Madde-5: İslami tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şer’i haklara sahiptir ve şer’i yükümlülüklerle sorumludur.
Madde-6: Devletin, yönetimde, yargıda, işlerin güdülmesinde ya da benzeri konularda tebaanın fertleri arasında herhangi bir ayrım yapması caiz değildir. Bilakis ırk, din, renk ve benzeri özelliklere bakmadan herkese tek bir bakışla bakmalıdır.
Bu iki madde ister Müslüman isterse zimmet ehlinden olsun İslam tabiiyetine sahip olan kimselerin hükümlerini beyan etmek için konulmuştur. Müslümanlara gelince; Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, devlet dışında yaşayan ve tebaasından olmayan Müslümanları, devletin tebaasının sahip olduğu haklardan mahrum etmiştir. Zira Süleyman İbn-u Burayde’nin babasından şöyle dediği rivayet edilmiştir: كان رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم إذا أمر أميراً على جيش أو سرية أوصاه في خاصته بتقوى الله ومن معه من المسلمين خيراً، ثم قال: اغزوا باسم الله في سبيل الله، قاتلوا من كفر بالله، اغزوا ولا تغلوا ولا تغدروا ولا تمثلوا ولا تقتلوا وليداً، وإذا لقيت عدوك من المشركين فادعهم إلى ثلاث خصال أو خلال، فأيتهن ما أجابوك فاقبل منهم وكف عنهم، ثم ادعهم إلى الإسلام، فإن أجابوك فاقبل منهم وكف عنهم، ثم ادعهم إلى التحول من دارهم إلى دار المهاجرين، وأخبرهم أنهم إن فعلوا ذلك فلهم ما للمهاجرين وعليهم ما على المهاجرين، فإن أبوا أن يتحولوا منها فأخبرهم أنهم يكونون كأعراب المسلمين يجري عليهم حكم الله الذي يجري على المؤمنين، ولا يكون لهم في الغنيمة والفيء شيء إلا أن يجاهدوا مع المسلمين “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir orduya yahut bir seriyyeye emir tayin ettiği zaman, hassaten ona Allah’a karşı takvalı olmasını ve beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle derdi: “Allah’ın adıyla, Allah yolunda gazveye çıkın. Allah’ı inkar edenler ile savaşın! Gazveye çıkın, ama haddi aşmayın, gadr (haksızlık) etmeyin, müsle (hakaret için cesetler üzerinde tahribat) yapmayın, çocukları öldürmeyin! Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları üç haslete yahut sıfata davet et. Eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Önce İslam’a davet et, eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Sonra kendi darlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur. Eğer ondan (beldelerinden) ayrılmayı reddederlerse, onlara haber ver ki Müslüman Arabiler (bedevîler) gibi olurlar; müminler üzerine icra edilen Allah’ın hükmü onların da üzerine icra edilir, ama onların ganimette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz, Müslümanlar ile birlikte cihat etmeleri müstesna.” [Müslim rivayet etti] Bu hadis, Dâr-ul İslam’a hicret etmeyen ve devlet tabiiyetine sahip olmayan kimsenin Müslüman olsa dahi tebaalık haklarına sahip olmayacağı hususunda sarihtir. Çünkü Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Müslümanların lehine ve aleyhine olanların kendilerine de olması için onları İslam’ın sultası altına girmeye davet etmiştir. Zira şöyle buyurmuştur: ثمَّ ادْعُهم إلى التَّحَوُّلِ مِن دارِهم إلى دارِ المُهاجِرينَ، وأعلِمْهم أنَّهم إنْ فَعَلوا فإنَّ لهم ما للمُهاجِرينَ، وعليهم ما على المُهاجِرينَ “Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (Dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur.” Dolayısıyla bu, bizim lehimize ve aleyhimize olanların onlara da olması, yani hükümlerin onları da kapsaması için hicret etmeyi şart koşan bir nasstır. Hadisin mefhumu, hicret etmedikleri takdirde Muhacirler, yani dârul İslam’da olan kimseler için olanlar onlar için olmayacak demektir. Dolayısıyla bu hadis, dâr-ul muhaciruna hicret edenler ile etmeyenler arasındaki hükümlerin farklılığını beyan etmiştir. Dâr-ul muhacirun ise dâr-ul İslam olup onun dışındakiler dâr-ul küfürdür. O halde tabiiyeti ifade eden şey kişinin dâr-ul İslam’da veya dâr-ul küfürde ikamet etmesidir. Dolayısıyla kişinin tabiiyetinin manası, kendisi için ikamet yeri olarak razı olduğu dârdır. Bu dâr, dâr-ul küfür mü yoksa dâr-ul İslam mıdır? Eğer dâr-ul İslam ise ona dâr-ul İslam hükümleri intibak eder. Dolayısıyla kişi, İslami tabiiyete sahip olur. Eğer dâr-ul küfür ise ona dâr-ul küfür hükümleri intibak eder. Dolayısıyla kişi, İslami tabiiyete sahip olmayıp ona dâr-ul küfür hükümleri tatbik edilir. Bundan dolayı hükümler, dâr-ul harpteki Müslümanı kapsamaz. Dolayısıyla ona tebaalık hakkı verilmez. Çünkü o, İslami Devlet’in tabiiyetine sahip değildir. Hükümler dârul İslam’daki zimmiyi de kapsar. Dolayısıyla ona tebaalık hakkı verilir ve İslami Devlet’in tabiiyetine sahip olur. Zimmi ise İslam’dan başka bir dini din edinen ve İslam’dan başka bir dini din edinme üzerinde baki kaldığı sürece İslami Devlet’in tebaasından olan herkestir. Zimmi kelimesi, ahit manasına gelen zimmet kelimesinden alınmıştır. Bizim zimmetimizde onlar için ahit olup onlara kendileriyle üzerinde sulh yaptığımız şeye göre muamele ederiz, onlara muamele ederken ve işlerini güderken İslam hükümlerine göre hareket ederiz. İslam, zimmet ehlinin tebaalık haklarını ve yükümlülüklerini garanti altına alan pek çok hüküm getirmiştir. İnsaftan (merhamet ve adaletten) bizler için olanlar zimmet ehli için de vardır ve intisaftan (haklardan) bizler için olanlar onlar için de vardır. İnsaftan bizler için olanların onlar için de olmasına gelince; Allahu Teala’nın şu kavlinin umumluğundan kaynaklanmaktadır: وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِۜ “İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin.” [Nisa 58] Ve şu kavlinden: وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ “Bir topluma olan kızgınlığınız sizleri adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olunuz ki o, takvaya en yakın olandır.” [Maide 8] Ve ehl-i kitap arasında hükmet hakkındaki şu kavlinden: وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِؕ “Eğer hüküm verirsen, onların aralarında adaletle hükmet.” [Maide 42] İntisaftan bizler için olanların onlar için de olmasına gelince; Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Müslümanları cezaya çarptırdığı gibi kafirleri de cezaya çarptırmasından kaynaklanmaktadır. Zira Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bir kadını öldürmesinden dolayı ceza olarak bir Yahudiyi öldürmüştür. Nitekim el-Buhari’nin rivayetinde Enes İbn-u Malik’in şöyle dediği geçmiştir: خرجت جارية عليها أوضاح بالمدينة قال فرماها يهودي بحجر قال فجيء بها إلى النبي صلى الله عليه وآله وسلم وبها رمق فقال لها رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم فلان قتلك فرفعت رأسها فأعاد عليها قال فلان قتلك فرفعت رأسها فقال لها في الثالثة فلان قتلك فخفضت رأسها فدعا به رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم فقتله بين الحجرين “Medine’de üzerinde gümüş takılar olan bir cariye dışarı çıktı. (Enes) dedi ki: “Bir Yahudi ona taşla vurdu.” (Enes) dedi ki: “Bunun üzerine ölmek üzereyken Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e getirildi.” Resulullah ona dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Hayır dercesine) başını kaldırdı. Ona tekrar dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Hayır dercesine) başını kaldırdı. Üçüncü defa ona dedi ki: “Seni falanca mı bu hale soktu?” (Evet dercesine) başını eğdi. Bunun üzerine Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adamı getirterek onu iki taşın arasında öldürdü.” Yine Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’a, zina eden Yahudi bir adamla Yahudi bir kadın getirildi. O da onları recm etti. Buhari, İbn-u Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: أتي رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم بيهودي ويهودية قد أحدثا جميعاً فقال لهم ما تجدون في كتابكم قالوا إن أحبارنا أحدثوا تحميم الوجه والتجبيه قال عبد الله بن سلام ادعهم يا رسول الله بالتوراة فأتي بها فوضع أحدهم يده على آية الرجم وجعل يقرأ ما قبلها وما بعدها فقال له بن سلام ارفع يدك فإذا آية الرجم تحت يده فأمر بهما رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم فرجما “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e (zina eden) Yahudi bir erkek ile Yahudi bir kadın getirilince onlara dedi ki: “Bu konuda kitabınızda ne buluyorsunuz?” Dediler ki: Hahamlarımız yüzlerinin külle karartılması ve hayvana ters bindirilmeleri cezasını koydular.” Abdullah İbn-u Selam dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Onlara Tevrat’ı getirt.” Bunun üzerine Tevrat getirilince onlardan biri elini recm ayetinin üzerine koydu ve öncesi ile sonrasını okumaya başladı. Abdullah İbn-u Selam ona dedi ki: “Kaldır elini.” Elinin altındaki recm ayeti birden gözükünce Resulullah o ikisinin recmedilmesini emretti.” Müslümanlar himaye edildiği gibi zimmet ehlinin de himaye edilmesi bizler üzerinde onların bir hakkıdır. Bu da Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinden dolayıdır: ألا من قتل نفساً معاهداً له ذمة الله وذمة رسوله فقد أخفر بذمة الله، فلا يرح رائحة الجنة، وإن ريحها ليوجد من مسيرة سبعين خريفاً “İyi bilin ki! Her kim Allah’ın ve resulünün zimmetinde olan bir muahidi öldürürse Allah’ın zimmetini çiğnemiş olur. Kokusu yetmiş yıllık yürüyüşten alındığı halde cennetin kokusunu alamaz.” [Tirmizi rivayet etti ve hasen sahih dedi] El-Buhari ise bu hadisişu lafızla rivayet etmiştir: من قتل معاهداً لم يرح رائحة الجنة وإن ريحها توجد من مسيرة أربعين عاماً “Her kim bir muaihidi öldürürse kokusu kırk yıllık yürüyüşten alındığı halde cennetin kokusunu alamaz.” Müslümanların işlerinin güdülmesi ve maişetlerinin garanti altına alınması onlar için bir hak olduğu gibi zimmet ehli için de bir haktır. Nitekim Ebi Vail’den o da Ebi Musa’dan veya ikisinden birinin isnadı ile Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: أطعموا الجائع، وعودوا المريض، وفكوا العاني “Aç kalanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri kurtarın.” [Buhari, Ebi Musa kanalıyla rivayet etti] Ebû Ubeyd şöyle demiştir: “Zimmet ehli de böyledir. Onlar olmadan cihat edilir ve esirleri kurtarılır. Kurtarılırlarsa zimmetlerine ve ahitlerine serbest olarak geri dönerler. Bu hususta hadisler vardır.” İbn-u Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Necran halkı ile sulh yaptı. Ebu Davud’un Sünen’inde tahric ettiği üzere hadiste şu ifade geçmiştir: على أن لا تهدم لهم بيعة، ولا يخرج لهم قس، ولا يفتنوا عن دينهم ما لم يحدثوا حدثاً أو يأكلوا الربا “Bir olay çıkarmadıkça veya riba yemedikleri sürece mabetlerinin yıkılmaması, kıssislerinin çıkarılmaması ve dinlerinden (dönsünler diye) fitneye düşürülmemeleri şartıyla…” Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onların hastalarını ziyaret ederdi. Nitekim Buhari. Enes’in şöyle dediğinin rivayet etmiştir: كان غلام يهودي يخدم النبي صلى الله عليه وآله وسلم، فمرض، فأتاه النبي صلى الله عليه وآله وسلم يعوده، فقعد عند رأسه فقال له: أسلم، فنظر إليه أبيه وهو عنده، فقال له: أطع أبا القاسم صلى الله عليه وآله وسلم، فأسلم، فخرج النبي صلى الله عليه وآله وسلم وهو يقول: الحمد لله الذي أنقذه من النار “Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e hizmet eden yahudi bir çocuk vardı ve hasta oldu. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ziyaret etmek için ona geldi. Başucuna oturdu ve ona şöyle dedi: “Müslüman ol!” Bunun üzerine yanındaki babasına baktı. Babası ona dedi ki: “Eba Kasım Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e itaat et.” Hemen Müslüman oldu. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem dışarı çıkarken şöyle diyordu: “Onu ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.” Bu da onları ziyaret etmenin, onlara hüsnü muaşerette ve ünsiyette bulunmanın caiz olduğuna delalet etmektedir. El-Buhari, Amr İbn-u Meymun’dan Ömer İbn-ul Hattab’ın ölümü sırasındaki vasiyetinde şöyle geçtiğini tahric etmiştir: “Benden sonraki halifeye keza ve keza tavsiyede bulunuyorum. Ona Allah’ın ve Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zimmetine göre ahitlerinde onlara vefalı olmasını, onların arkasından savaşmasını ve onları takatlerinin üstünde şeylerle mükellef kılmamasını tavsiye ediyorum.” Zimmiler itikatlarında ve ibadetlerinde serbest bırakılırlar. Bu da Ebû Ubeyd’in el-Emval’de Urve kanalıyla tahric ettiği Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinden dolayıdır: Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Yemen halkına bir mektup yazarak şöyle dedi: من كان على يهوديته أو نصرانيته فإنه لا يفتن عنها، وعليه الجزية “Yahudi veya Nasrani olan bir kimse dininden (dönsün diye) fitneye düşürülmez ve ona cizye gerekir.” Müslümanlardan “gümrük” vergisi alınmadığı gibi zimmilerden de alınmaz. Nitekim Ebû Ubeyd, el-Emval isimli kitabında Abdurrahman İbn-u Ma’kal’den şöyle dediğini tahric etmiştir: “Ziyad İbn-u Hudayr’a sordum: “Kimlerden öşür alırdınız?” Dedi ki: “Müslümandan da muahidden de öşür almazdık.” Dedim ki: “O halde kimlerden öşür alırdınız?” Dedi ki: “Harbi tüccarlara geldiğimizde onlar bizden öşür aldığı gibi biz de onlardan alırdık.” Öşür ise gümrük vergisi olarak alınan şeydir. Böylece zimmiler de diğer tebaa gibi İslami Devlet’in tebaasından olup onların da tebaalık, himaye, maişet garantisi, kendilerine güzellik, rıfk ve yumuşaklıkla muamelede bulunulma hakları vardır. Müslümanların ordusuna katılma ve Müslümanlarla birlikte savaşma hakları vardır. Ancak savaşma yükümlülükleri olmadığı gibi cizye dışında da mali bir yükümlülükleri yoktur. Dolayısıyla Müslümanlara koyulan vergiler onlara koyulmaz. Hakim ve kâdı önünde, işlerin güdülmesi, muamelatların ve ukubatların tatbik edilmesi sırasında hiçbir ayrım yapılmaksızın onlara Müslümanlara bakıldığı gibi bakılır. Dolayısıyla zimmi, aynen Müslüman gibi sahip olduğu hakların tamamından faydalanacağı gibi zimmet ahdine vefadan ve devletin emirlerine itaatten kendisine düşen yükümlüklerle de sorumludur.
Böylece ister Müslüman isterse zimmet ehli olsun tebaalıkta önemli olan devlet tabiiyetidir. Dolayısıyla tebaalıkta herhangi bir ayrımın olması caiz değildir. Bu da yönetim, yargı ve işlerin güdülmesi delillerinin genel olmasından dolayıdır. Zira Allah, şöyle buyurmuştur: وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِۜ “İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin.” [Nisa 58] Bu ayet, gerek Müslüman gerekse gayrimüslim olsun tüm insanlar için geneldir. Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: البينة على المدعي، واليمين على من أنكر “Davacıya beyyine (kanıt) gerekir. İnkar edene de yemin gerekir.” [el-Beyhaki, sahih sened ile tahric etti.] Bu hadis genel olup Müslümanı da gayrimüslimi de kapsar. Abdullah İbn-u Zubeyr’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: قضى رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم أن الخصمين يقعدان بين يدي الحكم “Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem iki hasmın, hakimin önünde oturmalarına hükmetti.” [Ahmed ve Ebû Davud tahric etti, el-Hakim de sahih dedi.] Bu hadis, genel olup Müslüman olsun gayrimüslim olsun her hasmı kapsar. Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: الإمام راع وهو مسؤول عن رعيته “İmam bir çobandır ve güttüklerinden mesuldür.” [Muttefekun Aleyh.] Güttüklerinden kelimesi genel olup Müslümanıyla gayrimüslimiyle tüm tebaayı kapsar. Böylece tebaalığa ilişkin genel delillerin hepsi Müslüman ile gayrimüslim, Arap ile acem, beyaz ile siyah arasında herhangi bir ayrımın olmasının caiz olmadığına delalet etmektedir. Bilakis İslami tabiiyeti taşıyan insanların tamamı hem işlerinin güdülmesini, kanlarının, ırzlarının ve mallarının korunmasını hak etmeleri bakımından yönetici karşısında hem de eşitlik ve adalet bakımından kâdının karşısında hiçbir ayrım olmaksızın eşittirler.
Madde-7: Devlet, İslami tabiiyeti taşıyan Müslüman ve gayrimüslim herkese İslami şeriatı aşağıdaki şekilde infaz eder:
a- Hiçbir istisna olmaksızın İslam hükümlerinin tamamını Müslümanlara infaz eder.
b- Gayrimüslimleri inançlarında ve ibadetlerinde genel nizam çerçevesinde serbest bırakır.
c- İslam’dan irtidad edenler mürtet iseler onlara mürtet hükmü uygulanır. Fakat mürtetlerin çocukları olup gayrimüslim olarak doğmuş iseler müşrik veya ehl-i kitap olmaları bakımından üzerine oldukları duruma göre gayrimüslim muamelesi görürler.
d- Gayrimüslimlere yiyecek ve giyecek hususunda şer’i hükümlerin izin verdiği çerçevede kendi dinlerine göre muamele edilir.
e- Gayrimüslimler arasındaki evlilik ve boşanma işleri kendi dinlerine göre fasledilirken onlar ile Müslümanlar arasında İslam hükümlerine göre fasledilir.
f- Devlet; muamelat, ukubat, beyyinat, yönetim nizamı, ekonomi ve benzerleri gibi diğer şer’i hükümleri ve İslami şeriatın hususlarını herkese infaz eder. Bunların Müslümanlara ve gayrimüslimlere infazı eşit şekilde olur. Aynı şekilde tebaanın fertlerine infaz ettiği gibi muahidlere, müsteminlere ve İslam’ın sultası altında olan herkese infaz eder. Sefirler, elçiler ve benzerleri bundan müstesna edilirler. Zira onların diplomatik dokunulmazlığı vardır.
İslam, bütün insanlara gelmiştir. Allahuteala şöyle buyurmuştur: وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ “Biz, seni bütün insanlara gönderdik.” [Sebe 28] Kafir, usul ile yani İslami akide ile mükellef olduğu gibi füru yani şer’i hükümlerle de mükelleftir. Usul ile mükellef olmasına gelince; Kuran-il Kerim ayetlerinde sarih olan bir husustur. Füru ile mükellef olmasına gelince; çünkü Allah, kafiri açıkça bazı füru ile mükellef kılmıştır ki bunlardan biri ibadet etmeyi emreden ayetlerin onları da kapsamasıdır. Allahu Teala’nın şu kavli gibi: يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ “Ey insanlar! Rabbinize ibadet edin.” [Bakara 21] Ve şu kavli: وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ “O beyt-i (Kabe’yi) haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” [Âl-i İmran 97] Ve benzeri ayetler. Ayrıca şayet onlar, füru ile mükellef olmamış olsalardı Allahu Teala, bundan dolayı onları tehdit etmezdi ve fürunun terk edilmesi, yani terk edilmesi sebebiyle tehdit eden pek çok ayet vardır ki Allahu Teala’nın şu kavli bunlardandır: وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ * الَّذِينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ “O müşriklerin vay haline! Onlar ki zekat vermezler.” [Fussilet 6-7] Ve şu kavli: وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهاً آَخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَاماً “Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha dua etmezler, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur.” [Furkan 68] Ve şu kavli: مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ * قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Denildiğinde onlar da derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik.” [Müddesir 42-43] Dolayısıyla bazı emirler ve nehiyler ile mükellef oldukları sübut bulmaktadır. Diğer emirler ve nehiyler de böyledir. Yine füru ile mükellefliğin geldiği ayetler, amm/genel olarak gelmiştir. Amm ise tahsis delili varit olmadıkça umumluğu üzerine kalır. Bu ayetleri Müslümanlara has kılacak delil gelmemiştir dolayısıyla amm olarak kalırlar. Nitekim Allahu Teala’nın şu kavli bunlardandır: وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا “Allah alışverişi helal, ribayı haram kıldı.” [Bakara 275] Ve şu kavli: فَإِنْ أَرْضَعْنَ لَكُمْ فَآَتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ “Eğer sizin için (çocuk) emzirirlerse, onlara (emziren kadınlara) ücretlerini verin.” [Talak 6] Ve şu kavli: فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ “Alınmış bir rehin kafidir.” [Bakara 283] Keza Ahmed ve Tirmizi’nin Cabir kanalıyla sahih isnat ile tahric ettiği Aleyhissalatu ve’s Selam’ın, من أحيا أرض ميتة فهي له “Her kim ölü bir araziyi ihya ederse o onundur” kavli ve Ahmed’in Semere İbn-u Cendeb kanalıyla sahih isnat ile tahric ettiği Aleyhissalatu ve’s Selam’ın, على اليد ما أخذت حتى تؤديه “Aldığını geri verinceye kadar el üzerinde bir hak vardır” kavli ve benzeri hükümler vardır. İşte bunlar, onların füru ile mükellef olduğuna dair sarih bir delildir. Yine asılla mükellef olmak füru ile mükellef olmak ve külle mükellef olmak cüzle mükellef olmaktır. Mesela namazla mükellef olmak rekat, kıraat ve kıyam ve benzerleri ile mükellef olmaktır. O halde kafir, asılla mükellef olduğuna göre füru ile de mükelleftir. Namaz ve savm gibi bazı füruların onlardan kabul olmamasına gelince; çünkü bunlarda Müslüman olmak şarttır. Dolayısıyla şart tahakkuk edinceye kadar sahih olmaz. Ancak bu demek değildir ki bunlar onlara vacip değildir. Edası için Müslüman olmanın şart olmamasına rağmen cihat gibi bazı füruların onlardan talep edilmemesine gelince; çünkü cihat, küfürlerinden dolayı kafirlerle savaşmaktır. Zimmi ise bir kafirdir. Dolayısıyla bu, küfürlerinden dolayı kafirlerle savaşmasına bir maniadır. Aksi takdirde kendisi ile savaşması caiz olurdu. Bunun içindir ki o, cihatla sorumlu değildir. Ancak kendisi dışındaki kafirlerle savaşmaya razı olursa bu kabul edilir ancak buna icbar edilmez. Ancak bu demek değildir ki Allah, onu bununla mükellef kılmamıştır.
Bu, onların İslam hükümleri ile sorumlu olmaları açısındandı. Yöneticinin İslam hükümlerinin tamamını onlara tatbik etmesi açısından olana gelince; çünkü Allahu Teala, ehl-i kitap hakkında şöyle buyurmuştur: فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ “Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet! Sakın onların hevalarına tabi olma.” [Maide 48] Ve şöyle buyurmuştur: وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِـعْ اَهْوَٓاءَهُمْ “Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet! Sakın onların hevalarına tabi olma.” [Mâide 49] Ve şöyle buyurmuştur: اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ “Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah’ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik.” [Nisa 105] İşte bu ayetler, genel olup Müslümanları da gayrimüslimleri de kapsar. Çünkü [لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ] “İnsanlar arasında hükmedesin diye” ayetindeki insanlar kelimesi geneldir. Allahu Teala’nın şu kavline gelince: سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِؕ فَاِنْ جَٓاؤُ۫كَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْۚ “Hep yalana kulak verir, haram yerler, sana gelirlerse ister aralarında hükmet ister onlardan yüz çevir.” [Maide 42] Bu ayetten maksat, başka bir kafir yada kafirlerle husumeti hususunda Müslümanlara muhakeme olmak için dışarıdan İslami Devlet’e gelen kimselerdir. Müslümanlar, onların arasında hükmetmek ile onlardan yüz çevirmek arasında muhayyerdirler. Zira ayet, Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sulh yaptığı ve muahedeler akdettiği Medineli Yahudilerden olan kimseler hakkında inmiştir. Bu kimseler, birer ayrı devlet olarak görülen kabileler olup İslam sultasına tabi olmamışlardı. Bilakis birer ayrı devlettiler. Bunun içindir ki kendisi ile onlar arasında muahedeler vardı. Ancak zimmi olmaları veya müstemin olarak gelmeleri gibi İslam sultasına tabi olmaları halinde onlar arasında İslam’dan başkası ile hükmedilmesi caiz değildir. Onlardan her kim İslam’ın hükmüne başvurmaktan imtina ederse yönetici onu buna ve İslam’ın hükmünü almaya icbar eder. Zira daimi zimmet akdi yapmak ancak şu iki şartla caizdir: Birincisi; her sene cizye vermeye bağlı kalmak. İkincisi; İslam hükümlerine bağlanmaktır. Bu da Allahu Teala’nın şu kavlinden dolayı kendilerine hükmedilecek bir hakkın edası veya yasağın terk edilmesini kabul etmektir: حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَࣖ “Küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar.” [Tevbe 29] Yani İslam hükümlerine boyun eğerek demektir. Nitekim Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlara İslam hükümlerini tatbik ediyordu. Buhari, İbn-u Ömer kanalıyla şu hadisi tahric etmiştir: أن اليهود جاءوا إلى النبي صلى الله عليه وآله وسلم برجل منهم وامرأة زنيا فأمر بهما فرجما “Yahudiler, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kendilerinden zina eden bir adam ile bir kadını getirdiler. O, ikisinin de recmedilmesini emretti.” Yine Buhari, Enes kanalıyla şu hadisi tahric etmiştir: أن النبي صلى الله عليه وآله وسلم قتل يهودياً بجارية قتلها على أوضاح لها “Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bilezikleri için bir cariyeyi öldürmesi yüzünden bir Yahudiyi öldürdü.” İşte bu Yahudiler, İslami Devlet’in tebaasındandılar. Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Nasrani Necran halkına bir mektup yazmış ve şöyle demiştir: أن من بايع منكم بالربا فلا ذمة له “Sizden her kim ribayla alış-veriş yaparsa onun için zimmet yoktur.” [İbn-u Ebi Şeybe, Şa’bi’den mürsel olarak tahric etmiştir] İşte bunların hepsi Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında hiçbir fark olmaksızın İslam hükümlerinin tamamının tebaanın hepsine tatbik edilmesinin vacip olduğuna dair bir delildir. Buna binaen bu, maddenin (a) fıkrası konulmuştur. (b) fıkrasına gelince; Allahu Teala’nın فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ “Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet!” [Maide 48] kavlindeki İslam hükümlerinin tatbiki hakkında varit olan amm/genel emir; şeran inandıkları akidenin, onlar nezdinde akideden olan hükümlerin ve Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerinde onları ikrar ettiği hükümlerin dışındaki şeylere tahsis edilmiştir. Akide ve onlar nezdinde akideden itibar edilen hükümler ile Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerinde onları ikrar ettiği hükümlere gelince; İslam, bunları sarih nasslarla istisna etmiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ “Dinde zorlama yoktur.” [Bakara 256] Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: إنه من كان على يهوديته أو نصرانيته فإنه لا يفتن عنها، وعليه الجزية “Yahudi veya Nasrani olan bir kimse dininden (dönsün diye) fitneye düşürülmez ve ona cizye gerekir.” [Ebû Ubeyd, el-Emval’da Urve kanalıyla tahric etti] Dolayısıyla bize göre akaid babından olmasa da onlara göre akaid babından olan her fiilde onlara karışmayız ve onları inançlarında serbest bırakırız. İçki içmeleri ve evlenmeleri gibi Resul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerinde onları ikrar ettiği her fiilde genel nizam çerçevesinde onlara karışmayız. Yani genel çarşılar ve benzeri yerler gibi Müslümanların onlarla iç içe olduğu genel hayatta değil de özel hayatlarında içki içmeleri caizdir.
Bu maddenin (c) fıkrasına gelince, İslâm, geri dönmediğinde öldürülmesi de dâhil mürtet için birtakım hükümler koymuştur. Bu da Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinden dolayıdır: من بدل دينه فاقتلوه “Her kim dinini değiştirirse onu öldürün.” [Buhari, İbn-u Abbas’tan rivayet etti.] Buhari İbn-u Abbas’tan o da Enes’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer RadıyAllahu Anh’a geldim. Dedi ki: Yâ Enes! İslâm’dan irtidat eden ve müşriklere katılan Bikr İbn-u Vail kabilesinden altı kişilik gruba ne yapıldı? Dedi ki: Yâ Emir-ul Müminun savaşta öldürüldü. Bunun üzerine Ömer tekrar sordu. Dedim ki: Öldürmekten başka yapılacak bir şey var mıydı? Dedi ki: Evet. Onlara Müslüman olmalarını teklif ederdim. Kabul etmezlerse hapse atardım.” [Beyhaki tahric etti.] Yani tövbe edene kadar demektir. Şayet tövbe etmezse öldürülür. Çünkü mürtede Müslüman olması teklif edilir ve bununla birlikte tövbe etmesi için üsluplar benimsenir. Eğer tövbe etmezse öldürülür ve sırf mürtetliği yüzünden öldürülmez. Çünkü Cabir’den şu hadis rivayet edilmiştir: أن امرأة هي أم مروان ارتدت، فأمر النبي صلى الله عليه وآله وسلم بأن يعرض عليها الإسلام، فإن تابت، وإلا قتلت “Mervan’ın annesi olan bir kadın mürtet olunca Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem ona Müslüman olmasının teklif edilmesini, tövbe etmezse öldürülmesini emretti.” [Darukutni ve Beyhaki tahric etti.] Fakihlerin geneli bu hadisi kullanmışlardır. Nitekim İbn-u Kudame Muğnî’de, Maverdi Havi’l Kebir’de ve Ahkâmu Sultaniye’de, Ebû İshak Şirazi Muhzib’de, Râfi Şerh-ul Kebir’de, Bagavi Tehzib’de ve İbn-ul Cevzi Tahkik’de bu hadisle istidlalde bulunmuşlardır. Dolayısıyla hasen sayılır ve onunla amel edilir. Yani öldürülmeden önce mürtet tövbe ettirilir.
Bu, mürtedin kendisi açısındandı. İslâm üzerine doğmayan çocuklarına gelince, yani bir Müslüman mürtet olduğunda öldürülmez ve Nasranî veya Yahudi veya müşrik olması gibi döndüğü din üzerinde kalarak bu şekilde devam eder ve o bu hâl üzere iken Nasranî veya Yahudi veya müşrik çocukları olursa çocukları mürtet sayılıp onlara mürtet muamelesi mi yapılır yoksa üzerine doğdukları dinin ehli gibi mi sayılırlar? Bunun cevabı şöyledir: Mürtedin irtidat etmeden önce doğan çocukları kesinlikle Müslüman sayılır. Eğer irtidadında babalarına tâbi olurlarsa onlara mürtetlere muamele edildiği gibi muamele edilir. Ancak irtidat etmesinden sonra kâfir veya mürtet bir eşten çocukları olursa onlar kâfir sayılırlar, mürtet sayılmazlar. Dolayısıyla onlara, üzerine doğdukları din ehline muamele edildiği gibi muamele edilir. Dolayısıyla da küfründen sonra mürtedin kâfir veya mürtet bir eşinden doğan herkes onun küfrü ile mahkûm edilir. Çünkü o, kâfir ebeveynden doğmuştur. Eğer ebeveyn Yahudi veya Nasranî yani ehli kitaptan olurlarsa onlara ehli kitaba muamele edildiği gibi muamele edilir ve müşrik olurlarsa müşriklere muamele edildiği gibi muamele edilir. Çünkü İbn-u Mesud’dan şu hadis rivayet edilmiştir: أن صلى الله عليه وآله وسلم لما أراد قتل أبيك “عقبة بن أبي معيط” قال من للصبية قال النار “Sallallahu Aleyhi ve Sellem, babanı -Ukbe İbn-u Ebî Muit’i- öldürmek istediğinde dedi ki: “Çocuklara ne var?” SallAllahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: Ateş.” [Ebû Davud ile Hakim rivayet edip sahih dedi ve Zehebî de muvafakat etti.] Darukutni’nin rivayetinde ise şöyle geçmiştir: النار لهم ولأبيه “Onlar ve babaları için ateş vardır.” Çünkü Sahih-il Buhari’de cihad kitabının Ehli Dâr babında şöyle sabit olmuştur: İbn-u Abbas’tan o da Sa’b İbn-u Cusâme’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: مر بي النبي صلى الله عليه وآله وسلم بالأبواء -أو بودان- وسئل عن أهل الدار، يبيتون من المشركين فيصاب من نسائهم وذراريهم، قال صلى الله عليه وآله وسلم: هم منهم “Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Ebva veya Veddan’da bana uğramıştı. Kendisine gece baskını yapılan müşriklerin ev halkı soruldu. Çünkü bu baskınlarda onların kadınları ve çocukları da isabet alıyordu. Dedi ki: Onlar da onlardandır.” Dolayısıyla kâfir ebeveynden doğan herkes kâfir sayılır ve hükmü kâfirlerin hükmü gibidir. Buna göre İslâm’dan irtidat edip Dürzi, Bahai ve Kadyani gibi gayri İslâmî bir fırka hâline gelenlere mürtetlere muamele edildiği gibi muamele edilmez. Çünkü irtidat edenler onlar değildir ki onlara mürtetlere muamele edildiği gibi muamele edilsin. Bilakis irtidat edenler onların atalarıdır ve onlar kâfir ebeveynden doğmuşlardır. Dolayısıyla onlara küfürle hükmedilir ve kâfirlere muamele edildiği gibi muamele edilir. Mademki bu kimseler, ehli kitap dinlerinden bir dine yani Nasranîliğe veya Yahudiliğe dönmediler o hâlde onlara müşriklere muamele edildiği gibi muamele edilir. Mesela kestikleri yenmez ve kadınlarıyla evlenilmez. Çünkü gayrimüslimler ya ehli kitaptan sayılırlar ya da ehli kitap dışından -yani müşriklerden- sayılırlar, bunların bir üçüncüsü yoktur. Bunun içindir ki Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hasan İbn-u Muhammed İbn-ul Hanefi’nin rivayet ettiği şu hadiste Hacer Mecusileri hakkında şöyle demiştir: فمن أسلم قبل منه، ومن لم يسلم ضربت عليه الجزية، غير ناكحي نسائهم ولا آكلي ذبائحهم “Kim Müslüman olursa ondan kabul edilir. Kim de Müslüman olmazsa ona cizye koyulur. Onların kadınlarıyla nikâhlanılmaz ve kestikleri yenilmez.” [Hafız, Diraye’de Abdurrezzak ile İbn-u Ebî Şeyba’nın tahric ettiğini ve isnadı ceyyid mürsel olduğunu söyledi.] Lübnan’daki Şihap ailesinin durumunda olduğu gibi İslâm’dan irtidat eden ve Nasranî olanların zürriyetine gelince, bunların babaları Müslümandı, Nasranîliğe döndüler ve zürriyetleri Nasranîlik dini üzerine gelmiştir. Bu kimselere ve benzerlerine ehli kitaba muamele edildiği gibi muamele edilir.
Maddenin (d ve e) fıkralarına gelince, bunların delili Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Yahudiler ile Nasranîlerin içki içmelerini ikrar ettiği gibi evliliklerini ve boşanmalarını da ikrar etmiştir. Dolayısıyla SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ikrarı, amm delil için bir tahsis olmaktadır. Ancak Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in evlilik ve boşanmayı ikrar etmesi eşlerin kâfir olması hâlindedir. Ancak koca Müslüman, karısı da Nasranî veya Yahudi olursa onlar hakkında şer’î hükümler tatbik edilir. Karının Müslüman, kocanın kâfir olması ise imkânsızdır. Allahu Teâlâ’nın şu kavlinden bu, dolayı bâtıldır: فَلَا تَرْجِعُوهُنَّ إِلَى الْكُفَّارِ لَا هُنَّ حِلٌّ لَهُمْ وَلَا هُمْ يَحِلُّونَ لَهُنَّ “Onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar.” [Mümtehine 10] Dolayısıyla Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesi kesinlikle helal olmaz ve böylesi bir evlilik bâtıl olur
Maddenin (f) fıkrasına gelince, İslâm hükümlerinin tamamının infaz edilmesi açısından olup bunun delili yukarıda geçen kâfirin usulle ve füruyla mükellef ve İslâm hükümlerinin hepsiyle sorumlu olmasıdır. Bu ise genel olup İslâm’ın sultası altında yaşayan zımmiyi de zımmi olmayanı da kapsar. Dolayısıyla ister zımmi ister muâhid isterse müstemin olsun dâr-ul İslâm’a dâhil olan kâfirlerin hepsine akaid ve akaidden sayılan her fiil ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ikrar ettiği fiillerin dışında İslâm’ın hükümlerinin tatbik edilmesi gerekir. Ancak sefirler ve bu kabilden olan kimseler bundan müstesna edilirler. Zira onlara ukubat hükümleri tatbik edilmez ve diplomatik dokunulmazlık denilen şey verilir. Çünkü Ahmed, İbn-u Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: جاء ابن النواحة وابن أثال، رسولا مسيلمة إلى النبي صلى الله عليه وآله وسلم، فقال لهما: أتشهدان أني رسول الله؟ قالا: نشهد أن مسيلمة رسول الله، فقال النبي صلى الله عليه وآله وسلم: آمنت بالله ورسله، لو كنت قاتلاً رسولاً لقتلتكما، قال عبد الله: قال: فمضت السنة أن الرسل لا تقتل “İbn-u Nevvâha ve İbn-u Usel, Müseyleme’nin iki elçisi olarak Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldiler. Onlara dedi ki: Benim Allah’ın Rasulü olduğuma şehadet eder misiniz? Dediler ki: Müseyleme’nin Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet ederiz.” Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: Allah’a ve Rasullerine iman ettim. Eğer elçileri öldüren olsaydım kesinlikle sizi öldürürdüm. Abdullah dedi ki: Böylece elçilerin öldürülmemesi sünnet oldu.” [Ahmed tahric etti ve Haysemi hasen dedi.] Dolayısıyla bu hadis, kâfirlerden gelen elçilerin öldürülmesinin haram ve diğer ukubatın da öldürme gibi olduğuna delâlet etmektedir. Ancak bu, elçi, maslahatgüzar ve bu şekilde olan kimseler gibi kendilerine elçi sıfatının intibak ettiği kimseler için geçerlidir. Konsolos, ticari ateşe ve benzerleri gibi kendilerine elçi sıfatının intibak etmediği kimselere gelince, bu ikisi gibilerin dokunulmazlığı yoktur. Çünkü bunlara elçi sıfatı intibak etmez. Bu hususta devletlerarası örfe müracaat edilir. Çünkü bu, ıstılahî bir lafız olup vakıasını öğrenmek için örfe müracaat edilir. Bu menatın tahkiki yani bunun elçilerden olup olmadığının bilinmesi babındandır.