tarih tanımlarına dayandırıldığında, tek ırkın, tek dilin ve tek tarihin tek bir siyasi birim içindeki varlığı olarak varsayılmış ve milletin oluşmasını sağlayan veya halkı birliğinin koruyucusu kılan ve yönetime ve yöneticiye meşruiyet veren de bu tanımlar olmuştur. Ancak her siyasi birimin farklı ırkları, farklı dilleri ve farklı tarihleri olduğu için gerçek sanıldığından daha farklı olmuştur. Bunun üzerine bu grupları sözde milliyetçiliğe entegre etmek için çalışılmış, bunun mümkün olmadığı yerde ulus-devlet içinde ırk, dil veya tarih bakımından farklılık gösteren gruplar ortaya çıkmış veya bunların tamamı ulus-devlet temelinde belirlenmiştir. Böylece bu gruplar, etnik ve dilsel azınlıklar olarak bilinir hale gelmiş ve dini, kültürel ve diğer azınlıklar da onlara katılmıştır. Buna göre Batı’da bulunan siyasi ve hukuki kavramlar itibariyle azınlıklar, Batı’daki fikri ve siyasi gelişmenin bir ürünüdür veya daha dakik bir ifadeyle modern siyasi anlamda ulus-devlet ve ulus-milletin bir ürünüdür ya da onun salgılarından bir salgıdır.
Azınlıklar kavramının yanlışlığı
Azınlıklar kavramı, yukarıda da belirttiğimiz gibi Batı’da ortaya çıkan ulusalcı düşüncenin bir kolu olup siyasi bir kavram olarak ulusalcı düşünce, bu bağlamda gözlemleme imkanımızın olmadığı birçok nedenden dolayı ulusalcı düşünce yozlaşmış bir düşünce olup Batılı siyasi düşüncedeki bir krizi çözmek için gelmesi yozlaşmışlığını açıklamak için yeterlidir. Zira bu düşünce asıl değil, aksine zorlayıcı ve uydurma çözümün bir türü olup bunun da ötesinde vehimlere dayalı hayali bir düşüncedir; çünkü Batılı ulusal kavramıyla millet, vakıa zemininde mevcut değildir, aksine sadece bir hayaldir. Kaldı ki devleti oluşturan milleti, etnik ya da dil temelinde inşa etmek de yanlıştır; çünkü ırkın ve dilin milletin inşasında ve tanımlanmasında bir giriş noktası olması caiz değildir. Zira bunlar, tek toplum ve tek devlet içinde çatışma ve düşmanlıklara yol açmakta ve azınlıklar olgusu da, bu çatışma ve düşmanlığın türlerinden biri olmaktadır. Dolayısıyla ulusalcı düşünce yozlaşmış olduğu sürece, buna dayalı olan azınlıklar kavramı da aynı şekilde yozlaşmış olarak kalmaya devam edecektir.
Batılı siyasi ve hukuki anlamıyla azınlık kavramı, insan toplulukları için çok tehlikeli bir kavramdır. Zira bir yandan azınlıklar ile çoğunluk arasında, diğer yandan da azınlıkların kendi aralarındaki uyumsuzluk ve çatışmanın sırf dini, etnik, dilsel ve kültürel farklılıklardan dolayı olduğu varsayılmaktadır. Tıpkı komünizmin gerek toplumun sınıfları arasında gerekse işçiler ile işverenler arasında bir çatışmanın olduğunu varsayması gibi. Oysa bu farklılıklar doğal ve Allah’ın sünnetullahı olup bu farklılıkların varlığı, çatışmaların ortaya çıkmasını ve bu vasıflarla ilgili hak ve görevlerin doğmasını gerektirmez. O halde uyumsuzluk ve anlaşmazlığın yerine uyum ve anlaşmanın egemen olduğu tek bir siyasi birimi temsil eden tek bir ülkede birden fazla ırkın bulunmasında sorun nedir? Örneğin etnik veya dilsel yön, neden siyasi talepler için bir sebep olsun ki?! Peki etnik çoğunluğun diğer etnik azınlıkları ihlal ediyor olması azınlıklar kavramını, azınlıkların haklarını korumak amacıyla bu ihlale yanıt vermek için bir giriş noktası haline getirmiyor mu?
Batılı azınlıklar kavramı, toplumların parçalanmasını ve bileşenlerinin birbirine darbe indirmesini tesis etmekte olup Batılı toplum ve devletlerde bile istikrar ve kararlılık faktörü olmak yerine ülkelerde şiddetli bir kaosun varlığının habercisi olmaktadır. Nitekim bugün dünyanın politikalarını çizen ve uluslararası durumu etkileyen Batılı ülkeler olup aralarındaki çatışmaları kendi toprakları dışında çıkarmak üzere anlaşmışlar ve bugün dünyada Batı ülkelerini ve onların çıkarlarını vurmaya çalışan hiçbir güç yoktur. Şayet tüm bunlar olmasaydı, özellikle de bunları besleyecek birileri olsaydı bu ülkelerde çatışmaların en şiddetli halini görecektik; zira Avrupa ülkelerinde kendi tanımlarına göre 300’den fazla etnik azınlık var ve bunların çoğu azınlık kavramının gerektirdiği haklarını alamıyorlar. Bunun için İspanya ve Fransa’daki Basklar ile Birleşik Krallık’ta Katoliklerin başlarına gelenlere bir göz atmak yeterlidir. Ayrıca Yugoslavya’da yaşananlar, azınlıklar konusu gündeme geldiğinde Avrupa’daki durumun ne olacağına dair senaryoları ortaya koyuyor.
Aynı şekilde azınlık kavramının değişken tanımı ve disiplin ve görelilikten yoksun olması onu, toplumda kendilerini azınlık olarak gören ve azınlık kavramına göre daha fazla hak talep eden birden fazla grubu içerecek şekilde daha fazla genişlemeye aday hale getiriyor. Nitekim Batılı düşünürlerin azınlığı tanımlamada güvendikleri tanımlamalar, gevşek ve esnek tanımlamalardır. Zira ırk, dil, din ve kültürün birden fazla yorumu olabilir. Dolayısıyla bir ırk ırklara, bir dil dil ve lehçelere, bir din din ve mezheplere ve bir kültür de birçok kültürlere ayrılabilir. Bunun da ötesinde toplumdaki bazı gruplar, bu gruplar için şimdiye kadar benimsenen tanımlamalardan daha önemli olan diğer tanımlamalar için bir azınlık olduklarını iddia edebilirler. Nitekim bu tanımlamalar önemsiz olabilir ancak geleneksel tanımlamaların gücünden daha fazla bir güce sahiptirler. Dolayısıyla Batı meselesini takip eden ve Batı toplumlarının vakıası üzerinde duran birisi, motosikletçi gruplar veya fanatik futbol takımı taraftarı arasındaki bağın, bu grupları birleştiren etnik veya dini bağdan daha güçlü ve etkili olduğunu gözlemleyecektir. O halde neden etnik ve dini belirleyiciler dikkate alınırken bu belirleyiciler dikkate alınmıyor? Mesleki, teknik ve bilimsel bağlantılar gibi diğer belirleyiciler için de aynı şey söylenebilir. Tüm bunlardan daha önemlisi, toplumdaki sınıfları ve grupları örgütleyen ve siyasi partiler kapsamına girmeyen fikri ve siyasi tanımlamalardır. Çünkü bunlar, siyasi partilerde aranan şartları taşımamaktadır. Hakeza şayet azınlıklar kavramını onları kapsayacak şekilde genişletebilecek tanımlamaları saymak istediğimizde, çoklukları ve çeşitlilikleri nedeniyle onları sayamayacağız. Böylece Batılı düşünürler tarafından geliştirilen tanımlamaların, doğru fikri bir kontrole dayanmayan gelişigüzel seçilmiş tanımlamalar olduğu görülmektedir. Bu da azınlıklar kavramında, bir yanlışlık olduğunu göstermektedir.
Azınlık kavramında yanıltıcı bir yön de vardır; zira ilk bakışta bu kavramla çalışmak azınlıkların haklarını garanti altına alıyormuş gibi görünse de ama gerçekte çoğu zaman aksi söz konusudur. Buna örnek olarak siyasi katılımı ele alabiliriz; nitekim azınlık, bu azınlığın bazı üyelerinin siyasi pozisyonlara katılmaları yoluyla haklarını elde ettikleri şeklinde kandırılmakta ve toplumdaki diğer partilerin çıkarları için istismar edilmektedir. Örneğin Obama, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk siyahi başkanı seçildi ve siyahların kendisine verdiği oy seçimlerdeki başarısını etkiledi. Peki oradaki siyahi azınlık için ne yaptı? Onlar için yaptığı talepler nelerdir? Bu adam gerçekten siyahi azınlığın umutlarını Amerikan halkının beyazlarıyla eşit şekilde mi temsil ediyor yoksa siyahi azınlığa ve haklarına bakmaksızın sermaye sahiplerinin çıkarlarının hizmetkarı ve planlarının ve kararlarının uygulayıcısı mı olmuştur?! İşte Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer ülkelerdeki Müslümanlar, azınlıkların çıkarlarını sağlama bahanesiyle parlamento seçimlerine katılmaya çağırıyorlar ve İslam’a mensup olanlardan bir kısmı da, azınlıkların katılımı adına siyasi pozisyonlara girmek için başvuruyorlar; tıpkı Pakistan kökenli İngiliz Parlamentosu üyeleri, Almanya ve Fransa hükümetlerinde Fas ve Türk kökenli bakanlar, Hollanda ve Belçika belediyelerinde Fas ve Türk kökenli üst düzey yetkililer gibi ve aynı şekilde Almanya’daki Yeşiller Partisi’nin Türk kökenli lideri gibi bazılarının liderlik pozisyonlarına ulaşmak için Batılı siyasi partilere katılması ve benzerleri gibi. Peki Müslümanlar bu katılımdan ve aralarındaki kişilerin makamlar elde etmesinden, bu kişilerin bu makamlardan kişisel olarak faydalanmak için çalışmaları ve sermaye sahiplerinden oluşan aktif güçlerin ve etkili olanların istediklerini uygulamaları dışında ne elde ettiler. Örneğin azınlıkları ve haklarını korumak için çalıştıklarını iddia eden ve kendilerini Müslümanlara, diğer partilerden daha iyi çıkarlarının garantörü olarak sunan Batılı partilere verilen oy gibi. Dolayısıyla Müslümanlar, bu vehme binaen onları seçiyorlar ancak onlar, Müslümanlardan paylarını aldıktan kısa bir süre sonra Müslümanlara sırtlarını dönüyorlar. Nitekim George W. Bush’un partisiyle birlikte seçilmesi, Fransa’da Chirac’ın seçilmesi, İngiltere’de Tony Blair’in seçilmesi ve hem Almanya’da hem de Avusturya’da Sosyalist Parti’nin seçilmesi bizden uzak değildir; oysa bu partiler ve temsilcileri Müslümanlara zarar vermişler ve gerek Batı ülkelerinde, gerekse İslam dünyasında onlara saldırmışlardır. Peki azınlıkların, haklarını elde edecekleri iddia edilen siyasi çalışmaya katılmadaki çıkarları hani nerede?
Az önce bahsedilen azınlık kavramının tehlikelerine sömürgecilik boyutunu da eklediğimizde onun, insanlığa verdiği zararın ve maddi çıkarlar elde etmek için Batılı ülkeler tarafından dünyanın zayıf ülkelerine nifak ve anlaşmazlık tohumları ekmek için istismar etmesinin boyutu ortaya çıkıyor. Zira Batı’nın, mezhepçi ve dini naralar ile azınlıklar meselesini kışkırtması zemininde İslam ülkeleri de dahil olmak üzere sözde üçüncü dünya ülkelerinde tutuşturduğu binlerce savaş, bu kavramın dehşetinin en iyi kanıtıdır. Dolayısıyla ne İslam dünyası ne de üçüncü dünyadaki mevcut ülkelerden hiçbiri, devletlerin parçalanmasına ve tüm toplumların yok olmasına yol açan ve daha önce bilinmeyen azınlık sorunlarından yoksun değildir. Zira Sudan, Endonezya, Irak, Afganistan, Lübnan, Mısır, Ruanda ve Burundi’de meydana gelen olaylar, azınlıklar kavramıyla amel etmenin getirmiş olduğu talihsizliklere dair sadece birkaç örnektir.
İslam’ın azınlıklar kavramına yönelik tutumu
İslam’ın azınlıklara yönelik görüşü ve anlayışı üzerinde durmak için, İslam’ın bu meseleyle ilgili getirmiş olduğu bir dizi konuları açıklamamız iyi olacaktır:
Birincisi: Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in inşa etmiş olduğu toplum ve Medine-i Münevvere’de kurmuş olduğu devlet, O’ndan öncekiler ve sonrakiler için seçkin bir örnektir. Nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, İslam akidesi üzerine bir İslam ümmeti inşa etmiş ve aralarındaki bağı da İslam inancına dayandırmıştır. Dolayısıyla mevcut olan etnik, dilsel ve diğer farklılıkları hiç dikkate almamıştır. Aksine tüm meseleyi, sadece İslam’a iman etmekle sınırlandırmıştır. Bu yüzden her kim İslam ümmetine mensupsa, diğer Müslümanlar gibi eşit olmaktadır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ “Müminler ancak kardeştirler.” [Hucurat 10] Ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur: المسلم أخو المسلم “Müslüman, Müslümanın kardeşidir.” Ayrıca Medine Vesikası’nda şöyle geçmektedir: “Bu yazı Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Medineli müminler, Müslümanlar, bunlara tabi olanlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler içindir. İşte bunlar, diğer insanlar dışında tek bir ümmettir.” Nitekim Allah Azze ve Celle, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i alemlere rahmet olarak tüm insanlığa göndermiştir. Zira Subhanehu şöyle buyurmuştur: وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [Sebe 28] Ve şöyle buyurmuştur: وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Biz seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik.” [Enbiya 107] Bu yüzden Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bütün insanları İslam’a davet etti. Böylece gruplar halinde İslam’a girdiler; aynı zamanda ilk Sahabelerden ve rahmet Peygamberine yakın olanlardan biri olan Selman el-Farisi de İslam’a girdi, hatta rivayet edildiğine göre Aleyhissalatu ve’s Selam onun hakkında şöyle dedi: سلمان منا أهل البيت “Selman, benim ehli beytimdendir.” [Hakim rivayet etti.] Ömer de Selman’ı Medâin’e vali tayin etti. Siyahi Bilal Habeşi de İslam’a girdi ve ilklerden ve en yakın olanlardan biri oldu. Ayrıca Suheyb er-Rûmi de İslam’a girdi ve o da ilk ve yakın olanlardan bir diğeri oldu. Yine bir Yahudi olan Abdullah İbn Selam da İslam’a girdi, Müslüman oldu ve Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Sahabelerinden oldu. Bu durum sadece Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında böyle olmadı, aksine Raşid Halifeler ve onlardan sonra gelenler zamanında da devam etti. Zira Müslümanlar, İslam davetini taşıdılar ve dünyanın dört bir tarafına yayılan bir İslam ümmeti oluşuncaya kadar çeşitli halkları ve milletleri İslam potasında eritmeyi başardılar. Dolayısıyla İslam risaleti Arap Yarımadası’nda başlamasına ve Arapça diliyle olmasına rağmen, Arap olmayanlar da İslam risaletine iman etmelerinin ardından Araplardan ilk Müslümanlar kadar bir inanç ve coşkuyla taşıdılar. Nitekim çeşitli alanlarda sayamayacağımız kadar Arap olmayan imamlar ortaya çıkmıştır; Örneğin fıkıhtı Ebu Hanife ve anayasa fıkhında Maverdi ortaya çıktığı gibi lügatte Sibeveyh, hadiste Buhari, Müslim ve Ashabı Sünen, usulde Âmidî, matematikte Harizmi, tıpta İbn Sina, askeri liderlikte Selahaddin, Kutuz ve Baybars, tarih ve sosyoloji ilminde İbn Haldun, fırkalar, mezhepler ve itikadi meselelerde Maturidi ve Şehristani ve bunların dışında sayamayacağımız kadar kişiler ortaya çıkmıştır. Bu durum, Arap olmayanların yüzyıllar boyunca hüküm sürmelerine ve Osmanlılar gibi Müslümanları yönetmelerine neden oldu. Böylece Müslümanların, İslam ümmeti mefhumunu teorik yönüyle sınırlamadıkları, aksine milliyetçi ve vatancı çağrılar ortaya çıkıncaya ve Batının bazı kavramları Müslümanların arasına sızmaya başlayıncaya kadar pratik olarak uyguladıkları gözlemlenmektedir. Bunun da öncesinde aralarındaki bağ, İslam ümmeti mefhumunu temsil eden İslam akidesi bağıdır. Ayrıca İslam, İslam ümmeti mefhumunu ruhi bağ ile sınırlandırmamış, aksine onu, Müslümanları toplum ve devlet içinde birbirine bağlayan ve İslam ümmeti bağlamında ayrıntılı hak ve görevleri onun üzerine inşa eden siyasi ve hukuki boyutu olan bir mefhum haline getirmiştir.
İkincisi: İslam, insanlara bakışında ırk veya renk gibi fıtri verilere ya da dil esasına göre bir ayrım yapmamıştır. Aksine vahyin getirdiği ilk ayetlerdeki ilk anlardan itibaren insanı, bakışının odak noktası yapmıştır. Zira Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: إِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ {1} خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ {2} إِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ {3} أَلَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ {4} عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ “Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakdan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” [Alak 1-5] Dolayısıyla Kur’an bu bakış açısını birden fazla yerde ifade etmiştir. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” [Hucurat 13] Ve şöyle buyurmuştur: وَمِنْ آَيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآَيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ “O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” [Rum 22] Dolayısıyla Allah Subhanehu ve Teala ve İslam nazarında insanlar eşittirler. Onlar arasındaki üstünlük, takva lafzıyla bütünleşen kazançlı hususlarla sınırlıdır. Bu ise Allah Subhanehu ve Teala’ya itaat etmek, O’nun rahmetini ve rızasını ummak ve O’na isyan etmekten ve azabından korkmaktır. Nitekim sünnet gelerek bu anlamı teyit etmiştir. Zira şöyle buyurmuştur: يا أيها النّاس، ألا إنّ ربكم واحد، وإنّ أباكم واحد، ألا لا فضل لعربي على عجمي، ولا لعجمي على عربي، ولا أحمر على أسود، ولا أسود على أحمر، إلا بالتقوى “Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz bir, atanız da birdir. Takva dışında ne Arab’ın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arab’a; ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza bir üstünlüğü vardır.” [Ahmed, Müsned’de rivayet etti.]
İnsanlar arasındaki ırk, renk ve dil farklılığına gelince; bunlar tabii hususlar olup Allah’ın âyetlerinden ve O’nun kudretinin alâmetlerindendir. Dolayısıyla bunlara olumsuz ve ayrıcalıklı bir gözle bakmak caiz değildir. Zira Kur’an-ı Kerim, insanlara çağrıda bulunmaktan ve birçok ayette onları zikretmekten geri durmamıştır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ “Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin.” [Hac 73] Ve şöyle buyurmuştur: وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا “Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” [Ali İmran 97] Ve Subhanehu şöyle buyurmuştur: هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنْسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا إِنَّا خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ أَمْشَاجٍ نَبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَاهُ سَمِيعًا بَصِيرًا إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” [İnsan 1-3] Ve şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الْإِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ “Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” [İnfitar 6] Bunun benzerleri Sünneti Nebeviyye el-Mutahhara’da da geçmiştir. Bunun da ötesinde İslam, renk, ırk, dil ve benzerleri temelindeki ayrımcılığı haram kılmış ve bunları kokuşmuş cahiliye işlerinden saymıştır. Nitekim Cündeb İbn Abdullah el-Becelî şöyle demiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عُمِّيَّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيَّةً، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً، فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيَّةٌ “Kim körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (milliyetçilik/ırkçılık) için öfkelenir veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım ederse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur.” [Müslim rivayet etti.] Ebu Malik el-Eşarî şöyle demiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ومن دعا دعوى الجاهلية فهو جثاء جهنم. قال رجل: يا رسول الله وإن صام وصلى؟ قال: نعم، وإن صام وصلى، ولكن تسموا باسم الله الذي سماكم عباد الله المسلمين المؤمنين “Kim cahiliye davasına (milliyetçiliğe) davet ederse o cehennem odunudur.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa da, namaz kılsa da mı?” “Evet!” cevabını verdi. “Oruç tutsa da, namaz kılsa da. Ancak siz, sizi Allah’ın kulları, Müslümanlar ve müminler diye isimlendiren Allah’ın adlandırmasıyla isimlenin.” [Ahmed, Müsned’te rivayet etti.]
Üçüncüsü: İslam, İslam Devleti’ni ırk ve dil temelinde tanımlamadığı gibi bunlar için sabit coğrafi ve siyasi sınırlar da belirlememiştir. Aksine İslam, dünyayı iki dâra böldüğünde Dâru’l İslam ve Dâru’l Küfür mefhumunu getirmiş ve bu iki dârı yönetim ve emanla tanımlamıştır. Dolayısıyla İslam’ın hükümlerini tatbik eden ve emanı da İslam’ın emanıyla olan ülkeyi, Dâru’l İslam olarak tanımlarken küfür hükümlerini tatbik eden ve emanı da Müslümanların emanı dışında olan ülkeyi de Dâru’l Küfür olarak tanımlamış ve Müslümanlara bir Halife’yi nasbetmelerini zorunlu kılarken dârın birliğinin devletin birliği kılınmasını da farz kılmıştır. Yani İslam’da asıl olan, Dâru’l İslam’ın sınırlarının İslam Devleti’nin sınırlarıyla örtüşmesidir. Bu yüzden Dâru’l İslam, İslam’ın hükümlerinin tatbik edildiği bölgenin daralması ve genişlemesine bağlı olarak daralır ve genişler.
Dördüncüsü: İslam ümmeti mefhumu, İslam’da büyük bir öneme sahip olmasına rağmen ancak İslam Devleti’nde tabiiyetin (vatandaşlığın) temeli kılınmamıştır. Bilakis İslam, İslam tabiiyeti taşıyanda sadece devlete ve nizama olan bağlılığı şart koşmaktadır. Dolayısıyla ister Müslüman ister gayrimüslim olsun İslam Devleti’nde sürekli ikamet eden herkes, tabiiyet sahibidir (devletin vatandaşıdır). Dolayısıyla da tabiiyeti taşıyan herkes, İslam Devleti’nin tebaasından olup devletin yönetimde ve işlerin gözetilmesinde aralarında ayrım yapması caiz değildir. Bu nedenle İslam Devleti dışında ikamet eden bir Müslüman, İslam Devleti tabiiyetine sahip olan birinin sahip olduğu haklardan yararlanamaz ancak İslam Devleti’nde ikamet eden bir gayrimüslim, tabiiyet haklarından faydalanır.
Bu dört husus, İslam’da azınlık kavramının bir bütün ve ayrıntılı olarak reddedildiğini tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır; çünkü azınlık kavramı, insanları ırklara, milliyetlere ve dillere ayırmaya dayanmaktadır. Nitekim bu ayırmalar İslam’da kabul edilemez olup üstelik tabiiyet ve devlet tanımı için de bir temel oluşturmazlar. Aynı şekilde insanları farklı dinlere mensup olmalarından dolayı ayırmanın, İslam’daki tabiiyet ve devletin tanımı konusuyla hiçbir ilgisi yoktur. İnsanlar arasında var olan bu farklılıklara gelince; İslam buna çeşitlilik bakış açısıyla bakar ve insanların, buna müdahale etmeksizin kendi dillerini konuşmalarına ve kendi dinlerini ikrar etmelerine izin verir. Bu sözün kanıtı, İslam’ın ortaya çıkışının ve hakimiyetinin üzerinden on dört asırdan fazla bir süre geçmesinin ardından İslam ülkelerindeki dillerin, halkların ve dinlerin çokluğuna dair gördüklerimizdir.
Etnik yönün, dil yönünün ve ten renginin, İslam’ın kesinlikle bakmadığı ve bu hususta insanlar arasında bir ayrım yapmadığı konular olduğunu söyledik. Ancak İslam bir din olup İslam Devleti’nde tatbik edilmesi gerekir ve bu devletin altında geçmişte olduğu gibi gayrimüslim olan insanlar da olacaktır. Peki onlarla nasıl muamele edilecek? Azınlıklar kavramına göre azınlık sayılmayacaklar mı? Bunun cevabı, gayrimüslimler için bile olsa azınlık kavramının İslam’da mevcut olmamasıdır. Ancak İslam’da, azınlıklar kavramından tamamen farklı olan zimmet ehli mefhumu vardır.
İslam Devleti’nde Gayrimüslimler (Zimmet Ehli)
Dâru’l İslam’da gayrimüslimlerin varlığı, kaçınılmaz ve doğal bir durumdur; çünkü bu, Allah’ın insanların çeşitliliği ve dinlerinin farklılığıyla ilgili hüküm verdiği kevni yasalarıyla uyumlu olup Allah’ın insanların dinleri hakkında fitne çıkarmalarını haram kılan teşrî yasaları içinde yer almaktadır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَآَمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “(Rasulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” [Yunus 99] Ve şöyle buyurmuştur: وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” [Hud 118] Ve şöyle buyurmuştur: لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ “Dinde zorlama yoktur.” [Bakara 256] Dolayısıyla bu, İslami olarak talep edilen bir husustur. Çünkü İslam’ın hükümlerine boyun eğdiklerinde insanları hak dine yönlendirmenin yolu budur. Böylece İslam’ın adaletini ve hükümlerinin doğruluğunu hissedecekler ve rıza ve ikna yoluyla gönüllü olarak İslam’a gireceklerdir.
İslam Devleti, içeride İslam’ın hükümlerini tatbik eden, dışarıda davet ve cihat yoluyla İslam’ı taşıyan, tebaasının işlerini gözeten ve sınırları (geçitleri) koruyan bir devlettir. Müslümanlar da imanları ve dinleri gereği İslam’ı tatbik edip davet ve cihat yoluyla İslam’ı taşıyarak dârlarını savunmakla yükümlü oldukları gibi güzel bir şekilde gözetmekle de yükümlüdürler. Aynı şekilde Müslümanlar, İslam’ın hükümlerine boyun eğmekle de yükümlüdürler. Nitekim Allahu Teala (Ahzab suresinde) şöyle buyurmuştur: وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْراً أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verince, ne bir mümin erkeğin ve ne de bir mümin kadının (o konuda) muhayyerlikleri (tercihleri) olmaz.” [Ahzab 36] Ve (Nisa suresinde) şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآَخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasul’e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” [Nisa 59] Dolayısıyla İslam tabiiyetine sahip bir Müslümanın, tabiiyetin haklarından yararlanabilmesi ve görevlerini yerine getirebilmesi için artı bir belgeye ihtiyacı yoktur; zira onun dini, başlı başına en değerli belge sayılır. İslam tabiiyetine sahip olmayan gayrimüslime gelince; İslam’a ve hükümlerine iman etmediğinden dolayı kendi dini gereği Müslüman ülkesini ve Dâru’l İslam’ı savunmakla yükümlü değildir. Bu nedenle onun İslam Devleti’nin tabiiyetini elde etmesi, hem onun tarafından devlete karşı bir yükümlülüğün olmasını, hem de devlet tarafından ona karşı bir yükümlülüğün olmasını gerektirir ki bunun hukuki şekli ise akittir. Bundan dolayı İslam, Dâru’l İslam’daki gayrimüslimlerin varlığını, -ister varlıkları geçici isterse de geçici olmasın-, iki akit tarafının gözeteceği hak ve görevleri gerektiren iki taraf arasında bir misak (belge) ve ahdin olduğu bir akit fikri üzerine inşa etmiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَإِنْ أَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَعْلَمُونَ “Ve eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” [Tevbe 6] Burada kastedilen, harp ehlinden biri kendisinin öldürülmesinden (koruman için) eman dilerse, Allah’ın kelamını işitinceye kadar ona eman ver, yani onu güven içinde tut veya ona buna dair bir ahit ve misak ver demektir; çünkü eman dilemek, bir adama zimmet yani ahit ve garanti vermektir ki bu da akdin anlamını ifade etmektedir. Tirmizi Ebu Hureyra’dan Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir: ألا من قتلَ نفساً معاهدةً لهُ ذمَّةُ اللّهِ وذمَّةُ رسولِه، فقدْ أخفرَ بذمَّةِ اللّهِ، فلا يُرحْ رائحةَ الجنَّةِ، وإنَّ رِيحها ليوجدُ من مسيرةِ سبعينَ خَريفاً “Allah ve Rasulü’nün zimmetini kabul etmiş zimmî (gayr-i müslim vatandaşlar) veya müste’meni (İslam ülkesindeki vizeli gayr-i müslimler) öldüren kimse, Allah’ın ahdini bozmuştur. Bundan dolayı o, cennetin kokusunu alamaz. Halbuki cennetin kokusu 70 yıllık mesafeden hissedilir.” Ebu Davud, Amr İbn Şuayb’dan, o da babası ve dedesinden şöyle dediğini tahriç etmiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: المُسْلِمُونَ تَتَكَافَأُ دِمَاؤُهُمْ يَسْعَى بِذِمّتِهِمْ أدْنَاهُمْ وَيُجِيرُ عَلَيْهِمْ أقْصَاهُمْ، وَهُمْ يَدٌ عَلَى مَنْ سِوَاهُمْ، يَرُدّ مُشِدّهُمْ عَلَى مُضْعِفِهِمْ، وَمُتَسَرّيهمْ عَلَى قَاعِدِهِمْ، لاَ يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلاَ ذُو عَهْدٍ في عَهْدِه “Müslümanların kanları (kıymetçe) birbirlerine eşittir. Müslümanların (sayıca) en azı(bile) onların zimmetleri uğrunda koşar. Müslümanların en uzak olanı (dahi) onlar adına eman verebilir. (Müslümanlar) kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (hükmünde) dirler. Onların kuvvetli olanı (elde ettiği ganimetleri ortaklaşa bölüşmek üzere) zayıf olana, gönderir. Seriyye olarak (düşman üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere, cephede kendilerini bekleyip) oturanlarına gönderirler. Bir mümin, bir kafir karşılığında, öldürülemez. Ahdinde (sadık) olan bir zimmi de bir (harbi) kafir karşılığında öldürülemez.” Yine İbn Hişam sirette, Gafra’nın adazlısı Ömer’den Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini tahriç etmiştir: الله الله في أهل الذمة، أهل المدرة السوداء السحم الجعاد، فإن لهم نسباً وصهراً “Zimmet ehli, özellikle de siyah ve kıvırcık saçlı Medra halkı hakkında Allah’tan korkun. Çünkü onların nesep ve (nikah yoluyla) akrabalık bağları vardır.” Bu üç hadiste kullanılan “ahid” ve “zimmet” lafızları, akdi ifade etmektedir. Çünkü bu lafızların lügavi vakıası, ona yakınlığını göstermektedir.
Lisanu’l Arab’ta şöyle geçmektedir: “el-Akd: el-Ahd (ahit) demektir. Çoğulu, el-Ukûd olup ahitleri teyit etmektir.” Dolayısıyla akde yakın olan lafızlardan biri de ahit lafzıdır. Nitekim Cürcâni (Târifât’ta) şöyle demiştir: “Ahit, bir şeyi korumak, mevcut durumda ve sonrasında onu gözetmek, sonra gözetilmesi gereken belgeyi kullanmaktır.” Aynı şekilde yakın olan lafızlardan biri de zimmet lafzıdır. Muhtaru’s Sıhah’da şöyle geçmektedir: “Kutsalın korunması olup zimmet ehli ahit ehlidir.” Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Emanın zimmeti, Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kavlinde şöyle geçmektedir: ويسعى بذمتهم أدناهم “En alt seviyedekinden de olsa, zimmetlerini (emanlarını) tanırlar.”
Şeriatta akit, etkisi kendi mahallinde ortaya çıkan meşru bir şekildeki icab ve kabul ile bağlantılıdır. Dolayısıyla zimmet, eman ve ahit tamamı akitirler olup hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler tarafında temsil edilen icab ve kabul tarafları arasındaki bağlantıdır. Gayrimüslim ile İslam Devleti arasında akdedilen zimmet akdine göre gayrimüslim İslam Devleti’nin tabiiyetine sahip olur ve onun tebaasından biri olur. Bu yüzden onun teba, koruma ve eman hakkı olduğu gibi ayrıca onun İslam’ın hükümlerine boyun eğmesi veya korunması ve himaye edilmesi karşılığında para ödemesi gerekir. Çünkü o, cihatla mükellef değildir.
Zimmet akdinin vakıası işte budur. Dolayısıyla bu, tebaalık, koruma ve eman akdi olup bunlar için sözleşme yapanlar İslam örfünde zimmet ehli olarak adlandırılırlar. Zimmet ehli teorisi, devlet ile devletin üzerine kurulduğu esaslara inanmayan mukimler veya devlette ikamet etmek ve onun tebaalığını elde etmek isteyen yeni gelenler arasındaki ilişkiyi düzenlemek için insanlığın bildiği en iyi hukuki formüldür. Bu yüzden ahdi, emanı ve zımminin korunması ve haklarının gözetilmesi hususunda İslam Devleti’nin sorumluluğunu hissettiren olumlu ve ahlaki çağrışımlarıyla zimmet ehli teriminden dolayı bazı Müslüman entelektüeller ile pek çok gayrimüslim arasında var olan nefret insanı şaşırtıyor. Hem de bünyesinde olumsuz imaları ve ahlak dışı öngörüleri barındıran azınlık lafzını benimsedikleri bir vakitte. Zira kişi azınlık lafzını benimsediğinde kendisini zayıf ve önemsiz hissedeceği gibi toplumdaki insanlardan bir grubu toplum içerisinde etkisiz hale getirmeyi ifade eder.
Bir gayrimüslim Müslümanların zimmetine (korumasına) girdiğinde, devletin ve Müslümanların onun ahdine vefa göstermesi ve onunla güzel muamelede bulunması gerekir. Zira o da Müslümanlar gibi olup şeriatın hükümleri çerçevesinde Müslümanların lehine olan onun da lehine olur onların aleyhine olan onun da aleyhine olur. İslam’ın zimmet ehline tanıdığı bazı haklar ve bu terimin taşıdığı bazı olumlu çağrışımlar üzerinde durmak için bazı şerî nâssları sıralayalım:
– Allahu Teala şöyle buyurmuştur: لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” [Mümtehine 8]
– Allahu Teala şöyle buyurmuştur: لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” [Bakara 256] Vahidi, Said İbn Cübeyr’den İbn Abbas’ın Allahu Teala’nın: لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ “Dinde zorlama yoktur” kavlinin nüzul sebebi hakkında şöyle dediğini tahriç etmiştir: (İslamiyet’ten önce) Ensar’dan çocuğu yaşamayan bir kadın eğer çocuğu yaşarsa onu Yahudi edeceğine dair adakta bulunurdu. Nadir oğulları, beraberlerinde bulunan Ensar çocukları ile sürgün edildiklerinde, Ensar: Ey Allah’ın Resulü! Çocuklarımız dediler. Bunun üzerine Allahu Teala: لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ “Dinde zorlama yoktur” ayetini indirdi. Said İbn Cübeyr de şöyle dedi: “İsteyen onlarla gider isteyen de İslam’a girip kalır.”
– Buhari, Abdullah İbn Ömer’den Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini tahric etmiştir: من قتل معاهداً لم يَرِحْ رائحة الجنة، وإنَّ ريحها توجد من مسيرة أربعين عاماً “Her kim bir muahidi öldürürse, kokusu kırk yıllık yürüyüşten alındığı halde cennetin kokusunu alamaz.”
– Ebu Davud, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Sahabelerinden bir cemaat akraba olan babalarından Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini tahriç etmiştir: ألا من ظلم معاهداً أو انتقصه أو كلفه فوق طاقته أو أخذ منه شيئاً بغير طيب نفس فأنا حجيجه [أي أخاصمه] يوم القيامة “Dikkat edin! Kim bir muahide zulmeder veya hakkını eksik verir veya ona takatinin üstünde bir yük yükler veya haksız yere ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım.”
– Müslim İbn Ebu Leyla’dan şunu rivayet etti; Kays İbn Sad ve Sehl İbn Hanif Kadisiye’deyken yanlarından cenaze geçerken ayağa kalktılar. Onlara şöyle denildi: Bu (cenaze) arz ehlinden (yani cizye verenlerin topraklarına yerleşmiş olan zimmet ehlinden biridir). Bunun üzerine o ikisi şöyle dediler: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yanından bir cenaze geçerken ayağa kalktı. Kendisine şöyle denildi: O bir Yahudi (cenazesidir). Bunun üzerine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi: أليست نفساً “O da bir nefis değil midir?”
– Müslim Urve İbn Zübeyr’den şunu rivayet etti; Hişam İbn Hakim Humus’da iken bir adamın bir takım insanları cizye ödemek için güneş altında tuttuğunu gördü ve şöyle dedi: Bu nedir? Ben Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: إن الله يعذب الذين يعذبون الناس في الدنيا “Şüphesiz Allah dünyada insanlara azap edenlere azap edecektir.”
– Ebu Yusuf el-Harac’da, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Necran halkına yönelik mektubunu zikretti ve mektupta şöyle geçmektedir: … ولنجران وحاشيتها جوار الله وذمة محمد النبي رسول الله على أموالهم وأنفسهم وأرضهم وملتهم وغائبهم وشاهدهم وعشيرتهم وبيعهم وكل ما تحت أيديهم من قليل أو كثير، لا يغير أسقف من أسقفيته ولا راهب من رهبانيته ولا كاهن من كهانته وليس عليه دنية، ولا دم جاهلية، ولا يخسرون ولا يعسرون ولا يطأ أرضهم جيش. ومن سأل منهم حقاًّ فبينهم النَّصفُ غير ظالمين ولا مظلومين… “….Necran ve çevresinde yaşayan herkesin malları, canları, dinleri, gaibleri, şahitleri, aşiretleri, satışları, az veya çok sahip oldukları her şey Allah’ın koruması ve Allah’ın Rasulü ve Nebisi Muhammed’in koruması altındadır. Hiçbir piskopos, kâhin, papaz ve rahibin görevlerini yapmasına mani olunamaz ve mabetlerinden uzaklaştırılamaz, onlara karşı cahiliyeden kalma kan davası güdülemez, onlar kayba uğratılamaz, onlara zorluk çıkarılamaz ve topraklarına asker ayak basamaz. Onlardan herhangi bir hak talebinde bulunan olursa insaf ile hareket edilecek, ne zulmedilecek, ne de zulme maruz bırakılacaktır…”
– Beyhâki Delâil’de, Amr İbn Hazm’ın mektubundan şunu tahric etti: “Her kim Hristiyan ve Yahudi ise onun (dini) değiştirilmez.” İbn Hişam Siretinde Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Hımyer heyetine gönderdiği mektubundan şunu rivayet etmiştir: … ومن كان على يهوديته أو نصرانيته فإنه لا يرد عنها، وعليه الجزية… “… Her kim Yahudilik veya Hristiyanlık üzerine ise (dininden) döndürülmez ve ona cizye vardır…”
Bunlar, İslam Devleti’nde zimmet ehlinin haklarından bahseden nâsslardan sadece buzdağının görünen kısmı olup bu da onlarla iyi muamele etmeye ve sahip olduklarını şerî hükümlere göre vermeye hırs gösterildiğini ortaya koymaktadır.
Devletin zimmet ehli de dahil olmak üzere tebaalarıyla olan ilişkisi;
İslam Devleti’nin tebaasıyla olan ilişkisi iki yönde tecelli etmektedir; birinci yön, yönetim ve işlerin gözetilmesi yönü. İkinci yön ise, şerî hükümlerin ve kanunların tatbik edilmesi yönü.
Yönetim ve işlerin gözetilmesi yönüne gelince; devletin tebaaları arasında ayrım yapması caiz değildir. Aksine devletin, ırka, renge, cinsiyete ve dine dayalı bir ayrım yapmaksızın hepsine aynı şekilde davranması gerekir. Nitekim Hizb-ut Tahrir’in, Hilafet Devleti’nin anayasası olması için ümmete sunmuş olduğu Allah Subhanehu’nun Kitab’ından, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetinden, Sahabesi Rıdvanullahi Aleyhim’in icmasından ve şerî kıyastan istinbat edilmiş anayasa tasarısının beşinci ve altıncı maddesinde aşağıdaki şekilde geçmektedir:
Madde-5: İslamî tâbiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şerî haklara sahiptir ve şerî yükümlülüklerle sorumludur.
Madde-6: Devletin yönetimde, yargıda, işlerin güdülmesinde ya da benzeri konularda tebaanın fertleri arasında herhangi bir ayrım yapması caiz değildir. Bilakis ırk, din, renk ve benzeri özelliklere bakmadan herkese tek bir bakışla bakmalıdır.
Bu iki maddenin delilleri, Anayasa Mukaddimesi Kitabı’ndaki şerhlerinde detaylandırılmış olup biz burada yönetim, yargı ve işlerin gözetilmesi alanlarında gelen şerî nâssların, insanlardan Müslüman-gayrimüslim, Arap-Acem, kırmızı ve siyah arasından bir ayrım yapmaksızın genel olarak geldiğini, dahası eşitlik ve adaleti emrederek geldiğini zikretmekle yetineceğiz. Nitekim Allahu Teala (Nisa suresinde) şöyle buyurmuştur: إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” [Nisa 58] Dolayısıyla burada insan lafzının kullanılması, genelliğe delalet etmektedir. Yine Allahu Teala (Maide suresinde) şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآَنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya (Allah korkusuna) daha yakındır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” [Maide 8] Kin anında bile adaleti vacip kılmıştır. Zira adalet, takvaya daha yakındır.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: الإمام راعٍ وهو مسؤول عن رعيته “İmam (Halife, yönetici) çobandır ve o, tebaasından (yönettiklerinden) mesuldür.” [Buhari rivayet etti.] Dolayısıyla Halife’yi, bir ayrım gözetmeksizin tüm tebaası için sorumlu kıldı. Yine Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ألا من ظلم معاهداً أو انتقصه أو كلفه فوق طاقته أو أخذ منه شيئاً بغير طيب نفس فأنا حجيجه يوم القيامة “Dikkat edin! Kim bir muahide zulmeder veya hakkını eksik verir veya ona takatinin üstünde bir yük yükler veya haksız yere ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım.” [Ebu Davud tahric etti.] Dolayısıyla Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in bu hadiste özellikle ahit ehline adaletle muamele etmenin farz olduğunu belirtmesi ve onlara zulmedenlerin kıyamet günü kendisinin hasmı kılması, böyle bir zulmün şiddetle haram olduğuna işaret etmektedir. Bu konuda birçok şerî nâsslar vardır; Dolayısıyla İslam’ın doğuşundan bu yana Müslümanlar arasında bu konuda bilinen bir ihtilaf yoktur. Nitekim İbn Abidin Hâşiye’de, zimmiden eziyeti uzaklaştırmanın vacip olmasının ve Müslüman gibi onun gıybetini yapmanın haram olmasının anlamını açıklarken şöyle diyor: “Çünkü o zimmet akdine sahip olup bizim için olan şey onun için de gereklidir. Bu yüzden nasıl bir Müslümanın gıybetini yapmak haramsa onun da gıybetini yapmak haramdır. Bilakis şöyle dediler: Zimmiye zulmetmek daha şiddetlidir.” Ayrıca Karâfi (el-Furûk’da) şöyle demiştir: “Zimmet akdi, onların bize birtakım haklarını yükler. Zira onlar bizim komşularımız ve korumamızda olup Allahu Teala’nın, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ve İslam dininin güvencesi altındadırlar. Kim onlara karşı kötü bir sözle, gıybetle, namuslarının çekiştirilmesiyle veya başka türlü bir eziyet vermekle ya da aleyhlerine olacak tarzda yardımcı olursa, Allahu Teala’nın, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ve İslam dininin zimmeti kaybedilmiş olur. Aynı şekilde İbn Hazm kendisine ait Merâtibu’l İcmâ’da şöyle demiştir; Kim zimmet altında olur ve düşman ehli de onu öldürmek için ülkemize gelirse, mızrak ve silahlarla onlarla savaşmak için çıkmamız ve bunun dışında Allahu Teala’nın ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zimmetinde olan birini korumak için ölmemiz gerekir. Bunu yapmadan onu teslim etmek, zimmet akdini ihmal etmektir.”
Bu, yönetim ve işlerin gözetimi açısındandı. Teşrî (anayasa) ve kanunların uygulanması açısından olana gelince; İslam, ibadetler, yönetim, ekonomi, eğitim, dış politika, yargı ve benzeri gibi hayatın tüm meseleleri için kapsamlı bir sistemle gelmiştir. Bu sistem, İslam akidesinden kaynaklanıyor olsa da ancak ruhi boyutla sınırlı değildir, aksine bir devlette uygulanabilir olan anayasalar ve kanunlar da vardır. Bu yüzden İslam bu sistemin uygulanmasını emrederken sadece dinî ve ruhî yönüne değil teşri ve kanunî yönüne de bakmaktadır. Dolayısıyla İslam, doğası ve konusu din sahiplerinin uzmanlaşmasını gerektiren hükümler dışında, sanki dindar bir karakter hakimmiş gibi din farkı gözetmeksizin devletin tüm tebaasına şerî hükümlerin uygulanmasını emretmektedir. Örneğin namaz, oruç, zekât, hac ve benzerleri gibi ibadet hükümleri, diğer şerî hükümler gibi şerî hükümlerdir ve bunları yerine getirmek İslam’a inanmayı gerektirir ama bunların gayrimüslimlere uygulanması söz konusu değildir; çünkü bu onları İslam’a zorlamak olur ki İslam ise dinde zorlamayı yasaklamıştır. Bu nedenle gayrimüslimler, bu ibadet hükümlerinin dışında tutulmakta olup bunlar sadece Müslümanlara uygulanmaktadır. Çünkü Müslümanların İslam akidesine iman etmeleri bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla gayrimüslimlere karşı bir zorlama söz konusu değildir. Nitekim şerî nâssları, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in amelini ve Raşid Halifelerin üzerinde oldukları durumu takip edildiğinde İslam’ın, İslam’ın bütün hükümlerinin istisnasız Müslümanların üzerine uygulanmasını farz kıldığı ortaya çıkmaktadır. Devletin tebaasından olan gayrimüslimlere gelince; İslam, şeriatın hükümlerinin kendisinden kaynaklandığı temel olan İslam akidesine inanmasalar bile şeriatın hükümlerinin Müslümanlar gibi onların üzerine de uygulanmasını asıl kılmıştır; çünkü bu, uygulamada şart değildir ve bu istisnayı gerektiren çeşitli mülahazalardan dolayı bu husustan istisna kılınmıştır. Bunu ise Hizb-ut Tahrir’in anayasa tasarısının yedinci maddesinde geçtiği şekilde özetleyebiliriz:
Madde-7: Devlet, İslami tabiiyeti taşıyan Müslüman ve gayrimüslim herkese İslami şeriatı aşağıdaki şekilde infaz eder:
a- Hiçbir istisna olmaksızın İslam hükümlerinin tamamını Müslümanlara infaz eder.
b- Gayrimüslimleri inançlarında ve ibadetlerinde genel nizam çerçevesinde serbest bırakır.
İslam’dan irtad edenler mürtet iseler onlara mürtet hükmü uygulanır. Fakat mürtetlerin çocukları olup gayrimüslim olarak doğmuş iseler müşrik veya ehl-i kitap olmaları bakımından üzerine oldukları duruma göre gayrimüslim muamelesi görürler.
d- Gayrimüslimlere yiyecek ve giyecek hususunda şerî hükümlerin izin verdiği çerçevede kendi dinlerine göre muamele edilir.
e- Gayrimüslimler arasındaki evlilik ve boşanma işleri kendi dinlerine göre fasledilirken onlar ile Müslümanlar arasında İslam hükümlerine göre feshedilir.
f- Devlet; muamelat, ukubat, beyyinat, yönetim nizamı, ekonomi ve benzerleri gibi diğer şer’i hükümleri ve İslami şeriatın hususlarını herkese infaz eder. Bunların Müslümanlara ve gayrimüslimlere infazı eşit şekilde olur. Aynı şekilde tebaanın fertlerine infaz ettiği gibi muahidlere, müsteminlere ve İslam’ın sultası altında olan herkese infaz eder. Sefirler, elçiler ve benzerleri bundan müstesna edilirler. Zira onların diplomatik dokunulmazlığı vardır.
Anayasa Mukaddimesi Kitabı’nda yedinci madde açıklanırken ayrıntılı delilleriyle beyan edilen “b, d ve e” maddelerinde geçenler, Darü’l-İslam Kanunu’ndan gayrimüslimlerin maslahatı için yapılan bir tahsistir; Müslümanlar bu alanlarda İslam’ın hükümleriyle yükümlüdürler ve bu istisnalar, gayrimüslimlerin İslam Devleti’ndeki yaşamlarını kolay ve güvenli bir yaşam haline getirmektedir. Çünkü bunlar gayrimüslimlere, kendi dinlerine göre yaşama ve devlet içinde kendileri ile genel kanun arasında bir çelişki oluşturmaksızın kendi hükümlerini uygulama imkânı vermektedir. Böylece sıkıntıya düşmezler ve dinde bir zorlama hissetmezler. Yükümlü oldukları diğer hükümlere gelince; bunlar, onların dinlerini etkilemeyen, ondan vazgeçmelerini veya ona muhalefet etmelerini gerektirmeyen hükümlerdir. Çünkü bunlar, genel bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla onlar, İslam Devleti’nden başka bir devlette yaşadıklarında dinlerinde olmayan ancak beşerî statüde olan kanun ve yasalara tabi olacaklardır. O halde uygulanan anayasa ve kanunun İslami şerî nâsstan alınmış olmasının gayrimüslimlere ne zararı olacak? Şayet bu anayasa insan yapımı kaynaklardan alınmış olsa, onun için ne fark edecek? Örneğin İslam, paranın altın ve gümüşe dayalı olmasını zorunlu kılarken şimdiki mevcut insan yapımı sistemler bunu gerekli görmüyor. O halde gayrimüslimlerin, İslam Devleti’nde bu kanuna tabi olmasındaki sorun nerede? Örneğin İslam, kadınların kadınlıklarını istismar eden her türlü işte çalışmasını haram kılarken insan yapımı sistemler buna izin veriyor ve teşvik ediyor. O halde bir gayrimüslimin, dindar olması vasfıyla İslam Devleti’nde şerî hükümlere boyun eğmesi ve böylece şerefini koruması zararlı mıdır?